Mi'racın gerçekleşme şekli.[1]
Mi'rac, "yukarı çıkmak,
yükselmek" anlamına gelir. Peygamber Efendimiz'in (s.a.v) göğe yükselerek
Cenâb-ı Mevlâ'nın huzuruna kabul edildiği geceye Mi'rac gecesi denmiştir.
Hicretten önce, receb ayının
yirmi yedinci gecesi, Peygamber Efendimiz (s.a.v), Cebrail'in (a.s) refakatinde
Mekke'den alınmış, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya götürülmüştür. Resûlullah
Efendimiz (s.a.v) burada birçok peygamberle görüşmüş ve onlara imamlık yaparak
namaz kıldırmıştır. Hz. Peygamber'in (s.a.v) Mekke'den Kudüs'e götürülmesine,
Kur'ân-ı Kerîm'de gece yürüyüşü anlamına gelen "isrâ" adı
verilmiştir.
Birçok ilâhî sırrı, hikmet ve
bereketi içinde toplayan bu gece, İsrâ sûresinin ilk âyetinde şöyle ifade
edilmektedir:
"Kendisine bir kısım
âyetlerini göstermek için kulu Muhammed'i bir gece Mescid-i Harâm'dan çevresini
bereketlendirdiği Mescid-i Aksâ"ya götüren Allah'ın şanı ne yücedir. Hiç
şüphesiz O, hakkıyla işiten, hakkıyla görendir. "(İsrâ 17/1)
Aslında Resûlullah'ın (s.a.v)
asıl yolculuğu bundan sonra başlamıştır ve yolculuk bundan sonra Mi'rac adını
almıştır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v),
Mi'racla hiçbir peygambere, insana ve meleğe nasip olmayan bir ikrama ve ilâhî
yakınlığa kavuşmuştur. Kâinat sarayının sahibi yüce Allah, bu özel iltifatı ile
hem habibi Hz. Muhammed'in (s.a.v) gönlünü hoş etmiş hem de melekût âlemindeki
melekleri ve diğer varlıkları onunla şereflendirmiştir. Allah Teâlâ kendisine
ve ümmetine birçok ihsanda bulunmuştur. Ona cennet nimetlerini göstermiş,
cehennem azabını müşahede ettirmiştir. Rahmet Peygamber'i (s.a.v) Allah'tan
rahmetini ve ümmetini istemiştir.
Mi'rac, sevgilinin sevgiliye
kavuştuğu gecedir. Kur'an-ı Kerim'in anlatımıyla, Resülullah (s.a.v) Allah Teâlâ'ya
iki yay arası, hatta daha yakın olmuş ve O'nu müşahede etmiştir. Yüce Allah
mümin dostlarına cennette ikram edeceği cemâlini görme nimetini, Mi'racda
habibi Hz. Muhammed'e (s.a.v) ikram etmiştir. Mi'rac, ruh ve bedenle
gerçekleşmiş bir mûcizedir. [2]
Resulullah S.A.V.’in Miracı
İmam Buhari rh.a. Katade
rh.a.’den şöyle rivayet eder:
“Hz. Enes b. Malik r.a., Malik
İbnu Sa‘sa‘a r.a.‘dan naklen anlatıyor:
Resülullah s.a.v., onlara,
Mirac’a götürüldüğü geceyi anlatarak demiştir ki:
— Ben Kabe’nin avlusunda Hatim
kısmında —belki de Hıcr’da demişti— yatıyordum. —Bir rivayette şu ilave var:
Uyku ile uyanıklık arasında idim.— Derken bana biri (Cebrail a.s.) geldi,
şuradan şuraya kadar (göğsümü) yardı.
Ravilerden biri yanında oturan
Carud’a bununla ne kastedildiğini sorar. O da, bu sözüyle boğaz çukurundan kıl
biten yere kadar olan kısmı kastettiğini söyler. Sonra anlatmaya devam eder:
— Kalbimi çıkardı. Sonra bana,
içerisi imanla (ve hikmetle) dolu, altından bir kap getirildi. Kalbim
(çıkarılıp su ve zemzem ile) yıkandı. Ardından içerisi (imanla) doldurulup
tekrar yerine kondu. Sonra bu işlemi bir daha yaptı. Sonra merkepten büyük
katırdan küçük beyaz bir hayvan getirildi.
Carud, raviye der ki:
— Bu Burak’tı ey Ebu Hamza!
Enes b. Malik r.a. da «Evet!» diye
karşılık verdi. Sonra anlatmaya devam etti:
— Ön ayağını gözünün gittiği en
son noktaya koyarak yol alıyordu. Ben onun üzerine bindirilmiştim. Böylece
Cibril a.s. beni götürdü. Dünya semasına kadar geldik. Kapının açılmasını
istedi. «Gelen kim?” diye soruldu. «Cibril!» dedi. «Beraberindeki kim?»
denildi. «Muhammed s.a.v.!» dedi. «O’na Miraç daveti gönderildi mi?» denildi.
«Evet!» dedi. «Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliştir!» denildi.
— Derken kapı açıldı. Kapıdan
geçince, orada Hz. Adem a.s.‘ı gördüm. Denildi ki:
— Bu babanız Adem’dir! O’na selam
ver!
Ben de selam verdim. Selamıma
karşılık verdi. Sonra bana dedi ki:
— Salih evlad hoş gelmiş, salih
peygamber hoş gelmiş!”
Sonra Hz. Cebrail beni yükseltti
ve ikinci kat semaya geldik. Kapıyı çaldı. «Bu gelen kim?» denildi. «Ben
Cibril’im!» dedi. «Beraberindeki kim?» denildi. «Muhammed s.a.v.!» dedi. «Ona
Mirac daveti gönderildi mi?» denildi. «Evet!» dedi. «Hoş gelmişler! Bu geliş ne
iyi geliş!» dediler.
Derken bize kapı açıldı. İçeri
girince, Hz. Yahya a.s. ve Hz. İsa a.s. ile karşılaştım. Bu ikisi teyze
oğullarıydı. Hz. Cebrail a.s. dedi ki:
— Bunlar Hz. Yahya ve Hz. İsa
a.s.‘dırlar, onlara selam ver!
Ben de selam verdim. Onlar da
selamıma karşılık verdiler. Sonra şöyle dediler:
— Hoş geldin salih kardeş, hoş
geldin salih peygamber!
Sonra Cebrail a.s. beni üçüncü
kat semaya çıkardı. Kapıyı çaldı. «Bu gelen kim?» denildi. «Ben Cibril’im!»
dedi. «Beraberindeki kim?» denildi. «Muhammed s.a.v.!” dedi. «Ona Mirac daveti
gönderildi mi?» denildi. «Evet!» dedi. «Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!»
dediler.
Kapı bize açıldı. İçeri girince
Hz. Yusuf a.s. ile karşılaştık. Cebrail a.s. dedi ki:
— Bu Yusuf a.s.‘dır! Ona selam
ver!
Ben de selam verdim. Selamıma
karşılık verdi. Sonra dedi ki:
— Salih kardeş hoş gelmiş, salih
peygamber hoş gelmiş!
Sonra Cebrail a.s. beni dördüncü
kat semaya çıkardı. Kapıyı çaldı. «Bu gelen kim?» denildi. «Ben Cibril’im!»
dedi. «Beraberindeki kim?» denildi. «Muhammed s.a.v.!» dedi. «Ona Mirac daveti
gönderildi mi?» denildi. «Evet!» dedi. «Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!»
dediler.
Kapı açıldı. İçeri girdiğimizde,
Hz. İdris a.s. ile karşılaştık. Hz. Cebrail a.s. dedi ki:
— Bu İdris a.s.‘dır, ona selam
ver!
Ben selam verdim. O da selamıma
mukabele etti. Sonra bana dedi ki:
— Salih kardeş hoş geldin, salih
peygamber hoş geldin!
Sonra Hz Cebrail a.s. beni
yükseltti. Beşinci kat semaya geldik. Kapıyı çaldı. «Bu gelen kim?» denildi.
«Ben Cibril’im!» dedi. «Beraberindeki kim?» denildi. «Muhammed s.a.v.» dedi.
«Ona Mirac daveti gönderildi mi?» denildi. «Evet!» dedi. «Hoş gelmişler! Bu
geliş ne iyi geliş!» dediler.
Kapı açıldı. İçeri girince, Harun
a.s. ile karşılaştık. Cebrail a.s. dedi ki:
— Bu Harun a.s.‘dır. Ona selam
ver!
Ben selam verdim, o da selamıma
karşılık verdi dedi ki:
— Salih kardeş hoş geldin, salih
peygamber hoş geldin!
Sonra Cebrail a.s. beni yükseltti
ve altıncı kat semaya geldik. Kapıyı çaldı. «Bu gelen kim?» denildi. «Ben
Cibril’im!» dedi. «Beraberindeki kim?» denildi. «Muhammed s.a.v.!» dedi. «Ona
Mirac daveti gönderildi mi?» denildi. «Evet!» dedi. «Hoş gelmişler! Bu geliş ne
iyi geliş!» dediler.
Kapı açıldı. İçeri girince, Hz.
Musa a.s. ile karşılaştık. Hz. Cebrail a.s. dedi ki:
— Bu Hz. Musa a.s.‘dır! Ona selam
ver!
Ben selam verdim, o da selamıma
mukabelede bulundu. Sonra dedi ki:
— Salih kardeş hoş geldin, salih
peygamber hoş geldin!
Ben onun yanından geçince ağladı.
Kendine: «Niye ağlıyorsun? denildi. Şöyle cevap verdi:
— Çünkü benden sonra bir
delikanlı peygamber oldu. Onun ümmetinden cennete gidecekler benim ümmetimden
cennete gideceklerden daha çok!
Sonra Cibril a.s. beni yedinci
kat semaya çıkardı ve sonra kapıyı çaldı. «Bu gelen kim?» denildi. «Ben
Cibril’im!” dedi. «Beraberindeki kim?» diye soruldu. «Muhammed s.a.v.!» dedi.
«Ona Mirac daveti gönderildi mi?» denildi. «Evet!» dedi. «Hoş gelmişler! Bu
geliş ne iyi geliş!» dediler.
İçeri girince, Hz. İbrahim a.s.
ile karşılaştık. Cebrail a.s. dedi ki:
— Bu baban İbrahim a.s.‘dır, ona
selam ver!
Ben selam verdim. O da selamıma
mukabele etti. Sonra dedi ki:
— Salih oğlum hoş geldin, salih
peygamber hoş geldin!
Sonra Sidretü’l-Münteha‘ya
çıkarıldım. Buranın meyveleri (Yemen‘in) Hecer şehrinin testileri gibi iri idi,
yaprakları da fil kulakları gibiydi. Cebrail a.s. bana dedi ki:
— İşte burası
Sidretü’l-Münteha’dır!
Burada dört nehir vardı: İkisi
batıni (gizli) nehir, ikisi zahiri (açık) nehir! Ben sordum:
— Bunlar nedir, ey Cibril?
Cebrail a.s. dedi ki:
— Şu iki batıni nehir cennetin
iki nehridir. Zahiri olanların biri Nil, diğeri Fırat’tır!
Sonra bana Beytü’l-Ma‘mur
gösterildi. Her gün oraya yetmiş bin melek giriyordu. Sonra bana bir kap şarap,
bir kap süt, bir kap da bal getirildi. Ben bunların içinden sütü seçtim.
Cebrail a.s. dedi ki:
— Bu seçtiğin fıtrattır! Sen ve
ümmetin bu fıtrat (yaratılış) üzerindesiniz!
Sonra bana, günde elli vakit
olmak üzere namaz farz kılındı. Oradan geri döndüm. Hz. Musa a.s.‘a uğradım.
Bana sordu:
— Ne ile emrolundun?”
Ben de dedim ki:
— Bir günün gece ve gündüzde elli
vakit namazla!
Bana dedi ki:
— Ümmetin her gün elli vakit
namaz kılmaya güç yetiremez. Vallahi ben, senden önce insanları tecrübe ettim.
İsrailoğullarına muamelelerin en şiddetlisini uyguladım fakat muvaftak
olamadım. Sen çabuk Rabb’ine dön! Elli vakit namazdan ümmetin için hafifletme
talep et!
Ben de hemen döndüm (hafifletme
istedim, Rabb’im) benden on vakit namaz hafifletti. Musa a.s.‘a tekrar uğradım.
Yine bana sordu:
— Ne ile emrolundun?
Ben dedim ki:
— Benden on vakit namazı
kaldırdı!
Musa a.s. dedi ki:
— Rabb’ine dön! Ümmetin için daha
da azaltmasını iste!
Ben döndüm. Rabb’im benden on
vakit daha kaldırdı. Dönüşte yine Musa a.s.‘a uğradım, bana aynı şeyi söyledi.
Ben, beş vakitle namazla emrolununcaya kadar bu şekilde Hz. Musa ile Rabb’im
arasında gidip gelmeye devam ettim. Bu sonuncu defa da Hz. Musa’ya uğradım.
Yine bana sordu:
— Ne ile emredildin?
Ben de dedim ki:
— Her gün beş vakit namazla!
Bana dedi ki:
— Senin ümmetin her gün beş vakit
namaza da takat getiremez. Vallahi ben, senden önce insanları tecrübe ettim.
İsrailoğullarına muamelelerin en şiddetlisini uyguladım fakat muvaffak
olamadım. Rabb’ine dön, hafifletme talep et!
Ben de dedim ki:
— Rabb’imden çok fazla talepte
bulundum! Artık utanıyorum, daha da hafifletmesini isteyemem! Ben beş vakte
razıyım. Allah‘ın emrine teslim oluyorum!
Musa as.‘ı geçer geçmez bir
münadi (Allah adına) nida etti:
— Farzımı kesinleştirdim,
kullarıma hafiflettim, de!
Bir rivayette şu ziyade geldi:
— Namazlar (günde) beş (vakit)tir.
Ve onlar (sevap bakımından) ellidir, de! Artık katımda hüküm değişmez!”[3] [4]
Allah Rasülünün [sallallahu
aleyhi ve sellem] Mirac'a çıkmadan önce Allah yolunda çektiği sıkıntılar ve
karşılaştığı acılı olaylar. Bu acıların hikmeti ve kalbi Yüce Allah’a
bağlamadaki rolü. [5]
Recep ayının yirmi yedinci gecesiydi. Resul-i Ekrem s.a.v., Taif’ten
dönmüştü. Mekkelilerin sıkıştırmaları, tehditleri, hakaretlerinin ardı arkası
kesilmiyordu. Bir ümitle Taif’e gitmişti. Belki dinlerlerdi, belki iman
ederlerdi. Yanında Zeyd r.a. bulunuyordu. Taifliler dinlemek, iman etmek bir
yana, O’nu taşlamışlardı, O’nu ağlatmışlardı...
Mekkelilerin üç yıllık boykotu zaten yeni sona ermişti. Üzerinden uzun
bir süre geçmeden müminlerin annesi, vefakârlık abidesi, Efendimiz’in (s.a.v) en
büyük destekçisi Hz. Hatice r.a. vefat etmişti. Arkasından da Efendimiz’e (s.a.v)
kol kanat geren Ebu Talib’in cenazesi ile müslümanlar bir daha sarsılmıştı.
Bunlara şimdi bir de Taif eklendi.
Resul-i Ekrem s.a.v. üzgündü, hem de çok üzgün. Hatta “Şu ümmet üzerinde
bugünlerde toplanan iki musibetten hangisine daha çok yanacağımı bilemiyorum..”
diyecek kadar üzgündü.
Tam bu esnada Yüce Mevlâ, Cebrail a.s.’ı geceleyin Resulü’ne (s.a.v) gönderdi.
O’nu önce Kudüs’e yürüttü, sonra da yüce huzuruna kabul buyurdu:
“Kendisine ayetlerinden bir kısmını göstermek üzere kulu Muhammed’i bir
gece Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiği Mescid-i Aksa’ya yürüten
Allah’ın şanı ne yücedir! Hiç şüphesiz O hakkıyla işitendir, hakkıyla
görendir.” (İsra, 1)
Yüce Mevlâ, Rasulü’ne (s.a.v) bu gecede en büyük ayetlerini gösterdi:
“(Peygamberin) gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı. Andolsun ki O, Rabbinin en
büyük ayetlerini gördü.” (Necm, 17-18)
Resul-i Ekrem s.a.v. bu gecede vasıtasız olarak vahye muhatap oldu. İman
ettiğimiz ama ayrıntılarını bilemediğimiz nice sırlar, önüne açıldı. Allah’ın
birliğine iman eden bütün Muhammed ümmetinin, günahlarının cezasını bir müddet
çektikten sonra, cennete gireceği müjdesi verildi. Bakara Suresi’nin son iki
ayeti bu gecede lütfedilen hediyeler arasında yer aldı.[6]
Miractan manevi terbiye yolunda
çıkarılacak dersler. Seyru sülük ile Miracın benzer yönleri.[7]
Allah’ın huzuruna ve rızasına doğru yapılan manevi yolculuğa, tasavvuf
diliyle “takarrub” (Allah’a yaklaşma), “seyru süluk” (engelleri aşıp Allah’a
gitme), “vuslat” (Allah’a kavuşma) denir. Böyle bir yolculuğu Allahu Tealâ
bizden istiyor. Şöyle ki:
Yüce Rabbimiz, “Hepiniz Allah’a koşun” (Zariyat/50) emrini vermiş ve:
“Kim Rabbine kavuşmak istiyorsa, salih amel işlesin ve ibadetinde hiç kimseyi
ortak koşmasın” (Kehf/110), “Bizim uğrumuzda mücahede edenleri elbette (bize
kavuşturacak) yollarımıza ulaştırırız. Hiç şüphesiz Allah, ihsan sahipleriyle
beraberdir.” buyurmuştur. (Ankebut/69)
Allahu Tealâ, rıza ve sevgisine ancak peygamberine uyularak
ulaşılacağını, başka yolların ise ancak azaba götüreceğini de bildiriyor. (Al-i
İmran/31-32)
Bir kudsi hadiste de Yüce Allah:
“Ben kuluma bana karşı kalbinde sakladığı inanç ve niyete göre muamele
ederim. Kulum beni zikrettiğinde ben onunla beraber olurum. O beni gizlice
içinde zikrederse, ben de onu hususi olarak zatımla zikrederim. Kulum bana bir
karış yaklaşırsa, ben ona bir zira’ (el üzeriyle dirsek arasındaki mesafe)
yaklaşırım. O bana bir zira’ yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kulum
bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim.” diyor. (Buhari, Müslim)
Hiç şüphesiz Allah’a yaklaşma mekân ve yer ölçüleriyle değil, kalp ve
ruhla olmakta. Ancak bu vuslat, hadiste maddi ölçülerle temsil edilerek
anlatılıyor.
Hadis-i şeriflerde zikredilen Allah’a hicret etmek, nefsi terbiye edip
haramlardan kaçınmak, kalbi zikirle diriltmek, Allahu Teâlâ'yı sevmek hep bu
manevi yolculuğun amelleri ve neticeleridir.
İşte başından sonuna kadar bu yolculuğa tasavvufta “seyr u süluk” adı
verilir. Buna “manevi sefer” de denir. Bu seferde, mülk âleminden melekût âlemine,
ilme’l-yakinden ayne’l-yakin mertebesine, kötü huyları bırakıp iyi huylarla
süslenmeye, gafletten zikre, hasta ve katılaşmış bir kalpten, uyanık, sağlam ve
Allah ile huzur bulmuş bir kalbe geçiş yapılır.
Bütün mürşidler, bu yolculuğun ancak yolu bilen bir rehberle
alınabileceğini söylemişlerdir. Bu rehberin, alim, arif, müttaki, kâmil ve
Allah (c.c) tarafından irşada ehil ve kendisine irşad izni verilmiş olması gibi
şartlara sahip olması gerekiyor. Arifler, insanın kendi başına veya ehil
olmayan birisiyle bu yolu katetmesinin imkansız denecek kadar zor olduğunu
söylüyorlar. Bu, zor olduğu kadar tehlikelidir de.
Hiç şüphesiz, insanın nefsini terbiye etmesi, çirkin huylarından arınıp,
kalbini zikir ve fikirle uyandırması, Kur’an ve hadiste övülen yüksek hallere
ve üstün ahlaka ulaşması; kısacası kulun Allah’ın rızasını bulması, dünyada en
büyük maksat ve en mühim iştir.
Şimdi, Cibril-i Emin a.s rehberliğinde gerçekleşen Mirac’la, bir emin
mürşid rehberliğinde gerçekleşen seyr-u süluku karşılaştıracağız. Edeb
Peygamberi Hz. Rasulullah (A.S.) Efendimizin yüksek edeb ve güzel hallerinden
örnekler verip, ariflerin tespitleriyle Hak yolcusuna gereken iki önemli edebi
hatırlatacağız.
Öncelikle, hak yolcusunun kendisinin manen hasta ve yardıma muhtaç,
mürşidinin de bu işte ehil olduğuna inanması gerekir. Kâmil mürşid, manevi
terbiyesine aldığı müridin kalbindeki samimiyetine önem verir. Mürşid, müridin
acı ve tatlı hallerinde, dar ve sıkıntılı anlarında, zenginlik ve fakirlik,
sıhhat ve hastalık zamanlarında, insanlar tarafından ayıplandığında, en
yakınları tarafından horlandığında, hatta kendisinin müride sert davrandığında
ne yaptığına, nasıl davrandığına bakar. Müridinin, Allah Rasulü’nün (A.S.)
miraçtan önce çektiği sıkıntılı hallerden bir nebze tattığında ne yaptığını
görmek ister.
Bu ölçme ve tanıma bazen de bol nimet ve servet ile olur. Hak yolcusu,
dünyanın en zengin insanı da olsa, mürşid-i kâmildeki marifet ve ilahi
muhabbetin fakiri olduğunu, ona muhtaç bulunduğunu bilip, ‘kurtuluş reçetem
onun elindedir’ demelidir. İyi ve kötü her durumda, girdiği hak yola inancını
ve bu yolda elinden tuttuğu mürşidine bağlılığını korursa, manevi yolculukta
sağlam adımlarla ilerler. Bu durumda mürşidi ona, o da mürşidine güvenir.
İlahi huzurda kabul görmek ve Allah tarafından sevilmek, kalbin küfür,
nifak, isyan, gaflet ve kötü huylardan temizlenmesine bağlıdır. Kalbinde kibir,
riya, haset, dünya sevgisi, makam hırsı, gaflet, ihanet gibi şeytani özellikler
bulunan kimse, Allah yolunda bir kâmil mürşidin elinden tuttuğu zaman, mürşidin
ilk işi kalbin bu kötülüklerden temizlenmesidir. Peşinden güzel ahlak ile
donatılmak gelir. Manevi seyir ve ilahi huzurda kabul, ancak bundan sonra olur.
Allah Rasulü (A.S.) miraca çıkarken kalb-i şerifleri, her türlü kötülükten
temiz olmasına rağmen, Cebrail Aleyhisselam tarafından yarılıp, nur ile yıkandı
ve tekrar saadetli göğsüne kondu. O güzel ve özel yolculuk ondan sonra başladı.
Böyle bir hedefe yönelen hak yolcusunu büyük arif İmam Gazali (Rh.A.)
şöyle uyarıyor:
“Uzuvlarını günahlardan, nefsini alıştığı boş adet ve işlerden, kalbini
karanlık ve katılıktan, sırrını kirlerden, ruhunu hissî perdelerden, aklını
hayalî ve boş düşüncelerden arındırmadıkça, Allahu Tealâ’nın huzuruna
ulaşamazsın.”
Hak yolcusunun kalbinin temizlenmesi için en tesirli ilaç, Peygamber
varisi kâmil mürşidin nazarı ve onun nezareti altında yapılan zikirdir. Bütün
arifler, kalbi ve bütün vücudu saracak zikrin en önemli ilaç olduğunu
belirtiyorlar. Yukarıda zikrettiğimiz kudsi hadiste belirtildiği gibi gafletten
uzak yapılan zikir, zikreden kimseyi Allah’a yaklaştırır. Ayrıca, kulun
göklerde anılmasını ve melekler tarafından tanınmasını da sağlar.[8]
İnsanoğlu yaradılış gayesine
mutabık veya muhalif olarak müsbet yönde yükselmekte veya menfi yönde
alçalmaktadır. Başka bir ifadeyle insan, “esfel-i safilin” ile “alây-i
illiyyin” arasndaki büyük mesafede hareket halindedir ve bir yer işgal
etmektedir. İnsanın bu iki uç arasındaki yeri, bir tek şeye bağlıdır: Yaradılış
gayesi ve hikmetine göre bir tercih yapıp yapmamasına. İnsanın yapacağı bu
büyük tercih sebebiyledir ki, o ne melektir, ne de hayvandır.
İnsan, hem melekî ve hem de
hayvanî sıfatları benliğinde taşır. Bu sıfatlarından hangisini kuvvetlendirici
vesilelere yapışırsa, o yanı ve o benliği gelişir. Böylece insan, ebedi felaket
ile ebedi saadet arasında gezinir durur. İman ile inkâr arasında sayısız
konaklarda mevki ve mertebe sahibi olur.
Menfi yönde sonsuz ile müsbet
yönde sonsuz arasında insan manen bir seyir ve seferdedir. Bu iki sonsuz
arasında iman, sıfır noktasından müsbet sonsuza doğru insanı derhal miraca
başlatır. Küfrü tercih ise insanı menfi sonsuza doğru ebedi felaket vadisine
iter. Sıfır noktasından müsbet sonsuz istikametinde alınan manevi mesafe,
imanın kemali ve amel bakımından kuvvetliliği nisbetindedir ve buna nisbetle
Cennet-i Alâ da derecesine göre bir mertebedir. Sıfır noktasından menfi sonsuza
doru yaratılış hikmetine ters yönde gidiş ise, ancak hakikatlere karşı
inatçılığın ifadesidir.
Unutulmamalıdır ki, her insanın
Rabbi’nin uzağına ya da yakınına götüren bir yolculuğu mutlaka vardır. Ve bu
yolculuk, insan yaşadıkça devam eder, gider.[9]
Namazın müminin miracı oluşu.
Namazın hikmetleri. Tahiyyat Duası ve hikmetleri.[10]
Şu bir hakikat ki namaz müminin
Mi'racıdır ve Allah Teâlâ ile buluşmaktır. Resûlullah Efendimiz (s.a.v),
"Kulun, Rabb'ine en yakın olduğu an, secde halidir" buyurarak,
namazın nasıl ilâhî bir yakınlığa vesile olduğunu müjdelemiştir.
Namaz, dinin direği, imanın
alâmeti, amellerin en faziletlisi ve Allah'a en sevimli olanıdır. Namaz, kalbin
nuru, gönüllerin sefası, takvâ ehlinin göz aydınlığı, müminlerin Mi'racıdır. Bu
sebeple, her mümin namaza başladığında, namazın kendisinin Mi'racı olduğunu,
dolayısıyla yüce Allah'ın huzurunda bulunduğunu bilmeli, namazın dışında da
Mi'rac şerefine ermenin bilincinde hareket etmelidir.[11]
Namaz, aradaki bütün engelleri
kaldırarak kulun Allah’a yönelmesi, O’nun huzuruna çıkmasıdır. Allah Tealâ’ya
yaklaşmanın, O’nunla mülaki olmanın imkânıdır. Gerçi bütün ibadetler Allah’a
yaklaşmak içindir ama namaz, diğer ibadetlerin özü yahut özeti olmakla bu
yakınlaşmanın daha hususi bir vesilesidir. Kur’an’da Alâk suresinin sonunda
“(Allah’a) secde et ve yakınlaş” çağrısı vardır. Efendimiz s.a.v. de “kulun
Rabbine en yakın olduğu anın secde anı olduğu” haberini vermiştir. Bu sebeple
yine bir hadis-i şerifte “Namaz müminin miracıdır.” buyrulmuştur.
Miraç, bilindiği üzere Cenab-ı
Hakk’ın Peygamberimiz’i s.a.v. kendi katına yükselterek, yaratılmışlar içinde
başka hiç kimseye nasip olmayan yakınlıkla şereflendirmek suretiyle Efendimiz’e
(s.a.v) ikram ettiği büyük bir mucizedir. “Namaz müminin miracıdır”
buyurulması, kulun namazla Miraç’taki bu yükseklik ve yakınlığa mahzar
olabileceği imkanına işaret içindir.
Miraç’ta meleklerin dahi
giremediği Sidre-i Müntehâ’yı Refref’le geçip doğrudan vahiy alacak kadar
Alemlerin Rabbi ile mülaki olan Rasul-i Ekrem s.a.v.’in Allah Tealâ ile
yakınlığı Kur’an-ı Kerim’de Necm suresinin 9. ayetinde “kâbe kavseyni ev-ednâ”
yani “iki yay (aralığı) kadar, (hatta bundan) daha yakın” şeklinde tarif
edilir.
Kavseyn “iki yay” demektir ki
kavis kelimesi dilimize de geçmiştir. Ancak ayetteki kavs (yay) ile kastedilen,
ok atmaya yarayan alettir. İki yayın ve bunların yakınlığının ne olduğuna dair
birçok tefsir yapılmış fakat netice olarak hepsinde de Allah Tealâ ile kulu
arasındaki ünsiyetin son haddine işarette bulunulduğu hususunda ittifak
edilmiştir.
Bu meyanda merhum Elmalılı Hamdi
Efendi’nin naklettiği, İslâmiyet öncesi Arap kabilelerine mahsus bir ahitleşme
şekli sanki kâbe kavseyn’in en uygun tefsirini vermektedir. Buna göre ittifaka
karar veren iki tarafa ait birer yay üst üste konarak adeta birleştirilmekte,
ikisinin kabza ve kirişi tek bir yaymış gibi kullanılarak böylece bir ok
atılmakta imiş. Bundan sonra aynı maksadı, aynı metodu paylaşacakları; aynı
şeye razı olacakları, birlikte hareket edecekleri manasına gelirmiş bu.
Ayetin lafzındaki “kavseyn”den
hareket eden ceddimiz, mimarimizdeki kavisli her şekil, şiirimizde bu niteliği
yansıtan her ifade ile mutlak sevgili Allah’a yakınlığı, O’nun rızasına tabi
olmayı, O’nun katına yükselmeyi simgelemiştir. Nitekim iki yay gibi düşünülen
kaşlar kâbe kavseyne işarettir. Kaşları müşahede, “didar”ı, yani Cemal
tecellilerini müşahede ile mümkündür; manevi yakınlığın son raddesidir.
Mihrap kemeri kavseynin birinci
kavisini sembolize eder. Cenab-ı Hakk’ın kuluna bahşettiği yakınlaşma imkanına
işarettir. Ancak bu imkândan istifade, kulun kendi kavsını bununla birleştirmek
suretiyle tahakkuk eder. Kulun kavsı “secde”dir. Secde halinde iken insan
vücudu yay şeklini alır. İşte kul tâk-ı mihrâbı (mihrabın kemerini), ebrû-yı
dîdâr (yüzdeki kaş) olarak göremezse eğer, iki yay birleşmez, yakınlık “kâbe
kavseyni ev ednâ” derecesine ulaşmaz, miraç gerçekleşmez.
Mihrap kemerini kâbe kavseyn
mertebesinin işareti olarak görmek, namazda huşûdur. Allah’ın (c.c) huzurunda
olmanın, O’nunla konuşuyor olmanın getirdiği hürmet ve haşyettir. Âlemlerin
Rabbi’nin kudret ve azameti karşısındaki aczimizin idrakidir. Bunlar olmayınca
namaz namaz, secde de secde olmaz. Olsa olsa, şairin dediği gibi “ömrü secde-i
sehv ile geçirmektir” bu. [12]
Namazın Mi'rac Gecesi Farz Kılınmasının Hikmeti
Hücvîri [rahmetullahi aleyh]
namazın Mi'rac gecesi farz kılınmasının hikmeti hakkında şöyle demektedir.
"Resûlullah [sallallahu
aleyhi ve sellem] 'Göz aydınlığım namazda kılınmıştır"[13] buyurmakla benim bütün rahatım namazdadır,
demek istemişlerdir. Çünkü istikamet ehlinin manevi haz kaynağı namazdır.
Resûl-i Ekrem'in [sallallahu aleyhi ve selem] bu sözü Mi'rac hadisesine
dayanır. Şöyle ki Peygamber Efendimiz, mi'raca çıkarıldığı zaman, kurb (Cenâb-ı
Hakk'a yakın olma) derecesine ulaştırıldı. O zaman nefsi varlıkla ilgili her
işten kesildi ve esasen kalbinin bulunduğu dereceye ulaştı... (Orada ona sayısız
ikram ve ihsanlarda bulunuldu). Öyle ki Cenâb-ı Hakk'ın yanında kalmanın özlem
ve hasretiyle,
'Yâ ilâhî! Beni ikinci kez bela
yurdu olan dünyaya gönderme, tabiat ve hevâ ağına düşürme!' dediği zaman,
'Hükmümüz şöyledir ki, burada
sana verdiğimiz şeylerin aynısını orada (namaz) da vereceğimiz için dini ikame
etmek üzere tekrar dünyaya döneceksin' denildi.
Resûlullah [sallallahu aleyhi ve
selem] dünya ya dönünce ne zaman o yüce ve yüksek makamın iştiyakını ve
özlemini duysa,
'Ey Bilâl, kalk namaza (çağır da)
bizi namazla rahatlat’[14]
buyururdu. Dolayısıyla Resûl-i Ekrem'in [sallallahu aleyhi ve selem] her
namazı, onun için bir yakınlık ve mi'rac olmuştu. İnsanlar onu namaz kılarken
görürlerdi. Oysa onun ruhu namazda, gönlü niyazda, sırrı yükselişte, nefsi
erime halinde idi. O derece ki namaz onun göz nuru haline gelmişti. O namazda
iken, bedeni mülk âleminde, ruhu melekût âleminde, idi. Bedeni insî, yani
beşerî idi ama ruhu üns (Allah [celle celâluhu] ile sohbet) mahallinde
idi."[15]
Hücvîrî’nin bu sözünden yola
çıkarak namazın Mi'rac gecesi farz kılınmasının hikmeti hakkında şunu
söyleyebiliriz: Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] Cenâb-ı Hak'tan kurb
halinin ve ilâhî cemali temaşa saadetinin devamını isteyince, Allah Teâlâ
Peygamber Efendimiz (s.a.v) ve onun ümmeti için bir nevi mi'rac sayılan namazı
farz kılmıştır. En iyisini Allah bilir.[16]
Niçin Namaz?
Kulun yapmakla mükellef olduğu
ibadetlerin başında namaz gelmektedir. Çünkü namaz Allah'ın verdiği sayısız
nimetlere karşı bir şükür olmak üzere farz kılınmıştır. Namazın insana pek çok
faydası vardır. Ancak namaz, her şeyden önce sırf Cenâb-ı Hakk'ın emri olduğu
için yerine getirilmesi gereken bir ibadettir. Kur'an'ın birçok âyetinde bu emir,
"Namazı kılın, zekâtı verin” şeklinde geçmektedir. Allah'ın [celle celaluh]
emrini yerine getirmek için kılınan namaz insana, yüce Mevlâ'nın sevgi ve
rızasını kazandırır. Namazın asıl gayesi de budur zaten.
Kelime-i şehadet getirerek iman
dairesine giren her müslüman, İslâm'ın beş şartından biri olan namazı kılmakla
yükümlüdür. Oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmek de namaz gibi İslâm'ın
şartlarındandır. Ancak bunların yerine getirilmesi belli şartlara bağlanmıştır.
Oysa namaz böyle değildir. O aklî dengesi yerinde olmayan kimse dışında bulûğ
çağına eren her müslümana farzdır. Öyle ki fıkıh âlimleri elleri ve ayakları
kesilmiş, yüzünde de yara olan kimse hakkında, "Abdest ve teyemmüm
almaksızın namazını kılar ve (yüzü iyileştiğinde de) namazını iade etmez"[17] demişlerdir.
Görüldüğü gibi diğer bazı
ibadetlere has kılınan şartlar, namazda aranmamaktadır. Namazı akıllı ve bâliğ
olan her müslüman kılmak zorundadır. Bu onun üzerine bir farzdır.
Bu nedenle Allah dostları namaza
büyük önem vermişlerdir. Kendilerinden nasihat isteyenlere ilk nasihatleri,
"Namazlarınızı kılın, onu ihmal etmeyin" olmuştur.
Gavs-ı Sâni hazretleri
[kaddesallahu sırrahu] bir sohbetinde,
"Bir kişinin müslüman olması
için ilk önce kelime-i şehadet getirmesi gerekir. Ondan sonra imanın şartlarını
kabul etmesi gerekir ondan sonra da islâm'ın beş şartını yapması lazımdır.
Bunlardan hac, zekât, oruç belli şartlara bağlanmıştır. Ama namaz âkil bâliğ
olan herkesin üzerine farzdır. Herkesin her şartta yapması gereken bir
ibadettir. Yapılmazsa çok büyük cezası vardır. Bazı âlimlere göre beş yüz, bazı
âlimlere göre yetmiş bin yıl cezası vardır. Kişi hasta olsa, hareket edemeyecek
olsa bile ima ile de olsa, namazını kılmak zorundadır" demiştir.
Beş vakit namazını kılmayan bir
kimse, içinde bulunduğu hali iyi mülahaza etmelidir. Unutmamalıdır ki, şeytan
[aleyhillâne] Allah'ın [celle celâluh] bir tek emrini yerine getirmediği için
huzurdan kovulmuştur. Buna göre, namaz kılmayarak günde beş defa Allah'ın
emrini yerine getirmeyen kimsenin durumunu varın siz düşünün...[18]
Resûlullah [sallallahu aleyhi ve
sellem] Efendimiz’in ilahi huzurdaki edebi...[19]
Bütün edebler, Rasûlullah Efendimiz’den (s.a.v) alınıp öğrenilir. Çünkü
Efendimiz (s.a.v), zâhiren ve bâtınen bütün edeblerin kaynağıdır. Allahu Teâlâ,
O’nun huzûr-ı ilâhiyedeki güzel edebini şu âyetiyle haber vermektedir:
“Onun gözü kaymadı, haddi de aşmadı.”[20]
Bu, sâdece Rasûlullah (a.s)’a tahsis ve nasib edilmiş; çok ince bir
edebtir. Allahu Teâlâ, onun mübârek kalbinin, (Hakk’a) yönelme ve (mâsivâdan)
yüz çevirme hususundaki itidâlini haber vermiştir.
Efendimiz (a.s), Allah’tan gayri şeylerden yüz çevirerek, tamâmen Bâri
Teâlâ’ya yönelmiş, yerleri, bütün hazlarıyla dünyâyı, semâları, bütün
lezzetleriyle âhireti geride bırakmış, yüz çevirdiği şeylere bir daha dönüp
bakmamış; elinden çıkarttığı şeylere karşı kendisinde bir esef ve hasret de
görülmemiştir. Allahu Teâlâ, bu hâle işarek olarak şöyle buyurmuştur:
“Elinizden gidene üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiklerine de güvenip
sevinmeyesiniz diye, (her şey takdir-i ilâhiyede tesbit edilmiştir.)”[21]
Bu âyette anlatılan ahlak, her mü’min
için geçerlidir.
“O’nun gözü kaymadı” âyeti ise; bu umûmî hitâbın ötesinde, özel olarak Resûlullah
(a.s)’ın hâlini haber vermektedir.
“Gözü (başka şeye) kaymadı.” ifâdesi; Rasûlullah’ın (s.a.v) iki hâlini
birden nazara vermektedir:
Birisi; mâsivadan yüz çevirmesi, diğeri de; Zât-ı Bâri’ye yönelmesidir.
Efendimiz (a.s), “Kâbe Kevseyn” makâmında, kendisine gelen mânevî
vâridatı kalbi ve rûhuyla almış, sonra da Allah Teâlâ’dan hayâ ederek, heybet
ve celâli karşısında, edeble gözlerini önüne eğmiş, kendisine ihsân edilen
bunca nimetler karşısında, taşkınlık yapmasın diye nefsini fakr ve zillet
elbisesine bürümüştür. Çünkü kendisini bolluk ve genişlik içinde görünce
taşkınlık etmek, nefsin bir sıfatıdır. Allahu Teâlâ, bu duruma işâreten:
“Doğrusu insan, kendisini müstağnî görmekle, azgınlık edip haddi aşar.”[22]
buyurmuştur.
Ayrıca nefis, ilâhî mevhibelerin rûh ve kalbe gelişi ânında, onları
gizlice dinlemek ve o arada kendi hesâbına bazı şeyler çalmak ister. İlâhî lütuflardan
azıcık bir şey elde edince de; kendini yeterli görüp, haddi aşar. Haddi aşması,
onu, ileri derecede serbestliğe götürür. Bu hâl ise, ilâhî lütufların daha
fazla gelmesini engeller.
Bu anlattığımız hâl, kurbiyyet ehli ve yüksek hâl sahibi kimseler için çok
ince bir noktadır.
Her kabz (mânevî tutulma, kalbî tıkanma) hâlinde, bir ceza söz
konusudur.
Çünkü kabz hâli, ihsân kapısını kapatır. Bast hâlindeki ifrât ise, kabz
ile cezâlandırmayı gerektirir. İnsan, bast hâlinde itidal üzere olsaydı, kabz
ile cezâ gerekli olmazdı. Bast hâlindeki itidâl, gelen mânevî lütufları rûh ve
kalbde durdurup, nefse geçirmemektir. İlâhî ihsanları kalb ve rûh üzerinde
durdurmak da, yukarıda zikrettiğimiz şekilde; Rasulullah’ın (s.a.v) yaptığı
gibi, nefsi tamamen zillet ve inkisara büründürmekle mümkün olur. Bu, Allah’tan
yine Allah’a kaçmaktır. Bu da edebin en yüksek noktasıdır ki; Rasûlullah (a.s)
o edeble, Mi’rac gecesi ilâhî huzurda kabul görmüş, kabz hâliyle karşılaşmamış,
üzerine ilâhî ihsanlar artarak akmış ve bu edeb içinde “Kâbe-Kavseyn” makâmına
ulaşmıştır.
Sehl b. Abdullah et-Tüsterî demiştir ki: “Rasûlullah (a.s), nefsinin
gördüğüne ve müşâhede ettiğine kanmadı; tamamen, Rabbini müşâhadeye yönelerek,
o mahalde bulunması gereken sıfatlardan kendisine zâhir olanları müşâhade
ediyordu.” [23]
Mürşidin Huzurundaki Edebler
Bu yolun büyükleri, mürşid ve
üstatlarını ziyaret anındaki edeplere çok dikkat ederlerdi. Onları büyük eden
de zaten bu edepleriydi.
Büyük veli İmam Kuşeyri (k.s) şöyle
der:
“İlk günlerimde, mürşidim Ebu Ali
ed-Dakkak’ın (rah.) yanına gittiğimde muhakkak oruçlu olurdum ve gusül abdesti
alırdım. Çoğu zaman medresesinin kapısına gelir, Hazretin haşmet ve heybetinden
dolayı ‘benim gibi birisi onun yanına giremez!’ düşüncesiyle kapıdan geri
dönerdim. Cesaret edip de içeriye girerek medresenin ortasına geldiğimde beni
mürşidimin heybeti kaplar ve bundan dolayı irkilirdim. Çoğu zaman vücudum
heyecan ve heybetten donuklaşırdı. Öyle ki birisi iğne ile beni dürtecek olsa
hissetmezdim. Huzuruna oturunca, derdimi dille ifade etmek zorunda kalmazdım.
O, aklımdan geçen konulara tek tek cevap verirdi. Buna çok defa şahit oldum.
Ona karşı öyle hürmet hisleriyle doluydum ki, bazen bu zamanda bir peygamber
gönderilse idi acaba ona karşı bundan daha fazla hürmet etmeye güç yetirebilir
miydim diye düşünürdüm. Mürşidime karşı hep bu hisler içinde kaldım; kendisi
vefat edene kadar içimle ve dışımla hiç bir hâline itiraz etmedim.[24]
Sadat-ı Kiram, müridlerin
dışından çok içlerinin ve kalblerinin temiz olmasını isterler. Kalbi kin,
haset, gösteriş, kendini beğenme, aşırı dünya muhabbeti ile kirlenmiş
kimselerin, dış giysilerini tertemiz etmesini ve görüntü ile yetinmesini ihlas
ve mertliğe uygun görmezler. Dışı temiz, içi kirli olmak iki yüzlülüktür ki,
mürşidlerin gönlü en fazla bu durumdan rahatsız olur.
Büyük arif Abdulvehhab Şarânî
(k.s), bu hususta şu uyarıyı yapıyor:
“Mürşidin huzuruna pejmürde,
kirli paslı, dağınık elbise ile girmemelidir. Temiz olmalı ve namaza giriyormuş
gibi özen göstermelidir. Bunun için en güzel elbiselerini giyinmeli, bunun
yanında iç âlemindeki günah kirleri için de istiğfarla meşgul olmalıdır.”[25]
Kâmil mürşidin derdi müridlerine
el öptürmek değil edep öğretmektir. Eğer insandaki kibri ve benliği yok etmek
için edepten daha güzel bir şey olsaydı, mürşidler muhakkak onu tercih
ederlerdi.
Mürşidlerin en rahatsız olduğu
şey, birilerinin yapmacık hareketler ile kendilerine yakınlık göstermesi,
hürmet etmesi ve etrafındakilerin dikkatini çekmesidir. Hele mürşide yakın
gözüküp halkın gözüne girmeye, ona gösterdiği hürmetle milletin rağbetini
çekmeye çalışanlar, kâmil mürşidlerin en nefret ettiği kimselerdir.
Bu yol tamamen samimiyet üzere
kurulmuştur. Mürid, ibadetlerinde olduğu gibi normal davranışlarında da
gösterişten uzak olmalıdır.
Kâmil mürşidi ziyaret anında
gereken en önemli edeplerden birisi de, sükûnet, sessizlik ve kalp
uyanıklığıdır. Mürşidin bulunduğu meclise giren kimse, onun nazarları altına
girmiş durumdadır. Bundan sonra var gücüyle edebe sarılıp mürşidin kalbindeki
nur ve muhabbete yönelmelidir. Mürşidin huzurundaki bu mühim edepleri, Seyyid
İbrahim Fasih (k.s), şöyle açıklamaktadır:
“İlahi feyzin gelişi, mürşidin
huzurundaki edepleri korumaya bağlıdır. Bu edepler zahiri ve batıni olmak üzere
iki kısımdır. Zahiri edep, müridin vücut azaları ile koruyacağı edeplerdir. Bu
edepler şunlardır:
Mürid, mürşidinin huzurunda
otururken devamlı onun yüzüne bakmamalıdır. Boynunu bükerek oturmalı, tıpkı
sultandan kaçan ve daha sonra yakalanıp huzura getirilen bir kölenin teslim
olup boyun büktüğü gibi bulunmalıdır. O huzurda daima, huzur, saygı ve hürmet
içinde olmaya çalışmalıdır.
Mürid, mürşidin izni olmadan
oturmamalı, müsaade edilmeden konuşmaya, kendiliğinden soru sormaya
başlamamalıdır. Ancak hatme sırasında içeri giren kime izin almadan oturur.
Mürşidin huzurunda başkalarına
iltifat etmemeli, konuşmayı gerektirecek bir zaruret yokken yanındakilerle
konuşmaya, hâl-hatır sormaya yönelmemelidir. Mürşidin yanındaki kimseler, ileri
seviyedeki kimseler olsa bile, rağbetini sadece mürşide yöneltmelidir.
Mürid mürşide yapılacak bütün
hürmet ve saygının aslında Allahu Teala için yapılmış bir sevgi ve tazim
olduğunu bilmelidir.
Mürid, mürşidin huzurunda sessiz
ve sakin olarak oturmalı, gözlerini kapamalı, feyiz elde edebilmek için kalben
Allah’a yalvarmalıdır. Bu esnada istediği feyzin kendisine gelmesi için bir
merkez konumunda olan mürşidinin kalbine yönelmelidir.
Mürşidin huzurunda bulunurken
dikkat edilecek batınî edeplerin en önemlileri şunlardır:
Mürid, mürşidinin huzurunda
bulunurken kalp uyanıklığına çok dikkat etmelidir. Kalbinde yersiz düşünceler
ve vesveseler olmamalı, gelirse onlara iltifat etmemelidir. Mürşidini imtihan
etme, içinden ona karşı gelme ve itiraz etme gibi düşünceler taşımamalıdır.
Bunlar onun mürşidin kalbinden ve gözünden düşmesine sebep olur. Böylece
mürşidin teveccüh ve sevgisinden mahrum kalır. Allah’ın veli kullarının
nefretini çekecek şeylerden şiddetle sakınmalıdır. Allahu Teâlâ'nın nazar
mahalli olan bir gönülden düşmek, gökyüzünden yere düşmekten daha tehlikelidir,
denmiştir.
Mürid huzurda kalbini toplayarak
feyiz talep etmeli, kalbini mürşidinin kalbine bağlayarak onun yüksek teveccüh
ve iltifatını beklemelidir. Güneşin her tarafı kapladığı gibi, mürşidin
feyzinin de herkesi içine alacağını bilmelidir.
Mürşid, kendisinden feyiz talep
edilmesini bekler. Mürid kendi eksikliğinden dolay mürşidinden bizzat feyiz
alamasa da, güzel zannını bozmamalı, itikadını güzel tutmalı, kusurun kendinden
kaynaklandığını bilmeli ve sabırla beklemelidir. Bu kadarı bile yeterlidir.
Mürid, mürşidinin başkalarıyla
meşgul olmasına bakarak “o şu anda benden habersizdir, benimle ilgilenmiyor, bu
durumda ben kendisinden nasıl istifade ederim ve feyiz alabilirim” diye
düşünmemelidir. Çünkü mürşidin zahirde insanlar ile meşgul olması onu Hak’tan
uzaklaştırmadığı gibi, aynı anda kalbiyle müridleriyle ilgilenmesine de mani
değildir. Kâmil mürşidin ilahi tecellilere ayna olan kalbi yeri ve göğü aynı
anda seyredecek bir genişliğe sahiptir.[26]
Mürid, kendisini ölümcül bir hastalığa
yakalanmış kabul etmeli ve ilacının mürşidinde olduğunu bilmelidir. Öyle olunca
bütün kalp ve ümidiyle yönelmesi gereken tek makam mürşidi olacaktır. Çünkü
takdir edilen şifa müride onun vasıtasıyla gelecektir.
Gönlünü bir noktada toplayamayan
kimse gerçek manada hiçbir mürşidden istifade edemez
Büyük veli İmam Sühreverdi (k.s),
mürşid huzurundaki en kazançlı işi şöyle tarif ediyor: “Mürid, mürşidinin
huzurunda ona nazar ederek ondaki nûraniyet içinde kaybolmaya çalışmalı ve
Cenab-ı Hakk’ın ona ikram ettiği ilahi ihsanlara gönlünü açmalıdır. Bu onun
için her şeyden daha kazançlıdır.“[27] [28]
Mirac sonrası Hz. Ebû Bekir’e
[radiyallahu anh] Efendimiz’in [sallallahu aleyhi ve sellem] sıddik lakabı
vermesi ve sadatların sadakata verdiği önem. [29]
Peygamberimiz (s.a.v) Mekke'ye
döndüğünde, gece yaşadıklarını anlatma konusunda düşünceliydi. Korkusu,
insanların bu işi hemen yalanlama yoluna gitmeleriydi. Üzüntü ve düşünce içinde
bir kenara çekilmiş oturuyordu. O sırada Ebû Cehil yanına uğradı. Gelip yanına
oturdu. Alaylı bir şekilde,
"Yeni ilginç bir haberin var
mı?" diye sordu. Resûlullah (s.a.v),
"Evet, var" dedi. Ebû
Cehil,
"Nedir?" diye sordu.
Resûlullah (s.a.v),
"Bu gece bana yolculuk
yaptırıldı" dedi. Ebû Cehil,
"Nereye?" diye sordu,
Peygamberimiz (s.a.v),
"Kudüs'e
Beytü'l-Makdis'e" dedi. Ebû Cehil,
"Sabah olunca da aramıza
döndün, öyle mi?" diye sordu.
Peygamberimiz (s.a.v),
"Evet, öyle oldu" dedi.
Ebû Cehil hemen yalanlamayı uygun
görmedi. Olayı başka insanlara da anlatmasını istedi. Böylece ellerine bir fırsat
geçtiğini, bunu kaybetmemeyi düşündü. Peygamberimiz'e (s.a.v),
"Kureyşlileri çağırsam bana
anlattıklarını onlara da anlatır mısın?" diye sordu. Peygamberimiz
(s.a.v),
"Evet, anlatırım" dedi.
Ebû Cehil hemen,
"Ey Kâ'b oğulları buraya
gelin" diye orada bulunan Kureyşlilere seslendi. Hemen bir grup insan
etraflarına toplandı. Ebû Cehil, Resûlullah'a (s.a.v),
"Haydi, bana söylediklerini
bunlara da anlat" dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.v),
"Bu gece bana yolculuk
yaptırıldı" dedi. Adamlar,
"Nereye?" diye
sordular, Peygamberimiz (s.a.v),
"Kudüs'e
Beytü'l-Makdis'e" dedi. Adamlar,
"Sonra sabah olunca da
aramıza döndün öyle mi?" diye sordular. Resûlullah (s.a.v),
"Evet, öyle oldu" dedi.
Bunu işiten halk hayretler içinde
kaldı. Kimi hayretinden el çırpıyor, kimi şaşkınlığından ellerini başına
koymuş, bu nasıl olur, diye düşünüyordu. Sonra,
"Bize Mescid-i Aksâ'nın
özelliklerinden anlatabilir misin?" diye sordular. Orada olanlar içinde
Kudüs'e gidip Mescid-i Aksâ'yı görenler vardı. Peygamberimiz (s.a.v), Mescid-i
Aksâ'nın hiçbir özelliğini tesbit etmemişti. Bu sebepten müşkül durumda kaldı.
Allah (c.c) o anda Mescid-i Aksâ'yı gözünün önüne getirdi, onun her yanını
gösterdi. Allah Resulü (s.a.v) ona bakarak Kureyşliler'in bütün sorularına
cevap verdi. Adamlar,
"Vallahi anlattıklarında
isabet etti" dediler, fakat iman etmediler. Başka delil isteyerek,
"Biz sana Şam'dan gelmekte
olan develerimizi soracağız; bize onlardan haber ver" dediler.
Peygamberimiz (s.a.v) onlara yol esnasında gördüğü kervanlardan şöyle bahsetti:
"Evet, falan kimselerin
kervanına rastladım. Revha isimli mevkideydi. Bir deve yitirmişler, onu
arıyorlardı. Yükleri arasında bir su kabı vardı. Susadım, o kabı alıp su içtim
ve kabı yerine koydum. Geldiklerinde sorun bakalım, kabın içinde önceki sudan
bir şey kalmış mı?"
O anda kervanın durumu
Peygamberimiz'e (s.a.v) gösterildi, kervan hakkında onlara ayrıca şu bilgileri
verdi:
"Öndeki kervan falan gün
güneş doğarken Mekke'ye gelecektir. Kervanın önünde boz renkli bir deve
bulunuyor; üzerinde de biri siyah biri alaca renkli iki çuval var."
Resûlullah'ın (s.a.v) haber
vermiş olduğu o gün müşrikler sabahın erken saatlerinde kervanların Mekke'ye
giriş yeri olan Seniyye tepesine çıktılar. Güneş ne zaman doğacak da Muhammed'i
(s.a.v) yalancı çıkaracağız, diye bekliyorlardı.
Derken içlerinden biri,
"Güneş doğdu" diye
haykırdı. Tam o sırada bir diğeri de, "İşte kervan geliyor, önlerinde
söylediği gibi boz renkli deve var!" diye bağırdı. Bu da ayrı bir mucize
olmuştu. Hal böyleyken, müşrikler yine iman etmediler; sadece,
"Bu açık bir sihirdir"
dediler.[30]
Hz. Ebû Bekir'in (r.a) Örnek
Tavrı
Mi'rac olayını kabullenemeyen
bazı müşrikler hemen Hz. Ebû Bekir'e (r.a) koştu. Ona,
"Baksana arkadaşın neler
söylüyor!" diyerek duyduklarını anlattılar. Hz. Ebû Bekir (r.a),
"Size bunları o mu
söyledi?" diye sordu, Adamlar,
"Evet, az önce kendisinden
duyduk" dediler. Hz. Ebû Bekir (r.a) hiç tereddüt etmeden,
"Eğer bunları o söylemişse
doğrudur. Hem bunlar ne ki, o bana gökten bundan daha ilginç haberler getirir,
ben hepsini kabul ederim" dedi.
Hz. Ebû Bekir (r.a) hemen Hz.
Peygamber'in (s.a.v) yanına geldi, mi'racı bizzat kendilerinden dinledi;
Allah'ın Resulü (s.a.v) anlattıkça,
"Doğru söylüyorsun yâ
Resûlellah" diyerek tasdik ediyordu.
Peygamberimiz de (s.a.v),
Mürşide Karşı Sadakat
Allah rızasını ve takvayı amaç
edinen tasavvufun temeli, ihlâs ve sadakattir. Bütün mesele; önündeki mürşide
inanmak, güvenmek ve onu Allah için sevmektir.
Mürid mürşidine karşı her halde
samimi ve sadık olmalı; bu sadakat hâlini konuştuğu her kelamda, attığı her
adımda ve ulaştığı her makamda korumalıdır.
Mürid mürşidinin huzurunda gayet
edebli ve samimi gözüküp gıyabında nefsinin keyfine göre hareket etmemelidir.
Dışıyla tam bir derviş ve tasavvuf ehli görünüp içinde kin, hased, kibir,
düşmanlık, ucub gibi bu yolun dışladığı huyları beslemek, sadık bir talebinin
işi değildir. Eğer bu tür çirkin hallerden kurtulamıyorsa, kasılmayı bırakıp
kusurlarına tövbe ile uğraşmalıdır.[33]
Gavs hazretleri, bize Şah-ı
Nakşibend’in (k.s) bir sohbetini şöyle anlattı:
Şah-ı Nakşibend (k.s) ilk
talebelik yıllarında kendi halinde halim selim bir insandı. O zaman cemaatteki
insanların hepsi ondan rahatsız olmaya başladı. Bir müddet sonra halifeler de
hep onun aleyhinde oldular. Şah-ı Nakşibend’i (k.s), Seyyid Emîr Külâl’e (k.s)
şikâyet ettiler. Seyyid Emîr Külâl (k.s), ince bir hikmeti ortaya çıkarmak için
onu kovdu.
O da mürşidimin emridir diye
gitti. O köyden ayrılırken arkasından çoluk çocuk kim varsa taşladılar. Köyden
ayrıldı ve iki üç saat uzaklaştı. Bu arada bir çobana rastladı. Sürünün yanında
bir de köpek vardı. Köpek ne huysuzluk yaptı ise çoban ona taş atıp kovuyordu.
Şah-ı Nakşibend (k.s) yorulup oturduğu yerden, çoban ile köpeğin halini
seyretti. Çoban tepenin arkasına geçip görünmez olunca, köpek tekrar peşine
koşuyordu. Hayvan, açıktan çobanın yanına gitmeye korkuyordu, fakat ondan da
ayrılmıyordu. Çoban gözden kayboldukça köpek peşinden gidiyor, o kayboldukça
köpek gidiyor, neticede köye giriyorlar. Köpek de kendini fark ettirmeden
çobanla beraber köye giriyor. Şah-ı Nakşibend (k.s) onları seyrettikten sonra
düşündü, olaydan ibret aldı ve kendi kendine,
“Ben bu köpek kadar da olamadım.
Nerde kaldı mürşidime bağlılığım, muhabbetim. Mürşidim beni kovdu, köylüler
bana taş attı diye hemen yollara düştüm. Ben neyin peşindeyim? Benim yaptığım
iş doğru değil. Ben geri dönüyorum” dedi ve döndü. Gece karanlığında mürşidinin
köyüne girdi.
Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin (k.s)
kapısının eşiğine boynunu uzatıp yere koydu. Kapının ağzına uzandı. Seyyid Emîr
Külâl hazretleri (k.s) sabah namazına camiye giderken ayağına bir şey takıldı;
üzerine bastı, ayağı ile o şeyi silkeledi, baktı ki bir insan. Karanlıkta ona
seslenerek, “Kalk, kimsin” diye onu dürttü. O da, “Köpeğin Bahâeddin kurban!”
diye cevap verdi.
Seyyid Emîr Külâl, onun seyyidlik
ve ilim kibrini kırıp nefsini ayaklar altına almasından çok hoşlandı, “Ayağa
kalk” diyerek onu ayağa kaldırdı, iki kaşının arasından öptü ve “şeyhlik bana,
sûfîlik de sana helâl olsun” dedi.
Hiç kimse bahanelere yapışmasın.
Bu yol Ebû Bekir-i Sıddîk’ın (r.a) yoludur. Nakşibendî yolunun temeli
sadakattir. Kim ben Nakşibendî’yim diyorsa içinde bu sadakat olması lâzımdır,
yoksa boşa kürek çekmiş olur. Nereye giderseniz gidin elinizden bu sadakati
bırakmayın.[34]
[1] Sohbet alt
başlığı
[2] Mahmut Kaya,
Kutsal Günler Ve Geceler, Sf.37.
[3] Buhari,
Bed’u’l-Halk 6, Enbiya 22, 43, Menakıbu’l-Ensar, 42; Müslim, İman 264 (164);
Tirmizi, Tefsir, İnşirah, (3343); Nesai, Salat 1, (1, 217-21 8); Ahmed b.
Hanbel, el-Müsned, 17380.
[4] İmam-ı Gazali
(r.ah.), Kalplerin Keşfi, Sf.635.
[5] Sohbet alt
başlığı
[6] Kemal
Süleymanoğlu, Her Gün Beş Miraç, Semerkand
Dergisi, Ağstos 2006.
[7] Sohbet alt
başlığı
[8] Dr Dilaver
Selvi, Ümmetin Miracı Seyru Süluk, Semerkand Dergisi, Aralık 1999
[9] Muhammed Saki
Erol, Bir Seferdeyiz; Ya Ebedi Saadete, Ya Da Ebedi Felakete, Semerkand
Dergisi, Aralık 2001.
[10] Sohbet alt
başlığı
[11] Mahmut Kaya,
Kutsal Günler Ve Geceler, Sf.38.
[12] T. Ziya
Ergunel, Mihraptaki Yay, Semerkand Dergisi, Kasım 2009.
[13] Nesâî, Nisâ
7/62 (nr.3950).
[14] Ebû Davud,
Edeb, 86; Ahmed b. Hanbel, Mûsned, 5/364; Taberânî, Mucemü'l-Kebir, nr. 6214.
[15] Hûcvirî,
Keşlü'l-Mahcûb, s. 544.
[16] Abdullah
Demiray, Namazın Hikmetleri, Sf.32.
[17] Şürünbülâlî,
Nûrü'l-îzâh, s. 43.
[18] Abdullah
Demiray, Namazın Hikmetleri, Sf.20.
[19] Sohbet alt
başlığı
[20] Necm suresi
ayet-17
[21] Hadid suresi
ayet-23
[22] Alak suresi
ayet-6-7
[23] Şihâbüddin
Sühreverdî, Avarifü’l-Mearif, Sf.359
[24] Kuşeyri,
Risale, II, 579; Şarani, el-Envaru’l-Kudsiyye, II, 92
[25] Şarani,
el-Envaru’l-Kudsiyye, II, 71—72
[26] İbrahim
Fasih, Halidiyye Risalesi, 18-22
[27] Sühreverdi,
Gerçek Tasavvuf, 531
[28] M.Saki Erol,
Arifler Yolunun Edepleri, Sf.146.
[29] Sohbet alt
başlığı
[30] Ahmed,
Müsned, 1/309; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve, 2/363-364; Heysemî, ez-Zevâid,
1/64-65; Asım Koksal, İslâm Tarihi, 2/228-233.
[31] Hâkim,
Müstedrek, 3/62-63; Delâilü'n-Nübüvve, 2/361.
[32] Dilaver
Selvi, Kulun Yolculuğu.
[33] Dilaver
Selvi, Kaynaklarıyla Tasavvuf, Sf.587.
[34] S. Muhammed Saki
Erol, Hayat Dengemiz, 263/264. S. Muhammed Saki Erol, Hayat Dengemiz, 263/264.
Yorumlar
Yorum Gönder