İnsanın yaratılışında var olan yardımlaşma duygu ve düşüncesi,
insanlığın tarihi ile yaşıttır. Her toplum, yardımlaşma hususunda kendi
yaşadığı zamanın sosyal yapısını göre bazı faaliyetlerde bulunmuştur. Yardımlaşmanın
teşkilatlandırılmış en ideal şeklini ise, vakıf olarak görmekteyiz.
İslam
hukukunda vakıf muamelesi için "Vakıf", "Habs veya Hums" ve
"Sadaka" olmak üzere üç terim kullanılmıştır. Vakf veya vakıf
(va-ka-fe) kökünden arapça bir mastar olup; sözlükte;
"Habsetmek" manasına olup "Vakafe" fiilinin masdarıdır.
Bundan dolayı mahşerde insanların hesap vermeleri için hapsedildikleri yere
"Mevkıf" denilmiştir. Çoğulu "Evkaf"dır.[1]
Sözlükte “durmak, ayakta dikilmek, ayağa kalkmak, birini bir işe muttali
kılmak, şüphe etmek, incelemek, alıkoymak” gibi anlamlara gelen vakıf, bir
fıkıh kavramı olarak, çıplak mülkiyeti kamuya, menfaati ise lehine vakıf tesis
edilmiş bulunan hak sahiplerine ait olmak üzere bir malı bağışlamak veya
bırakmak demektir. Vakfedilen mala mevkuf, vakfedene ise vakıf denir.[2]
Istılahta: "Bir mülkün menfaatini insanlara tahsis
edip; aslını Allahu Teala'nın mülkü hükmünde olmak üzere, mülk edinme veya
edindirmeden alıkoymaktır"[3] şeklinde
tarif edilmiştir. İmam-ı Azam Ebu Hanife (rha) indinde vakıf; tıpkı ariyet gibi
caizdir, lazım değildir. İmameyn'e göre; "vakıf lazım ve sabittir,
vakfedenin onu iptal etmesi caiz değildir."[4] Fukaha;fetvanın
İmameyn'in kavline göre olduğunu tasrih etmiştir.
Terim olarak da; bir malı veya mülkü satılmamak kaydıyla ve
bazı özel şartlar çerçevesinde bir hayır işine tahsis etmek olduğu bilinen
vakıf, bu günkü anlamda,
Vakıf; kişinin taşınır veya taşınmaz mallarını hiç bir dış
tesir altında kalmaksızın, sırf kendi rıza ve isteğiyle şahsi mülkiyetinden
çıkarıp, hayır veya hasenat gayesiyle yine kendisi tarafından belirtilen şart
ve hizmetlerin yerine getirilmesi için ebedi olarak tahsis etmesidir.
Kök anlamın kapsamı ederek
genişlemiş ve bir malı; mülkiyetin nakli sonucunu doğuran tasarruflardan
menedip, gelirini sürekli olarak yoksullara tahsis etmek anlamını kazanmıştır.
Çoğulu "evkaf" ve "vukuf 'tur. Vakıf kelimesi bir isim olarak,
edilgen kök, yani "vakfedilen mal" anlamını ifade eder. Osmanlı
Devleti uygulamasında "evkaf ' tabiri, bu anlamda vakfın çoğuludur.[5]
Bu kelimeye
muharreme(dokunulmaz hale gelen),müebbede(ebedi kılan) veya cariye (devam eden)
gibi sıfatlar eklenerek vakıf anlamı kazandırılmıştır.[6] Hanefilerin
büyük çoğunluğu, işin başından itibaren vakıf terimi kullanmayı tercih etmekle
birlikte, bazı Hanefi hukukçuları, konu başlığı olarak" Vakıf ve Sadaka"yı
birlikte kullanmışlardır.[7]
İslam Peygamber'i Hz.
Muhammed (s.a.v) bazı hadislerinde vakıf yerine eş anlamlısı olan
"habs" kelimesini kullanmıştır.[8] İmam Şafii(rah)
ile Maliki hukukçular ve bunları izleyenler, Hz. Muhammed(s.a.v)'in ifadesine
sadık kalarak, vakıf için "habs" veya "hubs" ile çoğulu
olan "ahbas" terimini kullanmaya devam etmişlerdir.[9]
Vakıf yerine
"sadaka" kelimesinin kullanıldığı da olmuştur. Sadaka; yoksullara
Allah rızası için verilen şey, sevap kazanmak amacıyla hibe edilen mal,
demektir.[10]
Vakıf, bir hukuki müessese
olarak şöyle tarif edilmiştir: Vakıf; kendisinden yararlanmak mümkün ve caiz
olan bir malı, devamlı olarak Allah'ın mülkü olmak üzere temlik ve temellükten
menetmek ve menfaatini (gelirini), Allah rızası için bir hayır cihetine
tasudduk etmektir. Burada mal, vakfedenin mülkiyetinden çıkar ve Allah'ın
(toplumun) mülkü haline gelir.[11]
Ebu Hanife'nin tarifi
şöyledir: Vakıf, mülk olan bir ayn'ı, vakfedenin mülkiyetinde alıkoymak ve
gelirini yoksullara veya başka hayır yollarına tasadduk etmekten ibarettir.[12] Malikiler,
vakıfta ebediliği (te'bid) şart koşmazlar ve kısa süreli vakfı da geçerli
sayarlar. Bir ev, dükkan veya araziyi belli süre için kiraya verip, kira
bedelini hayır yoluna sarfetmek gibi.[13]
Vakfın sebebi;Allah’u Teala (cc)'nın rızasına yakınlaşmayı
talep etmektir"[14] (Dürri'l
Muhtar'da "Vakfın sebebi, dünyada insanlara ihsan ve ikramı, ahirette
sevabı irade ve kasdetmektir" hükmü kayıtlıdır. Mahiyeti aynıdır). Allah'a yakın olmayı arzulamak, O'nun
rızasını tahsile çalışmaktır.[15]
Esasen vakıf hadisesi,
Allah’u Teala'ya iman ve hesap gününe hazırlanma şuuru ile yakından alakalıdır.
Nitekim ilk vakıf Hz. İbrahim (a.s)'in gayretiyle vücud bulmuştur.[16] Halilü'r-Rahman vakfının özelliği budur.
İslam'dan önce Arabistan'da bilinen en eski vakıf Mekke'deki Kabe'dir. Kabe,
yeryüzünde ilk mabed olarak kabul edilir ve yapının temelleri Hz. Adem'e kadar
dayandırılır. Bugünkü Kabe şeklinin İbrahim Peygamber ve oğlu İsmail(a.s) tarafından
inşa edildiği Kur'an-ı Kerim'de bildirilir.[17]
İmam-ı Şafii
(rha):"Allah’u Teala’nın rızasını kazanmak maksadıyla yapılan vakıf;
cahiliyet ehlinden sadır olmamış, Müslümanlar tarafından vaki olmuştur"[18]
Esasen
vakfın hükmü; vakfedilen şeyin, vakfeden kimsenin mülkünden çıkması ve Allah’u
Teala (cc)'nın mülkü hükmüne girmesidir.[19] Bu sebeple;
alış-verişe, hibeye ve mirasa konu olamaz. Mülkünün bir kısmını vakfetmek
isteyen kimse; vakfedeceği şeyin mahiyetini, ne için vakfettiğini ve nasıl
kullanılması gerektiğini kat'i olarak beyan etmelidir. Vakfın rüknü; mülkün
vakfedildiğine delalet eden hususi lafızlarıdır. "[20]
İMAN EDİP İNFAK ETMEK, PAYLAŞMAK MÜSLÜMAN’IN ÖZELLİĞİDİR
Günümüzde
insanların en muhtaç olduğu ahlak cömertliktir. Sadece kendisini düşünen,
devamlı kendi çıkarlarının derdine düşen ve bütün nimetleri nefsine layık gören
bir insan, bu haliyle varlıkların en alt seviyesine düşmektedir. Çünkü, insanın
dışındaki her varlık, az da olsa bir başkasına hizmet eder, fayda verir.
Sadece kendisi için yaratılmış hiçbir varlık
yoktur. Bu varlıklar içinde en şerefli varlık olarak yaratılan insanın, sadece
kendisi için yaşaması, insanlara faydalı işlerden kaçması, hayır nedir
bilmemesi, iyiliği sevmemesi ne kadar üzücüdür. Kainata ibretle bakarsak şunu göreceğiz:
Bütün
yerler, gökler ve içindekiler insanın hizmetine verilmiş, ona boyun eğdirilmiş
ve ihtiyaçları için feda edilmiştir. Yani kainat insana infak edilmiştir. Bu
durum insandan değil, Rahman ve Rahim olan Allah’u Teala’nın rahmet ve
kudretinden kaynaklanan bir ihsandır.
Yoksa insanın bir tek hücreyi yaratma ve
yaşatma imkanı olabilir mi? İnsan her şeyi ile hazır bir aleme getirilmiş,
kendisine üstün kabiliyetler ve geniş yetkiler verilmiştir. Bunun için insandan
büyük bir vazife beklenmektedir.
İnsana
düşen vazife, kainattaki bunca rahmeti görüp Yüce Yaratıcısını tanımaktır. Onu
tanıyan sever, seven emrine itaat eder. İtaatin aslı rızadır. Rıza, teslimiyeti
gerektirir. Teslimiyet haya ve edep ister. Bütün bunlar Yüce Yaratıcıyı
tanımaktan ve ona saygıdan kaynaklanır. Bu hale marifetullah denir.
Marifetullah
Allah’u Teala’yı şeksiz şüphesiz bir şekilde tanımak ve sevmektir. Bu hal
kalple olur. Kalp gaflet ve isyan gibi manevi kirlerden arındırılır ve ilahi
nurla aydınlanırsa, Yüce Yaratıcısını tanır, sever ve rızasına ulaşmak için can
atar.
İlahi
nurla aydınlanamayan bir kalp ve akıl, eşyayı gerçek haliyle tanıyamaz. İçinde
saklanan mana ve hikmeti okuyamaz. Her şeyin Yüce Allah’ın iradesi, rahmeti,
kudreti ve hikmetiyle vücut bulduğunu, O’ndan gelip ona döneceğini anlayamaz.
İnfak iman ve ilimle olur.
İnfakın her zerresi rahmet sebebidir. İnfak her yönüyle
israftan ayrı bir şeydir. İkisinde de mevcut imkanı kullanma, malı elden
çıkarma ve harcama vardır. Fakat israfta his ve şehvet söz konusudur. İsraftaki
hedef Allah’ın rızası değildir. Nefsin hevasıdır. İsrafın her türlüsü zarardır
ve haramdır.
Müsrif,
Allah’u Teala’nın kendisine verdiği nimetleri hedef ve hikmetine göre
kullanmayan, nimetleri haram olarak harcayan ve haddi aşan kimse demektir. Herhangi
bir azası ile günah işleyen kimse, o azaya bahşedilen hayat, kudret, hikmet,
ibret ve yaratana muhabbet nimetlerini israf etmiş demektir.
Kamil
müminin en önemli sıfatları eminlik ve cömertliktir. Mümin, insanların hatta
hayvanların bile kendisinden emin olduğu ve fayda gördüğü kimsedir. Mümin
emindir ve emniyet verir. Çünkü o, Cenab-ı Hakk’ın “el-Mümin” ismi şerifinin
tecellisine mazhar olmuştur.
Cenab-ı
Hakk’ın bir güzel ismi de “el-mümin”dir. Allah (c.c) emindir, emniyet verendir.
O, dostlarını üzmez ve kendi hallerine terk etmez. Onlara verdiği sözden
dönmez. Allah’u Teala düşmanlarına bile haksızlık etmez. Haksızlığı kendisine
ve kullarına haram kılmıştır. Bütün yaptıkları rahmet ve adalettir.
Bu
ilahi ahlak mümine öyle yansımıştır ki sonunda mümin, Yüce Allah’ın boyasıyla
boyanmış ve bu ahlak kendisinden hiç ayrılmayan bir sıfat halini almıştır. Onun
için Cenab-ı Hakk, mümini Kur’an’da çok kere bu isimle anmıştır.
Bütün
mahlukat gerçek müminden yana emniyet ve selamet içindedir. Onun için mümin
nefsine ve başkasına zulüm edemez. Bütün davranışları şefkat ve adalet
olmalıdır. Müminin cömertliği ise Rahman ve Rahim olan Allah’u Teala’yı yakinen
tanımasından ileri gelmektedir.
Arifi
billah Hakim et-Tirmizi’nin belirttiği gibi,“Gerçek İslam, Allah’u Teala’nın
haklarını korumak için malını ve canını onun yolunda vermekten ibarettir.“[21]
Allah
yolundaki infak, kalpteki iman ve irfan için bir ölçüdür. Allah için malını
veremeyenler canını hiç veremezler. Malından ve canından cimrilik edip Hakk’ın
ve halkın hukukunu çiğneyenler, dünya ve ahiret mutluluğuna eremezler. Ruhun
saadeti Allah için sevgi ve hizmette gizlenmiştir.
İnfakın
çeşitleri pek çoktur. İnsan Allah’u Teala’nın kendisine bahşettiği maddi-manevi
her türlü nimetten başkasına harcayabilir. Hayatta olan herkesin, başkasına
ikram edebileceği bir çeşit nimeti muhakkak vardır. Yeter ki insan o nimetten
gafil ve cömertlik şerefinden mahrum olmasın.
Allah’u
Teala’yı yakinen tanıyan müminler, canları dahil bütün sahip oldukları şeylerin
gerçekte ona ait olduğunu bilirler. Onun için bütün benlikleriyle onu severler.
Bu öyle bir sevgidir ki ondan birazcık tat alanlar, Yüce Mevla’nın rızası için
canlarını ve mallarını hiç çekinmeden feda ederler. Allah’u Teala bu kişileri
bize şöyle tanıtmaktadır:
“İnsanlardan öyleleri vardır
ki, Allah’ın rızasına ulaşmak için kendisini feda eder.“[22]
Allah
için canını severek veren kimsenin, malını verirken kalbi korkar, eli hiç
titrer mi? Elbette ki hayır. Ama bu hal sevgi ile olur. İşte bu sevgi zor işler
başarır. O zaman kalp boş korkulardan kurtulur ve huzura ulaşır.
Büyük
müfessir Fahruddin Razi (rah) şöyle diyor :
“Allah
için din yolunda yapılan bütün mücahede, mücadele ve masraflar bu ayetin övdüğü
fedakarlığa girmektedir.“[23]
Erkek-kadın
her mümin, az da olsa bu ahlaktan bir pay sahibi olabilir ve olmalıdır. Böylece
Yüce Yaratıcıyı tanımanın tadını almalı, onu sevmenin farkını ise
göstermelidir.
Arifler,
‘Bir kalbi Allah sevgisi doldurduğu zaman, onun korkusu gider; kalp kuvvetlenir
ve sevinçle dolar.’ diyor.
Buradaki
sevinç kula her fedakarlığı yaptırır. Bu sevgiyi ortaya koymanın çok çeşitli
yolları ve şekilleri vardır.
Bütün
hayırların temeli Cenab-ı Hakk’ın sevgi, destek ve rahmetidir. Buna Allah’ın
hidayeti ve inayeti denir. Allah’u Teala bir kalbi açar ve muhabbetiyle
doldurursa, o insan artık bütün güzelliklerin kaynağı olur.
Şu bir gerçektir ki insanın kalbi açılmadan
eli açılmaz. Kalbe ilahi nur girmeden de kalp açılmaz. Müminin kalbine giren
iman nuru kalpten ilk olarak inkar ve şirki temizler. Sonra cimriliği ve
bencilliği yok eder.
Yüce
dinimiz İslam infakta bulunmayı, iyilik ve hayırda yarışmayı toplumdaki fakir,
düşkün ve kimsesizlere yardım eli uzatmayı teşfik etmektedir. İman edip infak
etmek, paylaşmak Müslüman’ın özelliğidir. Çünkü mülk Allah’ındır, servet insana
emanettir. Mü’mine bu emaneti nasıl koruduğunu ve nereye harcadığının hesabı
sorulacaktır.
VAKIF DÜNYALILARI AHİRETE TAŞIMA YÖNTEMİDİR
Vakıf;kitap, sünnet ve
sahabe-i kiram'ın icmaı ile sabit olan İslami bir müessesedir. Zira
rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v) Medine'deki yedi bahçeyi
vakfetmiştir. Aynı şekilde sahabeler ve Hz. İbrahim (a.s) de bazı emlaki
vakfetmişlerdir. Bu vakıflardan bazıları varlıklarını günümüze dek devam ettire
gelmişlerdir.[24]
Bunların
yanı sıra günümüzde bu anlayışın bir ürünü olarak camiler, mescidler,
medreseler, kütüphaneler, zaviyeler ve kervansaraylar hep "vakfın"
önemini kavrayan mü'minlerce meydana getirilmiştir. Anadolu'nun büyük bir
bölümünde "vakıf' arazilerine rastlamak mümkündür.
Ashab-ı Kiram’dan günümüze
dinin öğretilmesinde, resmi görevlilerin dışında özel gayretlerin büyük etkisi
vardır. Tarih boyunca mutasavvıflar, meşayih, salih zatlar, ihvan öncelikle
dini yaşamayı, sonra örneklemeyi ve öğretmeyi hedef edinmişlerdir. Günlük
hayatlarında, sohbetlerinde, kitaplarında daima bu esasa göre hareket
etmişlerdir. Nitekim tasavvuf erbabı dinin yayılmasında asırlar boyunca birinci
etken olmuştur. Dinin öğrenilmesindeki bu rolü sebebiyle dergahlara “halk
mektebi” de denmiştir. Günümüzde de bütün İslam coğrafyasında dergahlar,
cemaatler, onların sohbet meclisleri ve vakıfları aracılığıyla bu eğitim
faaliyeti -şükürler olsun- devam etmektedir.[25]
İşte
varlığıyla insanoğluna hayatında da memetındada hizmet eden kuruluş olan vakıf
insanın ölümünden sonrada ismini ve eserini yaşatan kurumdur, ölümlü ve geçici
olanı ebedileştirme, dünyalıları ahirete taşıma yöntemidir.
Gavs-ı
Sani’nin (k.s) buyurduğu gibi:
“Vakıf
hizmetleri iyi bir mümin olmayı öğretir. Bu vakıf işi için gayret edin. Bu
hizmet, önünüze gelen bu iş, size bir devlettir. Bunun kıymetini bilin, bunu
iyice alın, saklayın, muhafaza edin, kapınızın, evinizin içinde tutun. Eğer
elinizden kaçırırsanız, eline alan bir daha sizin elinize geçirmeyecektir. Bu
fırsatı bir daha bulamazsınız.”
Gavs
hazretlerinin de buyurduğu gibi vakıf hizmetlerinde canla başla çalışıp gayret
etmek bitmez tükenmez bir servettir. Eğer dinin emrettiği tevazu ve mütevazilik
elden bırakılır, hoşgörü ile devam edilmezse, menfaati çok büyük olan bu
hizmet, bu davranışlardan dolayı bir başkasının eline geçebilir. Eğer bu
hizmeti eline geçiren bu menfaatin farkına varır da kurallara uygun hareket
ederse bir daha bu hizmet eline geçmez. Onun içindir ki ey mü’min elindeki
nimetin farkında ol…!
Vakıf
insanı gönlü zengin insandır. Kalbi zengin olana, cüzdan fakirliği zarar
vermez. Kalbi fakir olana da cüzdan zenginliği bir fayda vermez. Ancak onun
fakirliğini arttırır.
Allah
Teala Kur’an-ı Mübinde şöyle buyrulur.“O
Takva sahipleri kendilerine rızık olarak verdiğimiz her şeyden (Allah yolunda) infak ederler“Bakara suresi ayet-3
“Allah mü’minlerden canlarını mallarını
cennet mukabilinde satın almıştır….”
Tevbe suresi ayet-111
Ebu
Hureyre (r.a)’dan rivayetle Peygamber Efendimiz(s.a.v)şöyle buyurmuştur:
“İnsan öldüğü zaman amel defteri kapanır. Üç
şey bundan müstesnadır, sadaka-i
cariye, faydalı bilgi ve salih evlattır.”[26]
buyurmuştur.
İnsanın yaratılışında var olan yardımlaşma duygu ve düşüncesi,
insanlığın tarihi ile yaşıttır. Her toplum, yardımlaşma hususunda kendi
yaşadığı zamanın sosyal yapısını göre bazı faaliyetlerde bulunmuştur.
Yardımlaşmanın teşkilatlandırılmış en ideal şeklini ise, vakıf olarak
görmekteyiz.
Vakıf; yorgunu dinlendiren misafirhane, yetimi
barındıran yurt, yoksulu güldüren yuvadır.
Vakıf; cahili öğreten okul, açı doyuran aşevi,
hastayı tedavi eden hastanedir.
Vakıf; mutluluğa götüren kapsamlı ve görkemli bir
yoldur.
Vakıf kurumu; insanın insana, hatta insanın tüm
canlılara sunabileceği hizmetin tümüdür.
Vakıflar; en güzel bir sosyal hizmet tesisidir.
Vakfa saygı, tarihe saygıdır.
Vakıf; iman, sevgi ve manevi olgunluğun mahsulüdür.
Vakıf; sevgi sembolü, insanlık dolu bir fazilet
yoludur.
Vakfa hizmet; halka hizmet, halka hizmet ise; hakka
hizmettir.
Vakıf; diriye şefkat, ölüye rahmet vesilesidir.
Vakıflar; varlıklarını vatan ve milletine armağan
edenlerin eserleridir.
Vakfa hizmet kültür ve sanata hizmettir.
Vakıflar; geçmişe saygı, geleceğe teminattır.
Vakıf, bir hizmetin gelecekte de yapılması için belli şartlarla ve resmi
yoldan ayrılarak bir topluluk veya bir kimse tarafından bırakılan mülk, para
olarak tanımlanmaktadır.
Bizim geleneğimizde vakıf oldukça önemli bir yer tutmaktadır.
Geçmişte kurulan vakıfların kurucuları vakıflarının işletilmesi ve
geliştirilmesi sırasında yaşanacaklar için hem dua hem de beddua
bırakmışlardır.
Bu yüzden çoğu kimse vakıf söz konusu olunca son derece temkinli davranır.
Vakıf duası;
Her
kimse ki; Vakıflarımın bekasına özen ve gelirlerinin artırılmasına itina
gösterirse, bağışlayıcı olan Allah’u Teala'nın huzurunda ameli güzel ve makbul
olup, mükâfatı sayılamayacak kadar çok olsun, dünya üzüntülerinden korunsun ve
muhafaza edilsin..." Kanuni Sultan
Süleyman Vakfiyesinden... Hicri 950 - Miladi 1543
Vakıf Beduası;
"Allah'a
ve Ahiret gününe inanan, güzel ve temiz olan Hazreti Peygamberi tasdik eden,
Sultan, Emir, Bakan, küçük veya büyük herhangi bir kimseye, bu vakfı
değiştirmek, bozmak, nakletmek, eksiltmek, başka bir hale getirmek, iptal
etmek, işlemez hale getirmek, ihmal etmek ve tebdil etmek helal olmaz.
Kim
onun şartlarından herhangi bir şeyi veya kaidelerinden herhangi bir kaideyi
bozuk bir yorum ve geçersiz bir yöntemle değiştirir, iptal eder ve
değiştirilmesi için uğraşır, fesh edilmesine veya başka bir hale
dönüştürülmesine kastederse, haramı üstlenmiş, günaha girmiş ve masiyetleri
irtikab etmiş olur.
Böylece
günahkarlar alınlarından tutularak cezalandırıldıkları gün Allah onların
hesabını görsün. Malik onların isteklisi, zebaniler denetçisi ve cehennem
nasibi olsun. Zira Allah'ın hesabı hızlıdır. Kim bunu işittikten sonra, onu
değiştirirse onun günahı, değiştirenler üzerindedir. Kuşkusuz O, iyilik
edenlerin ecrini zayi etmez..." Kanuni Sultan Süleyman Vakfiyesinden...
İSLAM VAKIF MEDENİYETİDİR (SADAKA-İ CARİYE):
Vakıflar Türk-İslam
dünyasının her yerinde milli vicdandan birer güzellik, şefkat abidesi seklinde
doğmuş ve yükselmiştir. Kurulan vakıflarla gördürülen hizmetler çok çeşitlidir
Yurdun onarımı, düşman saldırısından korunması, sosyal adaletin sağlanması gibi
ana hedeflere yönelik olan vakıfların kuruluş amaçları daha çok sosyal
amaçlıdır.
Tarihe dönüp bakarsanız,
ecdadımızın fethettikleri şehirleri yakıp yıkmak yerine, vakıflar kurarak ihya
ettiklerini görürsünüz. Camiler, medreseler, kervansaraylar, darüşşifalar,
hamamlar, bedestenler ve çarşılar. Ve daha niceleri... Zaten müslümana yakışan
bu değil mi: İnsanı inşa etmek için bir medeniyet inşa etmek.
Ecdadımız vakıf sistemi
ile hem yaşadıkları mekanları, hem de kendi gönüllerini zenginleştirdiler. Akla
gelebilecek her alanda, insana ve hayvanlara hizmet edecek vakıflar oluşturdular.
Bu vakıfların kuruluş
maksadını anlatan kitabelerde bir medeniyetin ruhu yansır. Yeryüzünde ne için
bulunduğunu bilen, mahluka hizmetin Halik’a hizmet olduğunu kavramış, dünya
hayatını ebediyetin tarlası olarak gören bir ruh. O kitabelerde bir kaygıyı da
hep görürsünüz; hizmetin aksamadan devamı kaygısını.[27]
İslam
tarihinde vakıflar, insanların ve başka canlıların faydasına olan çeşitli
hizmetleri yerine getirmek üzere kurulmuştur. Ziya Kazıcı,İslami ve Sosyal Açıdan
Vakıflar,45(Marifet Yayınları) Osmanlı'da en ücra coğrafyalarda
yaşayan insanların sosyal ihtiyaçlarını karşılamada ve hayat standartlarını
yükseltmede en tesirli unsurlardan birisi de şüphesiz vakıf müesseseleri
olmuştur.
İlk vakfın Rasul-i Ekrem
(s.a.v) tarafından kurulduğu rivayet edilir. Kaynaklarda bildirildiği üzere,
Muhayrık isimli yahudi bir zat Uhud harbine katılmış ve ölümü halinde bütün
mallarının Peygamber Efendimiz(s.a.v)’e teslim edilmesini, O’nun da dilediği
şekilde bu malları kullanmasını vasiyet etmişti. Muhayrık vefat edince,
Efendimiz (s.a.v) de ondan kalan bahçeleri çeşitli hayır işlerine vakfetmişti.
Mallarıyla ilk vakfın
yapıldığı Muhayrık’a gelince; garip ve derslerle dolu bir tecelli, müslüman
olup olmadığı konusunda kesin bir bilgi bulunmuyor.
Dinimizdeki vakıfla ilgili
hükümlere kaynaklık etmesi bakımından şu olay önemlidir:
Hz. Ömer (r.a),
Hayber’deki arazisiyle ilgili olarak Efendimiz (s.a.v)’e müracaat ediyor. Bu
arazinin çok kıymetli olduğunu belirttikten sonra, ne yapacağı hakkında
Allah’ın Elçisi’nden tavsiye istiyor. Efendimiz (s.a.v) de “Onu dilediğin şekilde kayıt altına al, gelirlerini ise tasadduk et!”
buyuruyor. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) o araziyi satılamayacak, hibe ve miras
olunamayacak şekilde insanların faydalanmasına bırakıyor. Bunu yaparken de,
araziyle ilgili görevlilerin bu arazinin mahsullerinden aşırıya kaçıp ticaret
yapmamak kaydı ile yemesinde ve arkadaşlarına yedirmesinde sakınca olmadığını,
fakirlere, miskinlere, yolculara, kölelere, esirlere, Allah yolunda cihad
edenlere ve kılıç ehline tasadduk ettiğini açıklıyor. Kemal
Süleymanoğlu,Semerkand Dergisi,2001 Kasım
Hz. Peygamber (s.a.v)
Medine'deki hurma bahçesini vakfedip, hasılatını İslam'ın müdafaası ve acil
ihtiyaçlara tahsis etmiştir. Fedek hurmalığını da yolculara vakfettiğini
biliyoruz. Ashab-ı Kiram da O’nun yolundan yürüyerek çeşitli vakıflar kurarak
insanlığa hizmette yarışmışlar. Mesela Cabir (r.a): "Ben, muhacir ve
ensardan mal ve kudret sahibi bir kimse bilmem ki vakıf ve tasaddukta bulunmuş
olmasın." diyor.
Tarih
boyunca vakıflar toplum hayatında önemli roller üstlenmiştir. Müslüman
toplumlarda vakıflar, devletin yetişemediği alanlarda, kamu hizmet ve
yatırımlarını tamamlayıcı sivil inisiyatif ve örgütlenmeler olarak faaliyet
göstermişlerdir.
Osmanlı'da
vakıf anlayışına bakıldığında, Uygurlardan başlayıp Selçuklulara uzanan Doğu
tesirini ve Roma İmparatorluğu'ndan başlayıp Bizans İmparatorluğu'na uzanan
Batı tesirini birlikte görmekteyiz.[28]
Osmanlı; vakıf anlayışını, tarihten devraldığı bu fiziki mirası ve vakıf
kültürünü hem geliştirmiş hem de çeşitlendirmiştir.
Bu hukuki
müesseseler, İslam memleketlerinin, dolayısıyla Osmanlı'nın, sosyal ve iktisadi
hayatının gelişmesinde önemli rol oynamıştır.[29]
Vakıf sisteminde hukuki statüye sahip, süreklilik arz eden, müesseseleşmiş,
sosyal bir yardım faaliyeti vardır. Bu manada, hem Selçuklu'da hem de
Osmanlı'da faaliyet gösteren vakıflar, İslam hukukunun kendisine kattığı
birikim ve sağladığı altyapıyla iyiden iyiye gelişmiştir. Vakıf kurumu en büyük
gelişimini, sosyal hayatta yardımlaşma ve dayanışmaya çok önem veren İslam
dininin ortaya çıkmasından ve güçlü Türk devletleri tarafından kabul
edilmesinden sonra sağlamıştır.[30]
Tarih
boyunca büyükler, insanlığın istifadesi için çok çeşitli hayır kurumları inşa etmişler
ya da buna vesile olmuşlardır.
Vakıflarda görülen hizmet
ruhunun ne derece kökleştiği ve yaygınlaştığı, bunların verdiği hizmetlerle de
anlaşılabilir. Bu sayılabilek çeşitlemeler aslında her dönemde yapılabilen ama
günümüze göre farklılık arz eden hususlardır.
Fakir,
dul, öksüz ve borçlulara para yardımı yapmak; halka meyve ve sebze dağıtmak,
çalışamayacak derecede yaşlanan kayıkçı ve hamalların bakımını sağlamak,
çocukların emzirilmesini sağlamak, evlenecek genç kızlara çeyiz hazırlamak,
kase ve bardak gibi kap kacak kıran hizmetçileri, efendilerinin
azarlamalarından korumak; kuşlara yem vermek, çocuklara oyuncak almak,
yolcuların ihtiyaçlarını karşılamak, yetimleri büyütmek, talebelere burs,
kalacak yer temin etmek, işsizlere iş bulmak, çırak yetiştirmek, müflis ve
borçlulara yardımcı olmak, bekârları evlendirmek, hayvanları himaye etmek;
cadde ve sokakların temiz tutulmasını sağlamak, sokaklara atılan tükürük ve
benzeri maddelerin üzerine kül döktürmek gayesiyle görevliler tayin etmek;[31]
su kanalları, su kemerleri, çeşmeler, buzlu su veya şerbet dağıtılan sebiller,
kuyular, medrese, hanlar, hamamlar, camiler, yollar, kaldırımlar, köprüler
yapmak ve bunların finansmanını sağlamak maksadıyla çok sayıda vakıf
kurulmuştur. Ayrıca hastaneler, vakıflar aracılığıyla hizmet vermiş, doktorlar
ücretlerini vakıflardan almışlardır.[32]
Vakıf hastanelerinde her din ve ırktan insan tedavi ediliyor, gerekirse
ücretsiz ilaç veriliyor, doktor temin ediliyordu. İmaretlerde yoksullara, yolcu
ve misafirlere her gün bir-iki öğün yemek veriliyordu. Bunların yanı sıra,
efendileri azarlamasın diye kase, bardak ve kap-kacak kıran hizmetçilere
verilmek üzere para vakfı yapan hayırseverler bulunuyordu.
Akla gelebilecek her
hayır, vakıflar aracılığıyla yerini buluyordu. Mesela
kaleminde mürekkep kalmayanlar için "Mürekkep Vakfı" bile kurulduğunu
hayretle öğreniyoruz. Halka meyve ve sebze verilmesi, çalışamayacak derecede
yaşlanan kayıkçı ve hamalların bakımının temin edilmesi, çocukların
emzirilmesi, yol ve sokakların temizliği için tükürük gibi tiksindiren şeylerin
külle üzerinin kapatılması, oyuncaksız çocuklara oyuncak alınması gibi daha
birçok hizmet için vakıflar bulunuyordu.
İşte Peygamber
Efendimiz(s.a.v)’in hareketiyle hayat bulan bu değerlere gönül vermiş nice
müslüman, daha ilk dönemlerden itibaren pek çok vakıf kurmuşlardır. Canını bu
değerler uğruna feda ederken, kendisi öldükten sonra da devam edecek bir
hizmete malını da seferber etmiştir. Bu seferberlik bir çığ gibi büyümüş,
Abbasiler döneminde vakıflardan sorumlu nazırın tayinini zorunlu kılmıştır.
Özellikle Osmanlılar döneminde vakıflar devletten sonra ikinci büyük güç haline
gelmiş, ülke topraklarının çok büyük bir bölümü vakıf araziler haline
dönüşmüştür. Bugün modern dünyanın savunduğu sosyal devlet anlayışının çok
ilerisinde bir model oluşmuştur.
Hatta bir yazar haklı
olarak şöyle bir tespitte bulunur: "Osmanlı İmparatorluğu devrinde pek
büyük bir inkişafa mazhar olan vakıflar sayesinde, bir adam vakıf bir evde
doğar, vakıf bir beşikte uyur, vakıf mallardan yer ve içer; vakıf kitaplardan
okur, vakıf bir mektepte hocalık eder, vakıf idaresinden ücretini alır ve
öldüğü zaman kendisi vakıf bir tabuta, konur ve vakıf bir mezarlığa gömülürdü.
Bu suretle beşeri hayatın bütün icaplarını ve ihtiyaçlarını vakıf mallarla
temine pekala imkan vardı."[33]
Rasulullah
Efendimiz(s.a.v) ile bağlayan vakıf hizmetinin, günümüze kadar binlerce
takipçisi oldu. Müslümanlar sadaka-i cariye olarak evlerini, tarlalarını,
bahçelerini vakfettiler. Bu vakıflarla eğitimden sağlığa, güvenlikten
savunmaya, dul ve yetimlerden yolda kalmışlara, kısaca akla gelebilecek her
ihtiyaç sahibine ve sahasına hizmet verdiler. Batılı ve Doğulu bir çok
araştırmacıya göre İslam medeniyetinin üzerinde yükseldiği en önemli
kurumlardan birisi vakıftır. Elmalılı Hamdi Yazır merhuma göre ise vakıf
hizmeti, toplumları medenileştirecek ve seviyesini yükseltecek olan en doğru
yoldur.
İslam hukukundaki vakıf
anlayışı ile günümüzdeki bir tüzel kişilik olan vakıf anlayışı arasında kapsam
açısından farklılıklar bulunuyor. Günümüz mevzuatında İslam hukukundaki vakıf
müessesesi yerini korumuş, ancak faaliyet kapsamı genişletilmiştir. Buna göre
vakıflar, tüzüklerinde yer alan hizmetleri gerçekleştirebilmek için hibe,
sadaka ve diğer her türlü yardımı kabul edebilmektedirler. Ticari faaliyetler
yanında birçok farklı girişimlerde bulunabilmektedirler.
Günümüzde faaliyet
gösteren vakıf mütevelli heyetleri, özellikle şu konuya dikkat etmek
zorundadırlar: Vakfın malvarlıkları arasında İslam hukukuna göre vakfedilmiş
olan mallar satılamaz, mülkiyet konusu olamaz, sadece gelirlerinden
faydalanılır. Vakfa yapılan hibe, sadaka gibi diğer yardımlar ise tamamen
vakfın kuruluş gayeleri için kullanılabilir. Hatta hibe edilen taşınmaz mallar
bile satılarak gelirleri vakfın gayelerine sarfedilebilir. Zekat ve öşür gibi
vakıf gelirleri, kesinlikle “zekat mesarifi” dediğimiz sekiz sınıf insana
ulaştırılmalıdır. Bu konuda vakıf, sadece zenginlerle fakirler arasında posta
görevi yapmış olur.
Yapılan bütün hayırların
ve çalışmaların sadece ve sadece Allah Teala’nın rızasını kazanmak olduğunu bu
düstur ile hareket edenlerin kurtuluşa erenler zümresinden olduğu bilinmelidir.
Yüce Rabbimiz şöyle
buyurur: “Sevdiğiniz şeylerden
(Allah yolunda) infak etmedikçe birre
eremezsiniz.”[34]
Bir
Müslüman’ın sıkıntısını gidermeyi dünya dolusu altın ve gümüşe tercih
edenlerden bize kadar gelen bu fazilet geleneği, kaynağını o mümtaz kitaptan
alıyorsa devamlılığını da elbette ki aynı kaynaktan sağlayacaktır. Ayet-i
kerimelerde şöyle buyrulur: “…Asıl
iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman
edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara,
yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene
ve (özgürlükleri için) kölelere
verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren, antlaşma yaptıklarında
sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı
zamanlarda (direnip) sabredenlerin
tutum ve davranışlarıdır…”[35]
“…Sonra anaya,
babaya,akrabaya,yetimlere,yoksullara, akraba olan komşulara, yakın komşulara, yanında
bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, sahip olduğunuz kölelere iyilik edin.
Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez.”[36]
“Sakın yetimi ezme”[37]
“...öksüz kızlar ve zavallı çocuklara ve bir
de yetimlere adaletle davranmanız hakkında Kitap’ta size okunan ayetler vardır.
Sizin her yaptığınız iyiliği, muhakkak Allah bilir.”[38]
Zikredilecek
pek çok ayet ve hadis olmakla birlikte hizmet ve hayır seferberliği olan vakıf
medeniyetimiz, şefkat ve merhamet titizliğimiz böyle başlamış oldu.
Onca
gürültüsü ve debdebesi içinde fani olan bu ömrü tamamlayanların bir manada
derdi bitmez. O dert de “Adem odur ki, koya her yerde bir eser. Eseri olmayanın
yerinde yeller eser” veciz sözüyle dile getirildiği gibi öteki aleme göçtükten
sonra da hayırla yad edilmektir. Güzelden güzel sadır olur kaidesince yad
edilmenin yolunu yordamını hayırdan yana bulanlar, amel defterlerinin
sürekliliğini sadaka-i cariyede aradılar. Zira bir yoruma göre sadaka-i cariye
vakfı işaret eder.
Aslında
çok söze gerek yok; merhum Ahmed Yesevi’nin “Nerde görsen gönlü kırık, merhem
ol sen, Öyle mazlum yolda kalsa hemdem ol sen, Mahşer günü dergâhına mahrem ol
sen!” dediği gibi insan bu dünyadan ötekine yalnız halis niyetle yapılan güzel
amellerden başkasını götüremez. Nitekim Rabbimizin de “Gece-gündüz, açık ve gizli, mallarını Allah için
harcayanların mükâfatını Rableri verecektir. Onlara korku
yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de”[39]
buyurduğu üzere yapılan iyilik ve hizmetlerle hayra gönül eğenlerin
sevaplarında da süreklilik olacaktır.
Yalnız bu
kadar da değil; insani duygularımızın zaafa uğradığı zamanımızda vakıflar
aracılığıyla yapılan hizmetler nefsimizin terbiyesinde de pay sahibidir.
Yaratılmışa şefkati, merhameti, sevgiyi, cömertliği öğrettiği gibi, dertli
gönülleri dertten kurtarırken gözetilmesi gereken adab-ı muaşeret kaidelerini
de tazelememize sebep olurlar. Mesela hayır yaparken başa kakmamak, gösterişten
sakınmak, nezaket sahibi olmak, tebessüm ve teşekkür etmek bunlardan sadece
birkaçıdır. İnsan tüm bunların kazancını hesap ederken “Daha ne
olsun” diyor ama bir şey daha var; şayet vakıflar bünyesinde yapılan hizmetler
manevi rehberlerimizin öncülüğünde ise, onlardan gelen feyz de ruhumuzun meşki
oluyor.
VAKIF MALINI
KULLANMADA TİTİZLİK
İşte gerek kuruluş amacı
gerekse yaşayış amacı sadece Allah Teala’nın rızası murad edilirken, vakıf
mallarını kullanmakta da sadece Allah’ın rızası güdülerek yapılmalıdır. Kendi
malımızı kullanırken nasıl ihtimam ve özen gösteriyorsak vakıf malını da o
derece ihtimamla kullanılmalıdır.
Ne yazık ki, kendi evimizde yapmayacağımız bir horlukla vakıf
mallarını kullanıp onlara zarar veriyoruz. Ve işin en acı yanı da ne biliyor
musunuz? O zararı, hizmet yaptığını sanan insanlar veriyor.
Yaratan’ın
rızasına ulaşmak maksadıyla yaratılanlara hizmet için kurulan vakıflar aynı
zamanda binlerce insanın hakkının bulunduğu müesseselerdir. Bu yüzden oradaki
en ufak bir hakka girme, aynı anda binlerce kişinin kul hakkına girmeyle
neticelenir. Bu anlamda hizmetin hezimete dönüşmemesi, başka bir ifadeyle
kanadından tuttuğumuzda bizi rızaya ulaştıracak hizmetin, kaybedenler
halkasının ortasına düşürmemesi için azami dikkat göstermeliyiz.
Allah
Teala, kul hakkıyla huzuruna çıkmamamız hususunda bizleri uyarıyor. Çeşitli
ayeti kerime ve hadis-i şeriflerde mana itibariyle, “Ben hakkımı affedebilirim,
ama kulumun hakkıyla bana gelirsen, o affetmedikçe ben onun yerine seni
affetmem” buyuruyor. Bunun yanında Rabbimiz’in dilerse kul hakkını
da affedeceğine dair hadisler de var. Ancak bu çok özel lütfa mazhar
olabileceğini kim garanti edebilir? Bunun için Peygamberimiz ve Allah dostları
kul hakkı konusunda ciddi anlamda bizleri uyarıyor.
Kul hakkı konusunda büyükler öylesine titiz davranmışlar ki, hayrete düşmemek mümkün değil. Mesela bir gün Beyazıt Bistami Hazretleri çamurlu bir yolda yürürken kayıp düşeceği an bir duvara tutunup destek alır. Ancak duvardan biraz toprak aşınıp dökülünce hemen o duvarın sahibini bulur ve helallik ister. Mecusi olan duvar sahibi “Sizin dininiz bu kadar hassas mı?” diye sorar şaşırarak. Beyazıt Bistami de, “İslam’da kul hakkı var, eğer bu dünyada helalleşilmezse, mahşerde ödemek çok zordur. Rabbimiz kulun her günahını dilerse affeder ama kul hakkını affetmiyor. Onun için, mutlaka burada helalleşmek lazım. Aksi halde, cennete ulaşmak mümkün olmaz” der.
Kul hakkı konusunda büyükler öylesine titiz davranmışlar ki, hayrete düşmemek mümkün değil. Mesela bir gün Beyazıt Bistami Hazretleri çamurlu bir yolda yürürken kayıp düşeceği an bir duvara tutunup destek alır. Ancak duvardan biraz toprak aşınıp dökülünce hemen o duvarın sahibini bulur ve helallik ister. Mecusi olan duvar sahibi “Sizin dininiz bu kadar hassas mı?” diye sorar şaşırarak. Beyazıt Bistami de, “İslam’da kul hakkı var, eğer bu dünyada helalleşilmezse, mahşerde ödemek çok zordur. Rabbimiz kulun her günahını dilerse affeder ama kul hakkını affetmiyor. Onun için, mutlaka burada helalleşmek lazım. Aksi halde, cennete ulaşmak mümkün olmaz” der.
Özellikle
tek tek helalleşme imkanı asla olamayacak kalabalıkların hakları altında
kalmak, korkunç bir neticeye götürebilir insanı. Eskiden kul hakkından korkan
insanlar, vakıf arazisinden geçtikten sonra ayakkabılarını dahi çıkarıp
silkelerdi “Vakıf malının tozu bile bize bulaşmasın, onca insanın hakkı
sorulmasın” diye. Kul hakkına girmemeye gayret etmeli ancak varsa da onu,
mahşerin dehşetini düşünerek o güne bırakmamalı. Sadece beklemesi bile azap
olacak o günde beklememek için, kişi alacağı hakkından vazgeçiriliyorken,
binlercesinin hakkını ödeyebilmek nasıl mümkün olur? Kul hakkı öylesine
önemlidir ki, Efendimiz (s.a.v) bir hadislerinde bizleri uyarır ve “Şehitlerin, kul borcundan başka bütün
günahları mağfiret olunur” sözleriyle buna vurgu yapar. Yani Allah
dilemedikçe şehitlik bile kul hakkını kaldırmıyor. Yine Efendimiz aynı hususta,
“Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a
yemin ederim ki, bir insan Allah yolunda üç defa şehit olsa bile, üzerindeki
kul hakkı ödenmedikçe cennetteki makamına erişemez!..” buyurur.
Kul hakkı
vebali altında bulunan kimseleri, Efendimiz (s.a.v) “müflis” olarak niteleyip,
durumlarını şöyle anlatır: “Benim
ümmetimden müflis o kimsedir ki, kıyamet gününde namaz, oruç ve zekat ile
gelir. Ama şuna sövmüş, buna iftira etmiş, onun malını yemiş, berikinin kanını
akıtmış, ötekini dövmüştür de, sevabından bir kısmı şuna, bir kısmı buna
verilir. Üzerindeki kul hakları ödenmeden önce hasenat tükenirse, onların
günahlarından alınıp, buna yüklenir ve sonra cehenneme atılır”[40]
Mesele çok açık. Kul hakkı bulunan kimse, amelleri salih de olsa hak
sahipleri ile hesaplaşmadan cennete giremiyor.
Hz.
Osman’ın yanlışlıkla kulağını çektiği ve hatasını anladığında da yanına
çağırdığı kölesine “Sen de benim kulağımı çek!” diye kulağını çektirmesi, hatta
kölenin hafif davranması üzerine “Ben daha sert çekmiştim; biraz daha sert çek
de beni ahiret vebalinden kurtar!” demesi üzerine kölenin de “Ey halife! Daha
fazla çekersem bu sefer de ben size borçlu olurum!” şeklinde cevap vermesi,
neticede karşılıklı helalleşmeleri oldukça ibret verici.
Efendimiz’in
(s.a.v) bile son demlerinde ashabına “Kimin üzerimde hakkı varsa gelsin alsın!”
buyurarak kul hakkını düşünmesi, ahiretteki hesaplaşmanın ne kadar çetin
olduğunu hatırlatır.
Bu
şartlarda ahlaki kurallar bir yana, kul hakkından dolayı olsa dahi vakıfta
bulunan her mala aşırı derecede titizlik göstermek zorundayız. Hatta kendi
evimizin, büromuzun eşyasından da daha fazla özenli davranmak zorundayız
oradakilere karşı. Çünkü işin ucunda helallik için kendilerine asla
ulaşamayacağımız, hiçbir zaman tanıyamayacağımız binlerce, belki de milyonlarca
insanın hakkı söz konusu. Fakat ne yazık ki, kendi evimizde yapmayacağımız bir
horlukla vakıf mallarını kullanıp onlara zarar veriyoruz. Ve işin en acı yanı
da ne biliyor musunuz? O zararın, hizmet yaptığını sanan kişiler tarafından
verilmesi. Diğer yandan o malın oraya hangi fedakârlıklarla
konulduğunun da düşünülmesi gerek. Çok değil, bir lira bağış, sadaka vermemek
için sırt dönülürken, yüzlerce liraya mal olmuş eşyalara gösterilen hodgamlık
insanın canını acıtmalı.
Su
değdiğinde dahi kabaracak bir tahta kapının, hortum tutularak yıkanması;
elektrik süpürgesinin kulpu dururken hortumundan tutulup kaldırılması ya da
çekilerek yerine konulması nasıl bir hizmet anlayışı ve içselleştirilmiş
davranışla açıklanabilir? Öte yandan evlerimizde yerlere çöpleri atar mıyız ya
da halının üzerine kirletecek bir şey döktükten sonra, orayı silmeden öylece
bırakır gider miyiz? Veyahut çocuklarımızın duvarları, sandalyeleri çizmelerine,
delmelerine, kapılara tekme atıp şiddetle çarpmalarına göz yumar mıyız?
Elektrik ya da suları açık bırakır mıyız, deterjanları boca mı ederiz?
Örnekleri çoğaltmak mümkün, ancak gerek yok: Okyanusu, bir damlası gösterir
misali… Eğer bunları kendi eşyalarımıza yapmıyor ve yapılmasını istemiyorsak
vakıf mallarına, o şekilde davranmayı nasıl açıklayabiliriz? Hainlikle mi,
yoksa vurdumduymazlıkla mı? Hele bir de işin ucunda binlerce kişinin kul hakkı
varken?!..[41]
[1] İmam-ı Merginani,el-Hidaye Şerhu Bidayetü'l
Mübtedi,III,13 (Kahire:1965);İbn-i Abidin,Reddü'l Muhtar Ale'd Dürri'l
Muhtar,IX,238(Şamil Yayınları)
[2]
D.İ.B,Dini Kavramlar Sözlüğü,680
[3] İmam-ı Kasani,el-Bidaiu's Senai,VI,218(Beyrut:1974);Ömer
Nasuhi Bilmen,Hukuki İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu,IV,284(Bilmen
Basım ve Yayınevi)
[4] İmam-ı Serahsi,el-Mebsut,XII,28(Beyrut);Ayrıca İmam-ı
Kasani,el-Bidaiu's Senai,VI, 218(Beyrut:1974);İmam-ı Merginani,el-Hidaye Şerhu
Bidayetü'l Mübtedi,III,13(Kahire: 1965);İbn-i Abidin,Reddü'l Muhtar Ale'd
Dürri'l Muhtar,IX,238
[5] İbn
Mahzur,Lisanu'l-Arab,III,969-970(Beyrut)
[6]
Şafii,IV,51;Ali Haydar,Tertibu's-Sünuf,101 vd
[7]
el-Kasani,Bedayiu's-Sanayi,IV,217,(Beyrut, 1974)
[8]
Buhari,Vesaya,Bab:23,Hadis No:27,Bab:29,Hadis
No:34;Eyman,Bab:33;Müslim,Vasiyye,Bab:4,Hadis No:15/ 1632-1633
[9]
Şafii,el-Ümm,IV,51,58(Beyrut1973);Malik,el-Müdevvene,IV,98-111(Beyrut 1323)
[10]
Şafii,IV,51;Ali Haydar,Tertibu's-Sünuf,101 vd.
[11]
İbnü'l-Hümam,Fethu'l Kadir.V,40;el-Kubeysi,Ahkamü'l-Vakf,I,75-78;Şamil İslam
Ansiklopedisi,VIII,175
[12]
es-Serahsi,el-Mebsut.,XII,27;İbnül Hümam,Fethu'l
Kadir,V,37-40;Kübeysi,Ahkamü'l-Vakf,I,69 vd;Şamil İslam Ansiklopedisi,VIII,175
[13]
Malik,el-Müdevvene,VI,98 vd.;Kübeysi,Ahkamü'l-Vakf,78-80
[14] Mustafa
Efe,Fetevayi Hindiye,IV,498(Akçağ Yayınları)
[15] Celal
Yıldırım,Kaynaklarıyla İslam Fıkhı,III,187(Uysal Kitabevi)
[16] İmam-ı
Serahsi,el-Mebsut,XII,28
[17] Bakara
suresi ayet-125;Al-i İmran suresi ayet-96-97;Maide suresi ayet-97;Hac suresi
ayet-26
[18] İbn-i
Abidin, Reddü'l Muhtar,Ale'd Dürri'l Muhtar,IX,238der.
[19] Mustafa
Efe,Fetevayi Hindiye,IV,498; Ayrıca, İbn-i Abidin,Reddü'l Muhtar Ale'd Dürri'l
Muhtar,IX,242
[20] Mustafa
Efe,Fetevayi Hindiye,IV,497
[23]
Razi,Tefsir-i Kebir,V,175(Akçağ yayınları)
[24] Abdullah
b. Mahmud b. Mevdud el-Mavsıli,El-İhtiyar Li-Ta'lili'l-Muhtar,II,391(Ümit
Yayınları)
[26]
Müslim,Vasıyye,Bab:3,Hadis No:14/1631;Ebu Davud,Vesaya,Bab:14,Hadis
No:2880;Tirmizi,Ahkam,Bab:36,Hadis No: 1376;Ahmed b.
Hanbel,II,372;Darimi,Mukaddime,Bab:46,Hadis No:565;Nesai,Vesaye, Bab:8, Hadis No:3591
[27] Alper
Erzurumlu, Semerkand Dergisi,2001 Kasım
[28] Nazif
Öztürk,Menşei ve Tarihi Gelişimi Açısından Vakıflar, 71(Vakıflar Genel
Müdürlüğü)
[29] Mehmet
İpşirli,Osmanlıda Vakıfların Tarihi Gelişimi,72(Sivil Toplum Düşünce ve Araşt
Dergisi,Sayı:1561)
[30] Nazif
Öztürk,Menşei ve Tarihi Gelişimi Açısından Vakıflar,137-148 (Vakıflar Genel
Müdürlüğü)
[31] Ziya
Kazıcı,Vakıf Medeniyeti,172-174(Sivil Toplum Düşünce ve Araştırma
Dergisi,Sayı:15)
[32] Yusuf
Manap,İslam ve Türk Vakıf Anlayışının Sosyal Temelleri,33(Yüksek Lisans Tezi
İstanbul Üniversi)
[33] Mehmet
Gayretli,Semerkand Dergisi,2001 Şubat
[34] Al-i
İmran suresi ayet-92
[35] Bakara
suresi ayet-177
[36] Nisa
suresi ayet-36
[37] Duha
suresi ayet-9
[38] Nisa
suresi ayet-127
[39] Bakara
suresi ayet-274
[40]
Müslim,Birr,Bab:15,Hadis No:59/2581;Tirmizi,Kıyamet,Bab:2,Hadis No:2418
Yorumlar
Yorum Gönder