HİCRET VE HİKMETLERİ
Hicret ne demektir?
Hicret, yokluktan varlığa, varlıktan ölüme, ölümden de ebedi hayata
giden yoldur. Bütün mahlukat bu yolun mutlak yolcularıdır. Her insan bu
yolculuğa ilâhi irade ile sevk edilmiştir.
Zerreden kürreye her madde ve
mana, geçirdikleri devreleri itibarıyla bakıldığında, bir halden diğer bir hale
doğru seyir takip ettikleri görülür. Bu merhaleler insanoğlu için de
geçerlidir. Madde cihetiyle bir damla sudan oluşan insan, türlü merhalelerden
geçerek ana rahminde gelişimini tamamlar. Bu dünya hayatı ise, çocukluk,
gençlik ve ihtiyarlık gibi gelişmelerle tamamlanır.
Mana cihetiyle de böyledir.
İnsan, mesuliyet ve mükellefiyet öncesinde masumiyet, sonra nesf-i emmareden
başlayarak, nefs-i safiyeye kadar çeşitli merhalelerden geçerek, adeta birinden
diğerine hicretini tamamlar.
Bütün bunlardan dolayıdır ki,
hicret bir vazgeçiş, bir kaçış değil; bir yükseliş ve kemale varıştır. Her bir
hali, o halin engellerini adım adım geride bırakıp, yeni ve bir öncekinden daha
üstün bir hale geçmektir.
İnsanın iç dünyasındaki hicrete bir atıf, hatırlatma ve yönlendirme
olarak, nebevî bir sünnet olan zahiri hicret de son derece önemlidir. Öyle ki,
insanlığın atası ve ilk peygamber olan Hz. Adem a.s.'dan, Hz. Fahr-i Alem
s.a.v. Efendimiz'e kadar gelen bütün peygamberlerin hayatlarında hep hicret
vardır.
Hz. Adem a.s., Rabbanî bir hikmet gereği, cennetten yeryüzüne
gönderilmiştir. Bunu nebevî hicretin ilki olarak mülahaza edebiliriz. Hz. Nuh
a.s. tufanı yaşamış, Hz. İbrahim a.s. Nemrut'un ülkesinden Şam dolaylarına
göçmüş, Hz. Lut a.s. sapıkların diyarından çıkmış, Hz. İsmail a.s. Kabe-i
Muazzama civarına hicret etmişlerdir. Hz. Musa a.s. Mısır'dan Filistin'e, Hz.
Yusuf a.s. Kenan ilinden Mısır'a göç etmiştir.
Bu kader-i nebevî o kadar açıktır ki, Fahr-i Cihan s.a.v.'e ilk vahiy
gönderildiği zaman, durumu öğrenen ve peygamberler tarihi hakkında bilgi sahibi
olan Varaka b. Nevfel, Efendimiz s.a.v.'e hitaben: “Kavmin seni Mekke'den
çıkardığında, hayatta olsam da sana yardım etsem” diyerek bu kaçınılmaz gerçeği
vurgulamıştır.
Bütün peygamberlerin hicretlerinin amacı, hedefi hep aynıdır. Genelde
Fahr-i Alem s.a.v.'e hicret emri hangi sebeple verilmişse, O'ndan önceki
peygamberlere de onun için verilmiştir.
Hicret, sadece küfrün işkencesi, baskısı altında bulunan müminlere bir
kurtuluş, zulümden bir kaçış yolu olarak düşünülmemelidir. Eğer öyle olsaydı,
Medine'ye hicretten önce vuku bulan Habeşistan hicretini yapanlar, Mekke'nin
korumasız ve zayıf kimseleri olurdu. Oysa Habeşistan'a hicret edenler,
kavimlerinin en asil kişilerindendir.
Hicret bir bakıma işkenceden, baskıdan, zulümden kurtuluşu sağlamışsa
da, asıl amaç, İslâm'a yeniden gelişme imkanının doğacağı bir beldeye
ulaşmaktır. İslâm'ı yaşayabilme ve yaşatabilme imkanına kavuşmaktır.
Hicret, gerekli olduğunda Rabbimizin bir emridir. Müslümanlara,
peygamberleri vasıtasıyla uygulama yolunu gösterdiği, kıyamete dek sürecek olan
bir emir.
Hicret bir yolculuktur, ama mukaddes hedefleri olan bir yolculuk. O
halde hicretten önce, hicreti yapabilecek kalbe sahip olmak, o insanı
yetiştirmek gerekir.
İşte Mekke-i Mükerreme dönemi, bu kalbî dirilişin sağlandığı, hicrete
hazır insanın yetiştiği bir dönemdir. Bu dönemin müminler üzerinde öldürücü
etkiye sahip ıstırapları, çileleri, sıkıntıları olmasaydı, hicret olmazdı. Bu
itibarla Medine-i Münevvere'yi Mekke-i Mükerreme'siz düşünmek, insan bedenini
ruhsuz düşünmek gibi olur.
Mekke-i Mükerreme'yi yaşamadan, bilmeden, anlamadan hicret etmek
mümkün olsaydı, Fahr-i Kainat s.a.v. Efendimiz nübüvvetinin çoğunu Mekke-i
Mükerreme'de geçirmezdi.
Hicret sabrın, feragatin, çilenin, fedakârlığın, kardeşliğin adıdır.
Rabbü’l Alemin ile beraber olanlara, zerreden kürreye her şeyin yardımcı
olduğunun mucizelerle ispatıdır. Allah'ın rızasından başka gayeleri olmayan iki
kişinin, üçüncüsünün Cenab-ı Hak olacağının delilidir.
Habib-i Kibriya s.a.v.'in ve Ashab-ı Kiram'ın niyetleri sadece Allah
olduğu için, hicretlerinde, gayelerine ulaşmada onlara hiçbir şey mani
olamamıştır.
Bütün amellerde olduğu gibi, hicrette niyetin de ne kadar önemli
olduğunu Fahr-i Alem s.a.v. Efendimiz şöyle izah eder:
“Ameller yalnız niyetlere göredir. Her kişi için niyet ettiği şeyin
karşılığı vardır. Kimin hicreti Allah ve Rasulü'ne ise, onun hicreti Allah ve
Rasulü içindir. Kimin hicreti dünya için olursa onu elde eder. Kimin hicreti de
bir kadın için olursa onunla evlenir. Kişinin hicreti, hicret ettiği şeye
göredir.”
Niyetin insanı kurtarıcı bir ihlâsa sahip olması için manevi hicret
gerekir. Bu da bütünüyle bir cihattır ve asıl hicret budur. “Mekke'nin
fethinden sonra hicret yoktur. Ancak niyet ve cihat vardır.” hadis-i şerifi,
bizi asıl bu manaya dikkat etmeye sevk eder. [1]
Efendimiz’in (s.a.v.) hicretinin sebebi
Mekke’de İslam’ın ilk devirlerinde, Müslümanlar dayanılmaz işkence,
zulüm ve eziyetlere maruz kalmışlar ve artık hayat onlar için dayanılmaz bir
hale gelmişti. Bunun üzerine İslam’ın intişarının beşinci senesinde, Peygamber
Efendimiz (s.a.v) müminlerden bazılarına, Habeşistan’a göç etmelerine izin
vermiş, kendisi ve yakın arkadaşları Mekke’de kalarak müşriklerin eziyetlerine
göğüs germişlerdi.
İslam dinine girenlerin sayıca çoğaldığını gören müşrikler, şeref ve
mevkilerinin yok olacağı korkusuna kapılarak Hz. Peygamber’i (s.a.v) öldürmeye
karar vermişler, ona inanan ashabından bazılarını da işkence ve eziyetlerle
öldürmüşlerdi. İşte, Rasulullah (s.a.v), ashabına daha fazla işkence edilip can
kaybı olmaması için, doğup büyüdükleri şehri, mallarını, mülklerini ve hatta
akrabalarını dahi bırakarak, o güzelim Mekke-i Mükerreme’yi terk ederek
Medine-i Münevvere’ye miladi 622 yılında hicret etmişlerdir. [2]
Hicretin seyri, hicret esnasında meydana gelen olaylar.
Mübarek
Medine şehri, İslâm'a gönül vermiş yiğitler için sağlam ve korunaklı bir yer
olduğu için Hz. Peygamber'in (s.a.v) hicret edeceğinin kesin bir durum olduğu
ve bunun Resûlullah Efendimiz'in [sallallahu aleyhi vesellem] aklından geçtiği
kâfirlerce anlaşıldı. Bu yüzden cihanı aydınlatan iman kandilini söndürmek
şeklindeki bâtıl düşünceleriyle Dârünnedve'de (Mekke şehri içinde bir evdi ki
Kureyş büyükleri Önemli işlerini orada konuşur ve mütalaa ederlerdi)
toplandılar. Rahatlarını kaçıran o güne "yevmü'z-zahme" [sıkıntı günü]
denmiştir. Bu uğursuz günde lânetli şeytan çok yaşlı bir kimse şeklinde Kureyşliler'in
toplandıkları yere dahil olarak fikir alışverişi içinde sözler söylemeye
başladı. Mecliste bulunanlar dalâlete esir o ihtiyarın yanında hakikati beyan
etmekten çekindikleri için ihtiyar, "Ben dünyanın sıcağını ve soğuğunu
görmüş, günlerin getirdiği hadiselerin çeşnisini tatmış olduğum için gücüm
yettiği kadar size yardım etmek için Necid dağı gibi uzak bir yerden gelip izin
istemeden meclisinize girdim" dedi.
Kâfirler
Şeyh-i Necdî'nin de peygamberin ortaya çıkmasından mustarip olduğunu görünce
"Merhaba sana ey müşfik baba!" diyerek görüşmelere başladılar.
Akıbeti fena Ebü'l-Bahterî b. Hişâm herkesten önce murdar ağzını açıp
Resûlullah Efendimiz'in [aleyhisselâm] zindana hapsedilmesi hakkında görüş
bildirdi. Şeyh-i Necdî, bu görüşe itibar ve iltifat göstermedi, kirli yüzünü
Ebü'l-Esved b. Rebîa b. Amr b. Lüey tarafına çevirdi. O da Peygamber
Efendimiz'in (s.a.v) mübarek zatının
Hicaz toprağına alınmamak şartıyla Hicaz sınırlarından dışarı çıkarılmasını
teklif etti. Şeyh-i Necdî buna da itiraz ederek, "Siz Muhammed'in kadri ne
kadar yüce bir zat olduğunu bilememişsiniz. Âlemdeki ediplerle Arap ve Acem'in
söz ustalarının hep gönüllerini kazanacağını anlamamışsınız. O eşi olmayan
sevgili, hangi kabileye teşrif etse o kabilenin en yüce ve en aşağısından kim
olursa onun güzel yüzünü gören elbette onun güzelliğine pervane olur ve ona
tâbi olanların halkasına girer. 'Katre katre ebr bâred âkıbet deryâ şe-ved'
[Bulut damla damla yağar, sonunda derya olur.] mısrasında ifade edildiği gibi
birkaç damla hükmünde olan ehl-i iman giderek koca bir umman olur" dedi ve
Ebû Cehil'e yöneldi. Alçak Ebû Cehil, kirli ağzını açtı. Onun, "Bana
kalırsa her bir kabileden birer adam seçilip bunlar vasıtasıyla Muhammed'in
ruhu bedeninden ayrılırsa her kabile hissesine birer damla kan isabet eder.
Abdümenâf'ın yiğitleri Arap kabilelerinin hepsiyle savaşamayacağı için işin önü
alınmış olur zannederim" demesi ve Şeyh-i Necdî'nin de Ebû Cehil'in
fikrini desteklemesi üzerine teklif mecliste bulunanlar tarafından da güzel
bulundu ve kabul edildi. Bunun üzerine meclistekiler dağıldı.
Bu kararı
müteakip Cibrîl-i Emîn inip, "Yâ Resûlallah! Gaybı bilen Cenâb-ı Hak
(O'nun zatını noksanlardan ve ayıplardan tenzih ederim) bu gece yatağınıza
yatmayıp sabahla birlikte Medine-i Münevvere'ye gitmenizi emretti" diyerek
elçilik vazifesini yerine getirdi. Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi
vesellem] Hz. Ali el-Murtazâ'yı [kerremallahu vechehu] kendi yatağına
yerleştirdi ve ona düşmanların hilelerinden güvende olduğunu bildirdi. Allah'ın
aslanı Hz. Ali [rayallahu anh] yüce iradenin gereği olarak Resûlullah
Efendimiz'in (s.a.v) yeşil elbisesine sarılıp
onun uğrunda fedakârlığı hakkıyla yerine getirdi.
Hava
kararınca Ebû Cehil, Ebû Leheb, Übey b. Halef, Büneyye ve Müneyye b. Haccâc,
Nadr b. Hâris, Ukbe b. Ebû Muayt, Hakim b. Âs ve Talha b. Adâ ile Arap
eşkıyalarından daha pek çok edepsiz ve lânetli kimse genişçe bir yerde toplanıp
kalplerindekini yerine getirmeye koyuldular. Mahlûkatın peygamberi Efendimiz'in
(s.a.v.) mübarek evine yöneldikleri sırada Ebû Leheb'in fikriyle Arap
kavimlerinin ittifakını Benî Hâşim ve Benî Abdülmuttalib ile îmâ eylemek ve
Resûlullah Efendimiz'i [sallallahu aleyhi vesellem] kaçırmamak üzere ev
etrafında dolandı. Sabaha kadar muhafızlığa gözünü dört açarak güç bela yerine
getirdi. Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi vesellem] ise tam bir büyüklük ve şan
ile mübarek evinden çıkarak yüce Yâsîn sûresini okudu. Yerden bir avuç toprak
alıp o lânetli kalabalık üzerine savurdu. Allah Teâlâ'nın hikmetiyle
lânetlilerin gözlerine bir perde çekildiğinden yürüyen bir ruh gibi aralarından
geçti, işte bu saçılan toprak her kimin başına isabet ettiyse Büyük Bedir
Savaşı'nda helâk cehennemine düştüler.
Hz. Murtazâ
tam bir ihlâsla Resûlullah'ın vekilliğini üstlenip onun yatağında istirahat etmekteyken
Hak Celle ve Alâ hazretleri Cibrîl ve Mîkâil aleyhime's-selâma, "Takdirim
gereğince eğer ikinizi bir kardeş gibi yaratıp birinizin ömrünü çok, birinizin
ömrünü az yaratsaydım, az ömre razı olup da çok ömrü kardeşine vererek
kardeşlik yolunda hanginiz fedakârlık ederdi?" meâlinde hitap edince,
"Gaybı bilen ilâhımız! Bizim kendi isteğimizle bir nefes ömrümüzü
bırakamayacağımız malumdur" şeklinde cevap aldı. İkinci defada,
"Sizler niçin Muhammed (s.a.v.) uğrunda can feda edip onun hayatını tercih
eden Ali el-Murtazâ gibi olamadınız? Şimdi ikiniz birden yeryüzüne inin.
Velilik bağının gülünü düşmanların zarar vermesinden korumayla meşgul
olun" şeklinde ilâhî hitap geldi.
Bunun
üzerine Cibrîl a.s, Hz. Ali'nin k.v. başucuna vardı; Hz. Mîkâil a.s. de ayakları
ucuna dikilerek sabaha kadar kendilerine verilen görevi yerine getirdiler (Hz.
Rûhu’l-Emîn (s.a.v.), Hz. Haydar hakkında, "Yâ Ali! Âlemin yaratıcısı,
melekler âleminde seninle iftihar etmektedir" övgüsüyle onun ömrünün çok
olmasına dua etti. Mîkâil de âmin sedasını Allah katına ulaştırdı). Sabah vakti
yaklaşınca lânetli şeytan, insan sûretine girip müşriklerin toplanma sebebini
sordu. Sessizlik cevabını aldığından keskin bir âh çekip, "Eyvah! Başınıza
serpilmiş olan toprağa bakılırsa Muhammed sizi çiğneyerek geçmiş
gitmiştir" söz söylemesiyle her biri başını yoklayıp toza bulanmış
buldular. Fakat kapı aralığından Hz. Peygamber'in (s.a.v.) evine casus
bakışlarıyla göz atarak bir zatın onun yatağında yeşil bir hırkaya bürünüp
uyumakta olduğunu görünce, peygamberlik makamının sahibi Efendimiz'dir
[aleyhisselam] zannıyla evin içine girmeye cesaret ettiler. Hz. Murtazâ
[radıyallahu anh] bunların içeri girmeye cesaret ettiklerini anlayarak kalkınca
Kureyş'in lânetlileri büyük bir üzüntü ve telaşla Peygamber Efendimiz'i
[salllallahu aleyhi vesellem] sordular. "Sabaha kadar evin etrafını
beklediniz. Şimdi o mübarek zatı yine benden mi soruyorsunuz?" cevabını
alınca onu bir saat kadar tutup daha sonra Ebû Leheb'in fikriyle saldılar ve
peygamberliğin sığınağı Resûlullah Efendimiz'i (s.a.v.) aramak için kolları
sıvadılar.
Sıddîk-ı
Ekber [radıyallahu anh] çoktan beri hicret arzusunda olduğundan satın almış
olduğu iki devenin birini peygamberler kervanının başı Efendimiz
aleyhi's-salâtü ve's-selâma verdi. Beğendiği devenin kabul edilmesini
kendisinden rica edince o da parasını almazsa deveyi kabul etmeyeceği cevabını
verdi. Resûlullah Efendimiz daha sonra bu deveye Ced'â adını vermiştir.
Sevr
dağındaki mağarada üç gün kadar kalmak gerekeceği için kabilesinden Abdullah b.
Uraykıt'ın kılavuzluğu konusunda kendisiyle anlaşıldı. Sıddîk-ı Ekber'in r.a. kölesi
iken âzad edilen Âmir b. Füheyre, her gece karanlıkta biraz süt getirmek ve
büyüklük ve heybeti dolayısıyla Abdullah b. Ebû Bekir'i de gündüzleri
kâfirlerin bulundukları yere varıp duyduğu olayları geceleyin haber vermek gibi
önemli hizmetlerle görevlendirdiler. Diğer yol tedariklerini hazır hale getirip
Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk refakatinde Sevr mağarasına yola çıktılar.
Yola
çıkanlar veda gözyaşları dökerek Medine yoluna düştüler ve o gece Sevr
mağarasına ulaşıp düşmanların gözlerinden saklandılar. Mağara kapısında Râ
isminde uzun bir ağaç ortaya çıktığı gibi iki güvercin de yaratılarak mağaranın
girişine yuva kurmuş ve birkaç tane de yumurta bırakarak kabarmaya bile
başlamışlardı. Bunlar din düşmanlarının mağaraya girmemeleri için mağara
kapısına bir set olmuştu. Bunu müteakip melekût âleminin otağına kurulmuş
kumandanı Peygamber Efendimiz'in [sallallahu aleyhi vesellem] perdedarlık
vazifesi şerefine ermiş olan küçük bir örümcek, mağaradaki açıklık üzerine
düşmanların gözlerine demirden bir hisar görünürcesine çabucak bir perde
asmıştı.
Kureyş
alçakları bu hadisenin sabahında iz sürme işinde meşhur Kürz b. Alkame'yi yanlarına
alıp onları aramaya koyuldular. Fakat peygamberlik semasının güneşi
Efendimiz'in (s.a.v) yeryüzü burcunun ışık kaynağı olan mübarek ayağı,
düşmanların yaralı gözlerine de güneş oldu ve Kürz b. Alkame'den başka bir şey
göremediler. Hatta Kürz b. Alkame'ye tâbi olmaları bir iz görmelerinden değil, onun
iz sürmede ufukları aşmış olan şöhretinden kaynaklanıyordu. Kürz b. Alkame
giderek Sevr mağarasına vardı. "Ey Arap'ın ileri gelenleri! Aradığınız, bu
mağaradan ileri geçmemiştir. Eğer emelinize ulaşmak istiyorsanız mağaraya
girin" deyince mağara önünde ortaya çıkıp öte tarafa geçen ağaç, örümcek
ve güvercinin garip hikâyesi Kureyşliler'in zihinlerini kurcaladı. Kürz b.
Alkame'nin ifadesine kulak verip itibar etmediler. Mağaranın etrafını aramaya
devam ettiler ve daha sonra Kureyş'in büyüklerinden Ümeyye b. Halefin, "Ey
kavim, boş yere zahmet çekerek mağaraya girmeyin. Zira Muhammed'in doğumundan
kırk sene evvel kapısında örümceklerin perde çektiği bu mağaranın içinde insan
bulunmasına imkân yoktur" demesi üzerine ümitsizlik içinde geri döndüler.
Güvercinler
peygamberliğin zirvesindeki güneş Efendimiz aleyhi's-salâtü ve's-selâma,
müşriklerin geri döndüklerini lisan-ı hal ile haber verdi. Âleme ışık saçan
güneş, üç defa nöbet değiştirinceye kadar Sevr mağarasında kaldılar. Daha sonra
develeri getirterek dolunay gibi mağara kapısından çıkıp dışarıya nurlar saçtı.
Dört bir yanından, "Allah'ın yardımı seninle olsun" gizli sedası
kulaklara doldu. Hz. Sıddîk-ı Ekber (radıyallahu anh] ile bir deveye, Abdullah
ile yanında bulunan Âmir de bir deveye binip sahil tarafından Medine-i
Münevvere'ye doğru dizginleri salıverdiler, öğle vakti girerken rastladıkları
büyük bir taşın gölgesinde biraz dinlenmek için oturduktan sonra koşar adım
harekete geçtiler. Bir zaman sonra Kudeyd denilen bir yere şeref verdiler.
Saîd'in annesi olan Âtike'nin evine inmeyi arzu ettiler. Âtike misafirlerini
ağırlamak için işe girişti. Fakat koyunları otlatılmak üzere uzakça bir yerde
bulunmasından dolayı yemeğin geç hazırlanacak olması sebebiyle utanç terleri
döktü.
Mucize
Mucizeler
gösteren önder, Âtike'nin evi etrafına gizlice göz gezdirerek çeşitli
hastalıkların hücumuyla şaşkına dönmüş ve bir köşede yıkılıp kalmış olan, gayet
zayıf ve güçsüz bir koyun gördü. Sahibinin izniyle ona taze bir hayat verdi. O
güçsüz koyun, anında yerinden sıçrayarak Resûlullah Efendimiz'in şanlı ve
mübarek huzuruna yüz sürdü, o da koyunun sırtını sıvazladı. Koyuncağız bu
iltifatla taze hayata kavuşup tutulduğu hastalıktan kurtuldu, memelerinden süt
akmaya başladı. O kadar çok süt verdi ki orada bulunanların hepsi açlıklarını
giderdikten sonra mevcut olan kap kacak da dolduruldu.
Bu
meşakkatli hicret yolculuğunda yaşanan edepsiz olayların biri şudur: Sahralarda
dolaşan müşrikler, büyük bir pişmanlık ve hüsranla geri döndükleri sırada Ebû
Cehil "Muhammed'i ya da İbn Ebû Kuhâfe'yi (yani Hz. Ebubekir’i) her kim
bulup getirirse veya gizlendikleri yeri haber verirse 100 deve
bağışlayacağım" diye vaatte bulundu. Bunun üzerine Sürâka b. Mâlik
el-Müdlicî, insanlığın efendisi Hz. Peygamber'i [sallallahualeyhi vesellem] bulmak
arzusuyla yola çıktı. Adım adım Hz. Peygamber'in varlığının kokusunu duymak ve
bunun sonucunda insanların ve cinlerin sultanı Efendimiz'in [sallallahu aleyhi
vesel-iem] kafilesini görmek hususunda şevk ve gayreti iyice arttı. Câhiliye
usulleri ile fal açtı ve bu fal gereğince emeline nail olacağını hayal ederek
aceleyle mahmuzladı. Nihayet Efendimiz aleyhi's-salâtü ve's-selâmın mübarek
sesini hissetti. Bir kurşun menzili kadar onlara yaklaştı. Cenâb-ı Sıddîk
[radıyallahu anh], Sürâka'nın yaklaştığını anlayarak, "Yâ Resûlallah!
Muhakkak bu iz sürücü bize yetişti" diye korktuğunu belli edince
Resûlullah Efendimiz (s.a.v) tarafından, "Üzülme, Allah bizimle
beraberdir" sözleriyle teselli edildi. Yine de ağlaması üzerine Hz.
Peygamber niçin ağladığını sordu. O da, "Yâ Resûlallah! Kendi halimi
düşünmem. Fakat efendimin kılına zarar gelmemesini isterim" deyince Hz.
Peygamber (s.a.v), "Allahım! Dilediğin surette bizi muhafaza eyle!"[3]
diyerek dua etti. Bunun üzerine Sürâka'nın ayakları dizine kadar yere battı. Sürâka
bu halin, Allah'ın Habîbi'nin duası sebebiyle olduğunu Peygamber Efendimiz'in
önceki hallerinden çıkararak, "Yâ Muhammed! Kurtulmam için dua edin de
buradan geri dönüp kâfirleri de geri döndürmeye çalışayım" şeklinde ricada
bulundu. Yine Resûlullah Efendimiz'in (s.a.v) duası sebebiyle içinde bulunduğu
güç durumdan yakasını kurtardı. İslâm'ın görkemli saltanatının giderek bütün
dünyayı kaplayacağını düşünerek emniyette olduğunu bildiren bir küçük yazı lütfedilmesini
istedi. Sürâka'nın istediği şey, Âmir b. Füheyr tarafından kaleme alındı ve
kendisine verildi. Bunun üzerine o da memnun olarak geri döndü, şirk ve
dalâletle çöllerde gezen kâfirleri döndürmeye gayret sarfetti.
Hicret
yolundaki bir başka önemli sıkıntı da Büreyde b. Husayb el-Eslemî'nin onlara
rastlamasıdır. Büreyde, Ebû Cehil tarafından vaat edilen develeri elde etmek
hevesiyle kabilesinden dövüş ve savaşa gücü yeten yetmiş yiğit topladı ve
Peygamber Efendimiz'in [sallallahu aleyhi vesellem] yolunu kesti. Sahih
rivayete göre Büreyde, Resûlullah Efendimiz'e (s.a.v) ulaştığı gece
aleyhi's-salâtü ve's-selâm hazretleri ismini sordu. "Büreyde'dir"
cevabını alınca, "İşimiz bitti" gibilerinden sözler söyledikten sonra
hangi kabileye mensup olduğunu sordu, "Elsem kabilesindenim"
karşılığını aldı. Efendimiz'in (s.a.v) sevinçle "selâmete eriştik"
mucizevi cevabı dilini süsledi. Bunu müteakip soyunun kime dayandığını sordu.
"Benî Sehm'denim" deyince, "Yâ Ebû Bekir! Nasibine fetih ve
zafer düştü"[4]
cevabıyla sözünü tamamladı. Büreyde, Hz. Peygamber'in bu derecedeki belâgat ve
fesahatini ve mübarek alnında parlayan nuru görünce yanında bulunanlarla
beraber müslüman olarak Resûlullah Efendimiz'i sallallahu aleyhi vesellem]
çöllerde gezen Mekkeli müşriklerin taarruzlarından korudu.
Ara söz
Büreyde
el-Eslemî (radıyallahu anh), yanındakilerin hepsiyle birlikte müslüman olduktan
sonra âlemlerin sultanı Resûl-i Ekrem Efendimiz'in [sallallahu aleyhi vesellem]
izniyle beyaz sarığını bir mızrağa bağlayıp bayrak kaldırdı. Davul ve zurna
gibi birtakım çalgı aletlerini topladı. Âlemin efendisinin saltanatını bildiren
nevbet davulunu çaldı. Böylece mağrur kâfirleri perişan ve tarumar etti.
Yol kılavuzu
olan ve ahir zaman saflarının imamı aleyhi's-salâtü ve's-selâm hazretlerinin
hicret ettiği haberi Medine'de bulunanların kulağına erişince onu karşılamak
için her sabah o ikbal kıblesine yönelerek Harre adlı mevkiye gider ve öğle
vaktinde güneşin sıcağına tahammül edemeyip geri dönerlerdi. Hicretin birinci
senesi 12 Rebîülevvel Pazartesi günü karşılama merasimini icra etmeye
giriştiler. Öğle vakti girdiğinde adeta
Yollarda
kaldı gözlerimiz gelmedi haber
Hâk-i
cenâb-ı südde-i devletmeâbdan
(Gözlerimiz
yollarda kaldı da bir türlü kutlu sultanın eşiği toprağından bir haber
gelmedi.)
diyerek geri
dönüp dinlenmeye çekildiler. Bu mesut vakitte Medine dışında bulunan bir Yahudi
Resûlullah Efendimiz’in (s.a.v) kafilesinin zuhur ettiğini görüp “Ey şerefli
kimseler! Beklediğiniz zat, yüzünü gösterdi.” diyerek etrafa şeker gibi müjdeli
sözler saçtı. Hayırlı ensar, mutluluk gözyaşları dökerek ve hepsi birden
silahlanarak aceleyle Hz. Muhammed'in [sallallahu aleyhi vesellem] ayağı
tozuyla yüzlerini aşındırmak üzere Harre mevkiine doğru yol aldılar ve onun
ayağını öpmeye mazhar olarak Allah katında makbul kullardan oldular.
Ahalinin
bütün ileri gelenleri Arapların ve Acemler'in efendisi Resûlullah Efendimiz'in
[sallallahu aleyhi vesellem] mübarek ayağı toprağına yüz sürerek türlü türlü
dua ve selâmla güldestesini andıran samimiyet ve bağlılıklarını arzettiler. Medine-i
Münevvere ahalisi arasında peygamberlik güneşinin doğduğu haberi yayılınca
feyizle dolu mübarek müminler topluluğu memnun oldu, şiarı alçaklık olan
müşrikler ise üzüldüler. Hepsi birden karşılama yerine yönelip Peygamber
Efendimiz'i (s.a.v) görmeye ve onun yüzünü seyretmeye gitti. Müslümanlar,
muvahhidler hoş geldin merasimi sırasında,
Beyit:
Merhabâ ey
gonca-i nevres nihâl-i i'tidâl
Hayr-makdem
ey gül-i nevhîz-i fırdevs-i cemâl
[Ey taze
gonca, ey adalet fidanı, merhaba! Ey güzellik cennetinin yeni bitmiş gülü, hoş
geldin.]
anlamında
birtakım şevkli beyitler, hoşa giden bazı şiirleri düşünceye tesir eden
nağmelerle söyleyerek gamın yolunu kestiler. Halk bu kutlu gelişi seyretmek
için saygıyla ayakta durup,
Veda
tepesinden ay doğdu üzerimize
Allah'a
sığındığımız sürece şükür bize vâciptir
Ey bize
gönderilen elçi, güzel bir sözle bize geldin
Bize sevinç
ve neşe getirdin, ey hayırlı davetçi hoş geldin.
Yesrib'in
her bir parçası için ebedî şeref bahşettin.
Tüm putları
ve benzerlerini kaldırıp itaat edilmeye layık din yolunu aydınlık ettin, ayağa
kaldırdın.
Beyitlerini
söylüyorlardı.
Daha sonra
Peygamber Efendimiz'in kafilesi Kubâ adlı yere yönelip Benî Amr b. Avf'ın
bulunduğu yerde yerleşmiş olan Ümmü Külsûm bint Hidm ya da Sa'd b. Hayseme'nin
mübarek evine şeref vererek birkaç gün kaldı. Gelen ilâhî ferman üzerine Kubâ
Mescidi'nin inşa edilmesine başladılar.
Nebîler
kervanının önderi Resûlullah [aleyhisselâmj Mekke-i Mükerreme'den hicret
ettikten sonra müminlerin emîri Hz. Ali (kerremallahu vechehû], Mekke'de üç gün
daha kaldı, emin ve vaadine sadık Peygamber Efendimiz'e (s.a.v) bırakılan
emanetleri sahiplerine ulaştırdıktan sonra Medine-i Münevvere'ye hicret etti.
Rivayete göre kâfir alçaklar, Düldül'ün süvarisi aslan Ali ile uzun uzadıya
konuşmaya başlayarak büyük bir mücadeleye giriştilerse de galibiyet ve zaferin
güzel yüzü Hz. Haydar'ın kılıcı aynasından yansıdı. İnsanlığın efendisi Hz.
Peygamber [sallallahu aleyhi vesellem] yukarıda zikredilen Kubâ mevkiinde
olduğu sırada Efendimiz'in (s.a.v) yanlarına gelme şerefine erdi. [5]
Hicretin
sonuçları ve önemi.
Hicretin önemini ve
sonuçlarını şöyle sıralayabiliriz.:
- Mekke dönemi sona ermiş Medine dönemi başlamıştır.
- İslamiyet baskı ve şiddetten kurtuldu ve daha
kolay yayılma imkânı buldu.
- Göç edenlere muhacir, Medine'de onları ağırlayan
ve yardımcı olan Medine'li müslümanlara Ensar denildi.
- Muhacirlerle Ensar kardeş ilan edilmiştir. Böylece
Müslümanlar arasında sosyal dayanışma artmıştır.
- Müslümanlar, Mekkeliler Karşısında siyasi bir güç
haline geldiler.
- İslâm dininin yayılması sağlandı.
- Hz. Muhammed (s.a.v.), İslâmiyet’in yayılması İçin
Mekke ve çevredeki diğer şehirlerle (Taif, Hayber, Tebük, Yemen) mücadeleye
başladı.
- Medine'ye Mescid-i Nebevi yapıldı.
- Müslümanlarla, Yahudiler ve henüz Müslüman olmayan
Araplar arasında Medine Sözleşmesi imzalandı. Bu anlaşmayla kişilerin
birbirleriyle ilişkileri düzenlendi. Şehre bir saldırı olursa birlikte savunma
kararı alındı. Şehrin yönetimiyle ilgili kararlar kabul edildi. Bu vatandaşlık
antlaşması İslâm tarihinin ilk anayasası kabul edilmiştir.
- Böylece İslam Devletinin temelleri atılmıştır.
- İlk İslam eğitim-öğretim kurumları oluşturuldu.
- Müslümanların Medine’ye yerleşmeleri Mekkelilerin
kullandığı Şam ticaret yolunu tehlikeye sokmuştur.
- Hicret olayı, Hicri takvimin başlangıcı kabul
edildi
Cehaletten, gafletten, kötü sıfatlardan ve kötülüklerden kaçmak.
Mümin her an hicret halindedir, daha doğruya, daha güzele doğru
yürüyüş, daha ileri menzillere ulaşmak için sefer halindedir. Bu bazen beldeden
beldeye doğru mekan değişikliği, bazen iç âlemin bir menzilinden öteki
menziline doğru hal değişikliğidir. Bütün hayat, bir yolculuktur, insan da
yolcu. Önemli olan bu yolculuğu hayırlı bir kulvarda ve hep hayra doğru
sürdürmektir. O yüzden hicret, sadece sosyolojik değil; aynı zamanda psikolojik
imkân değişikliğidir. İç âlemde yapılacak hicretlere engel hale gelen
topraklarda yapılacak tek hicret, oraları terk etmektir.
Birçok ayet ve hadislerle üzerinde durulan “iyi niyet”, “anne-babaya
iyilik” gibi birçok amel, peygamber lisanıyla “hicret” ayarında ameller olarak
ifade edildiği gibi, zor şartlar altında (fitne ortamında) dinin her tatbikinin
bir hicret olduğu, anne ve babaya yapılacak bir hizmetin hicretten daha
ehemmiyetli ve faziletli olduğu belirtilmiştir.
Şüphesiz amellerin kıymeti niyetlere göredir. Kimin niyeti neye ise,
eline geçecek olan da odur. Hicret de dini bir vecibe olduğuna göre, buradaki
niyet Allah rızasını taşımıyorsa, makbul olmayacağı ayetlerden ve hadis-i
şeriflerden anlaşılmaktadır. Nitekim Rasulullah’ın (s.a.v), “Küçük cihattan
büyük cihada döndük” (Beyhaki)
buyurmaları, asıl mücadelenin nefisle olan mücadele olduğuna, maddeden manaya,
nefsin arzu ve isteklerinden, Allah ve Rasulü’nün (s.a.v) emirlerine yönelmeye
olduğunu beyan buyurmuşlardır. İşte, gerçek hicret, nefisle mücadele ederek
kötü huylardan iyi huylara, hoş olamayan alışkanlıklardan iyi ve güzel olan
alışkanlıklara ulaşmaktır.
O halde bugün hicreti nasıl anlayacağız? Ya da bugün nasıl muhacir
olacağız? Bugün de günahlardan hicret ederek muhacir olunur. Asıl hicret de
günahlardan hicrettir. Nitekim Efendimiz (s.a.v) “Hicret iki türlüdür; biri
kötülüklerden hicret, diğeri de Allah ve Rasulü’ne hicrettir” (Taberani)
buyurmuşlardır. Diğer bazı hadislerinde de hicret hakkında şöyle buyurmuştur:
“... Hicret kötülüğü terk etmendir.” (Ahmed b. Hanbel) “Hakiki muhacir, hata ve
günahları terk edendir.” (İbn Mace) “Hakiki muhacir, Allah’ın haram kıldığı
şeyleri terk eden kimsedir.” (Ebu Davud) “Hicret hususunda en faziletli olan nedir
ey Allah’ın Rasulü?” diye soranlara, Rasulullah’ın (s.a.v) cevabı şöyle
olmuştur: “... Rabbim’in hoşlanmadığı tüm şeyleri terk etmendir.” (Ahmed b.
Hanbel)
Efendimiz (s.a.v), yukarıdaki hadis-i şerifte hicrete farklı bir mana
yükleyerek hakiki muhacirin Cenab-ı Hakk’ın yasakladığı şeylerden uzak duran
insan olduğunu ifade eder. Hicreti zahir ve batın olarak ele alırsak, zahir
yönünü onun Allah için düzenlenen seferler oluşturur; batıni yönünü de
günahlardan kaçınmak...
Şu bir gerçektir ki, tüm günah ve manevi hatalardan uzak kalmak
isteyen kimse, oturduğu muhite, ikamet ettiği yere de çok dikkat etmelidir. İyi
komşu, iyi arkadaşlar seçmelidir. Kötü ve ıslah olmak bilmeyen insanlardan
uzaklaşmalıdır. Nitekim Rasulullah (s.a.v) bu hususta sahabelerine şöyle bir
kıssa anlatmıştır:
“Sizden önce yaşayanlar arasında, doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam
vardı. Bu adam bir ara yeryüzünün en bilgin kişisini sordu. Kendisine bir rahip
tarif edildi. Adam ona kadar gidip, doksan dokuz kişiyi öldürdüğünü, kendisi için
bir tövbe imkânının olup olmadığını sordu. Rahip, ‘Hayır, yoktur!’ cevabını
verdi. Bu kestirme cevaba kızan adam, onu da öldürüp cinayetini yüze tamamladı.
Adamcağız, insanlara yeryüzünün en bilgin kişisini sormaya devam etti.
Kendisine alim bir kişi daha tarif edildi. Adam ona gidip, şimdiye kadar yüz
kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tövbe imkânı olup olmadığını sordu. Alim
zat, ‘Evet, vardır. Seninle tövben arasına kim perde olabilir ki?’ diye cevap
verdi ve ekledi: ‘Ancak, falan memlekete gitmelisin. Zira orada Allah’a ibadet
eden kimseler var. Sen de onlarla Allah ibadet edeceksin ve bir daha kendi
memleketine dönmeyeceksin. Zira orası kötü bir yer’ dedi. Adam yola çıktı.
Giderken, yarı yola varır varmaz, ölüm meleği gelip ruhunu aldı. Rahmet ve azap
melekleri adam hakkında ihtilafa düştüler. Rahmet melekleri, ‘Bu adam tövbekâr
olarak geldi. Kalben Allah yönelmişti’ dediler. Azap melekleri de, ‘Bu adam
hiçbir hayır işlemedi’ dediler. Onlar böyle çekişirken insan suretinde başka
bir melek yanlarına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Hakem
onlara, ‘Onun çıktığı yerle, gitmekte olduğu yerin arasını ölçün. Hangi tarafa
daha yakınsa, ona teslim edin’ dedi. Ölçtüler ve gördüler ki, gitmeyi arzu
ettiği iyiler diyarına bir karış daha yakın. Onu hemen rahmet melekleri
aldılar.” (Buhari)
Peygamberimiz’in (s.a.v) hadisinden de anlaşılacağı üzere dinin
hükümlerini yerine getirmek ve kurallarını yaşamak için, ikamet edilen muhitin
çok önemi ve faydası vardır. Eğer oturulan muhit, günah ve kötülüklerden uzak
iyi insanlardan oluşuyorsa, orada Allah’ın ve Rasulü’nün (s.a.v) emirleri
rahatça yerine getirilebilir. Bunun aksi ise, oradan hicret edip, İslam’ın
hükümlerinin yaşandığı yere, beldeye veya en azından yaşamak isteyenlere engel
olunmayan yerlere hicret edilebilir. Zira Rasulullah (s.a.v) bu hususta, “Kişi
dostunun dini üzerinedir. Öyle ise her biriniz, dost edindiği kimselere dikkat
etsin.” (Ebu Davud) buyurarak oturulan
muhitte komşu ve arkadaşlara dikkat edilmesi gerektiğini açıkça belirtmişlerdir.
[6]
Allah yolunda hizmet etmek,
Allah rızası için yapılan ve kulluk kapsamına giren her şeye ibadet
diyebiliriz. İbadet, maddi manevi bütün hayır çeşitlerini içine alır. Namaz
kılmak nasıl bir ibadet ise, fakirlerin ihtiyacını görmek, bir yetimi sevindirmek,
anne-babayı ziyaret etmek, Allah’ın dinini insanlara duyurmak için gayret
göstermek de bir ibadettir. Yolda insanlara eziyet veren bir taşı, bir engeli
kaldırmak bile güzel niyetle ibadet olur.
Cenab-ı Hakk’ın rızası için yapılan iyiliklere hizmet denir. İyilik
sadece insanlara değil, diğer canlı varlıklara da yapılabilir. Nefes alıp veren
her canlı hizmette hedeftir. Susuz bir insana su vermek kadar, içi yanmış bir
hayvanı sulamak da hizmettir. Bunun için tarihimizde, insanlara hizmet için
kurulmuş vakıfların yanında, diğer canlıların ihtiyaçlarını görecek vakıflar da
kurulmuştur.
Hizmetin her türlüsü, yapılması ve korunması istenen ilâhi bir
emanettir. Bu emanet onu güzel koruyan ve hakkını verenler için bir rahmettir.
Çünkü kul, Yüce Rabbi’nin emrettiği işleri yaparken, sırf Rabbi’nin rızası için
başkasının ihtiyaçlarını giderirken öyle büyük bir ahlâkı temsil eder ki,
Allahu Tealâ onunla meleklerine övünmektedir. Bu durumda, hak yolundaki küçük
bir hizmet, büyük bir rahmetin sebebi oluyor demektir.
Hak yolunda hizmet edenler, Yüce Allah’ın himayesi altındadır. Hizmet
içinde olanlar, hiç kesilmeyen bir rahmetin ve muhabbetin içinde yüzmektedir.
Rahmet Peygamberi (s.a.v)’ın şu müjdeleri hizmet aşıklarını coşturacak
cinstendir:
“Kim bir müminin dünya sıkıntılarından birisini giderirse, Allah da
onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim mümin kardeşinin
ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve ahiretteki ayıplarını örter. Bir kul
din kardeşinin yardımında bulunduğu sürece, Allah da onun yardımında olur.”
(Ebu Davud, Tirmizî)
Bir de şu hadisi dinleyelim:
“Bir mümin kardeşimin ihtiyacını görmek için koşuşturmam, bana şu
Mescid-i Nebi’de oturup bir ay itikâfa girmekten daha sevimlidir.” (Tebaranî,
İbnu Ebi’d-Dünya, Elbani)
İşte bunun için arifler, “hizmet, nafile ibadetten daha hayırlıdır”
kanaatine varmışlardır.
Hizmet, yapanlarına manevi bir tat ve zevk verir. Müminin, Allah için
yapabileceği son hizmeti de Onun yolunda can vermektir. Bu şehitliktir.
Şehitlik, bir anlamda canı verip cenneti satın almaktır. Bu yolda canını ortaya koymaya hazır bir
mümin, malını kenarda saklar mı hiç?
Hizmet edenler, ilk iyiliği kendilerine yaptıklarını bilmelidirler.
Herkes kendisinin hizmetle ihya olduğunu, hizmetin bereketiyle ayakta
durduğunu, yoksa kendi başına hiç bir işe yaramayacağını kabul etmelidir.
Ayrıca, bütün zamanlarda ve mekânlarda devam eden bir hizmeti, tek bir şahsın
eline mahkûmmuş gibi görmek, o hizmeti küçültmek ve öldürmektir.
Hizmette ben değil, biz anlayışı esastır. Hizmetin başarısının şahsa
değil, cemaate ait olduğu unutulmamalıdır. Çünkü Allah yolunda hizmete koşan
kimseleri yeryüzünde müminler, gökyüzünde melekler dua, istiğfar ve sevgileri
ile desteklemektedir. Bunun için hayırlı işlerdeki başarı tek bir şahsın olarak
görülmemeli. Birçok insanın hissesi olan bir şeye “benim” demek insafla
bağdaşmaz. [7]
Davet ve tebliğ için koşmak.
Kur’an-ı Hakim, gerek Rasul-i
Ekrem s.a.v. Efendimiz’in, gerekse diğer peygamberlerin insanlığa yaptığı
ebediyet çağrısını değişik ayetlerde iki temel kavram ile ifade etmektedir:
Tebliğ ve Davet.
Bu kavramlardan ilki, ilâhi
hakikatin erdirici soluğunun insanlığa ulaştırılması, duyurulması; ikincisi ise
yine bu çerçevede insanlığın ilâhi hakikatin rahmet sofrasına çağırılması
demektir.
Ancak tebliğ kelimesinin, davet kelimesine göre daha geniş bir anlam
çerçevesine sahip olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Zira davet, hakikatten
habersiz olan insanları ona çağırmayı anlatırken; tebliğ, gerek bu davetin
muhatabı olan (dışarıdaki), gerekse onu kabul etmiş bulunan (içerideki)
insanlara ilâhi hakikatleri farklı mertebelerde duyurmayı anlatır. Elbette
hakikatin bu iki sınıf insana tebliğ edilecek veçhe ve boyutları farklı
olacaktır.
Davete muhatap olan insana İslâm’ın ilâhi/evrensel doğruları ana
hatları ile ulaştırılırken, daveti kabul etmiş insana da, bu hakikatin ruhu
olgunlaştırıcı ve kişiyi kemale erdirici boyutları sunulacaktır.
İşte bu anlamıyla tebliğ, “irşad” kelimesi ile örtüşmektedir. İrşad,
hakikati kabul etmiş (mümin) kimseleri, imanın daha üst mertebelerine
ulaştırmak maksadıyla yapılan bir “olgunlaştırma” faaliyetidir. Aynı kökten
gelen “rüşd” (olgunluk), “râşid” (olgun)
ve “mürşid” (olgunluğa eriştiren) tabirleri dilimizde yaygın olarak kullanılır.[8]
Hakkı ve hakikati tebliğ, bozulmaya, çürümeye, aslından uzaklaşmaya
karşı bir uyarıdır. Hakka, adalete, barışa, huzura çağrıdır. İnsanın kendi
nefsini ve bütün insanlığı doğru yola sevk etme çabasıdır. Tebliğ, kalpleri
vahyin ilâhi ikliminde dirilmiş müminlere Cenab-ı Mevlâmız'ın verdiği bir
vazife, bir emanettir. Zira O, "siz vasat (orta yolda giden) bir
ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız" buyuruyor.
Bu vazife, en dar çerçeveden başlayarak bütün insanlığı kuşatacak
kadar geniş bir alana yayılır. Hiç şüphe yok, bütün müminler aile efradı,
dost-arkadaş çevresi gibi dar alanda bu vazifeyle mükellef olduğu gibi, bütün
insanlığın ilâhi hakikatlerle buluşması için gerekli imkân ve zemini
hazırlayacak faaaliyetlerle de mükelleftir.
Müslümanlar, İlâ-yı Kelimetullah dediğimiz bu vazifeye sadakatle bağlı
oldukları devirlerde şan ve şeref bulmuşlar, ihmal ettiklerinde ise zillete
mahkûm olmuşlardır. Diğer taraftan müslümanlar bu vazifeyi hakkıyla yerine
getirdiği dönemlerde yeryüzünde adalet ve barış hükümran olmuş, ihmal ettiğinde
ise fesat ve bozgunculuk yaygınlaşmış ve hatta meşru hale gelmiştir. Bu
hakikate tarih şahitlik ettiği gibi, insaf sahibi batılı düşünürler de bu
durumu itiraf eder.
Bir arifin şu tesbitlerini de dikkate almalıyız: Unutmayalım ki bütün yanlış ve sapık yolların
da bir mantığı, muhakeme tarzı ve felsefesi vardır. Onlar da kendilerini doğru
yolda sanır, haklı bulur. İyi bilinsin ki, insana gerçeği Allah gösterir, hakkı
o buldurur, doğru yola O hidayet eyler. O halde daima Allah'tan tevfikini refik
etmesini; hakkı, doğruyu buldurmasını istemek; dikkatli, ihtiyatlı, edepli,
saygılı olmak gerekiyor. [9]
Bu zamanda günahlardan hicret etmek, hayra ve iyiliğe koşmak,
kötülüklerden uzaklaşmak ancak bir mürşid-i kamilin rehberliğinde mümkün olur.
Fethullah Verkanisî k.s. hazretleri tasavvufun gösterişten, dünyaya yönelik çıkar hesabından arınıp ihlâsı elde etmek için olduğunu söylüyor. Bunun elde edilmesinin ise, kişide gerçekleşecek olan Allah sevgisine bağlı olduğunu bildiriyor.
Allah’ı sevmek ibadet etmeyi, O’na itaati kolaylaştırır. Kalbi sevgiyle dolu olan kişi için sevdiğine kulluk etmek, O’nun sözünü dinlemek en büyük zevktir. İbadet ve taat artık o kişinin gıdası gibi olur. Uzaklaşınca kendini kötü hisseder.
Allah Tealâ’ya bu yakınlığı elde etmenin ilk aşaması O’na yakın olanlarla, yani Allah dostlarıyla, salihlerle birlikte olmaktır. Bu salih insanlarla sözlü ya da sözsüz sohbet edilir, yakınlık kurulur. Onların konuşmaları, susmaları akla ve kalbe hitap eder.
Onların ortamında bulunmak diğer işlerin ağırlığından sıyrılmaya, kişinin kendini toparlamasına fırsat verir. Ahireti düşünmeyi ve böylece dünya hayatı hakkında doğru bilginin yenilenmesini sağlar.
Allah dostlarıyla birlikte olmak yalnızca bildiğimiz anlamda insanların bir araya gelmesi şeklinde değildir. Arada ne kadar uzaklık olursa olsun onları düşünmek, yanlarında ve yakınlarında olduğu duygusuyla hareket edip onları model olarak görmek, bir arada olmak gibi faydalıdır. Tasavvufta bu durum rabıta olarak adlandırılır.
Allah dostu aklında olan, onu yanındaymış gibi düşünen kişi, yapıp edecekleri hakkında daha hassas olur. Nefsini bu rabıtayla kontrol eder. Başkalarının tepkilerine göre değil, Allah dostu yanındayken nasıl davranacaksa öyle davranır.
Allah dostlarının yazdığı veya onların sözlerinin derlendiği kitaplarda okuduğumuz gibi, böyle bir rabıtayla irtibat kuran kişinin kalbine nur dolmaktadır. Kendisiyle manevi irtibat kurulan Allah dostunun kalbinden gelen bu nur kişinin kalbini temizlemekte, Allah Tealâ’ya yaklaşabilecek bir hale girmesini sağlamaktadır.
Yakınlığı elde etmek için yapılacaklardan biri de zikirdir. Farklı anlamlara gelebilen zikir, tasavvuf eğitiminde Allah Tealâ’nın isminin çokça tekrar edilmesi demektir. Kendisinden eğitim alınan Allah dostunun gözetimindeki bu tekrar, kalbi temizleyip nefsi terbiye eden bir etkiye sahiptir.
Yine tasavvufun yaklaştırıcı, yakınlaştırıcı usullerinden biri hatme-i hacegândır. Hatmede fatihalar, salavatlar, zikir ve dualar okunup din ve tasavvuf büyüklerine hediye edilir.
Allah sevgisi kalbe yerleşsin diye salih insanlarla bir arada bulunmak, onlarla irtibatlı olmanın yanı sıra onların kitaplarını okuyup tasavvuf ilmine dair doğru bilgileri edinmek gerekir. Tasavvufu kendince yorumlamak, mutasavvıfların belirlediği yolun dışına çıkmaya yol açar. Bu durum Allah Tealâ’ya yakınlaşmayı sağlamaz.
Allah dostları, kâmil mürşitler, Rasulullah s.a.v. Efendimizin manen mirasçılarıdır. Dinin hem zahirine büyük önem verirler, hem derin bir bâtınî kavrayışa sahiptirler. Allah yolunun piri, hocası, yol göstericileridir.
Allah sevgisini ve ihlâsı elde etmek isteyenler için, onlarla yakınlık kurup eğitim ve terbiyelerini kabul etmek en güvenilir yoldur.[10]
Bu zamanın insanlarını sâdâtın himmeti, mânevi tasarrufu olmadan
düzeltmek çok zordur. Çünkü fesat çoğalmış, her tarafı zorluk sarmış, sâdâtın
himmeti, Peygamberin (s.a.v) himmeti olmadan muvaffak olmak mümkün değildir.
Eğer bütün bu himmetler olmasa, Nakşidiye tasarrufu bulunmasa idi, bu zamanda
Allah'ın yolunu tutmak mümkün olmazdı. Çünkü insanda bir kuvvet kalmamış.
Eskiden insana musallat olan iki düşman vardı sadece: Nefs ve şeytan şimdi ise
onlardan başka bütün âlem, insanın dinine, imanına düşman olmuş, kuvveti
mâneviye olmazsa, Nakşibendî silsilesi ve onların himmeti bulunmazsa mücadele
edip muvaffak olmak mümkün olmaz. İnsan o güç ve tâkâti kendinde bulamaz. [11]
Sâdât-ı kirâm efendilerimizden ayrılmayalım. Onlardan ayrılmayan insan
her zaman kâr elde eder. Ama insan onlardan ayrıldığı zaman, en basit hastalığı
dünya sevgisine tutulmak olur. Çünkü bu zamanda Allah'tan, Peygamber'den,
evliyadan bahsedenini bulmak kolay değildir. Ancak yemekten, içmekten,
gezmekten, paradan vb. dünya sevgisini insana aşılayacak çok insan vardır.
Herkes, cebinde ne kadar para varsa onu harcıyor. Sâdâtı kirâm ise yanına
gelenlere Allah'ı, Peygamber'i, dini sevdiriyor. [12]
[1] Mübarek Erol, Hicret, Niyet Edilenedir, Semerkand Dergisi, Şubat 2004.
[2] Hüseyin Okur, Hicret, Semerkand Dergisi, Aralık 2009.
[3] Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, nr. 737
[4] Hattabî, Garîbü’l-Hadîs, 1/181
[6] Hüseyin Okur, Hicret, Semerkand Dergisi, Aralık 2009.
[7] Muhammed Emin Gül, Hezimet Değil Hizmet, Semerkand Dergisi, Şubat
2001.
[9] M. Saki Erol, Tebliğ, İnsanı Özüne Davettir, Semerkand Dergisi, Nisan
2002.
[10] Mehmet Ildırar, Allah Dostlarına Yakınlık,
Semerkand Dergisi
[12] Dr.Ahmet Çağıl, Yar İle Şimdi
Yorumlar
Yorum Gönder