NAMAZIN FAZİLETİ VE HİKMETLERİ
İbadetin en önemli maksadı, yüce Mevlâ’nın sevgi ve
rızasını kazanmaya vesile olmasıdır. Sırf bu maksat bile bizim ibadetlerde
başka gaye aramamızın önünü keser. Şu halde kul, Rabb’ine gönülden yönelmeli,
ibadetlerini O’nun rızasını kazanmak için, halis niyetle yapmalıdır.
Bir gün Süfyân-ı Sevrî [kaddesallahu sırrahu], Râbia
el-Adeviyye’nin, “Her kulun bir ölçüsü, her imanın bir hakikati vardır; senin
imanının hakikati nedir?” diye sorduğunda, Râbia,
“Ben, Allah’a O’ndan korktuğum için ibadet
etmiyorum. Böyle olsaydı, sahibinden korktuğu için çalışan hizmetçi gibi
olurdum. Ben, O’na cennet sevgisiyle de ibadet etmiyorum. Böyle olsaydı, sahibi
kendisine bir şey verince çalışan kötü hizmetçi gibi olurdum. Ben, Rabbim’e
ancak O’nu sevdiğim ve kendisine kavuşmak istediğim için ibadet ediyorum”[1] diye
cevap vermiştir.
Bedîüzzaman
Said Nursi de [rahmetullahi aleyh] bu konuda,
“İbadet ve duanın sebebi ve neticesi emir ve rıza-i
ilâhîdir, faydası uhrevîdir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksatlar niyet
edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz faydasız olur”[2]
demiştir.
Bedenini
beslemeye, onun ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyorsun. Ruhunu beslemek için de
çalış!
Bedenini
beslemek, onun ihtiyaçlarını gidermek için bir sanat öğrendin; bir işin var,
bir mesleğin var. Ruhunu beslemek için de din sanatını öğrenmeye çalış![3]
Hz. Mevlânâ
Niçin Namaz?
Kulun yapmakla mükellef olduğu ibadetlerin başında namaz gelmektedir.
Çünkü namaz Allah’ın verdiği sayısız nimetlere karşı bir şükür olmak üzere farz
kılınmıştır. Namazın insana pek çok faydası vardır. Ancak namaz, her şeyden
önce sırf Cenâb-ı Hakk’ın emri olduğu için yerine getirilmesi gereken bir
ibadettir. Kur’an’ın birçok âyetinde bu emir, “Namazı kılın, zekâtı verin” şeklinde geçmektedir. Allah’ın [celle celâluh] emrini yerine getirmek için kılınan namaz insana, yüce
Mevlâ’nın sevgi ve rızasına kazandırır. Namazın asıl gayesi de budur zaten.
Kelime-i şehadet getirerek iman dairesine giren her müslüman, İslâm’ın
beş şartından biri olan namazı kılmakla yükümlüdür. Oruç tutmak, zekât vermek
ve hacca gitmek de namaz gibi İslâm’ın şartlarındandır. Ancak bunların yerine
getirilmesi belli şartlara bağlanmıştır. Oysa namaz böyle değildir. O aklî
dengesi yerinde olmayan kimse dışında bulûğ çağına eren her müslümana farzdır.
Öyle ki fıkıh âlimleri elleri ve ayakları kesilmiş, yüzünde da yara olan kimse
hakkında, “Abdest ve teyemmüm almaksızın namazını kılar ve (yüzü iyileştiğinde
de) namazını iade etmez”[4]
demişlerdir.
Görüldüğü gibi
diğer bazı ibadetlere has kılınan şartlar, namazda aranmamaktadır. Namazı
akıllı ve bâliğ olan her müslüman kılmak zorundadır. Bu onun üzerine bir
farzdır.
Bu nedenle Allah
dostları namaza büyük önem vermişlerdir. Kendilerinden nasihat isteyenlere ilk
nasihatleri, “Namazlarınızı kılın, onu ihmal etmeyin” olmuştur.
Gavs-ı Sâni
hazretleri [kaddesallahu sırrahu] bir sohbetinde,
“Tarikat, şeriatın üstünde
kurulmuş takva makamıdır. Şeriatsız tarikat olmaz. Bir evin yapımında temelde
kullanılan demir ve beton eksik olursa bina sağlam olmaz, çabuk çöker.
Tarikatın temeli de şeriattır. Temeli sağlam olmayan tarikat ehli de çabuk
yoldan çıkar. Bir kişinin müslüman olması için ilk önce kelime-i şehadet
getirmesi gerekir. Ondan sonra imanın şartlarını kabul etmesi gerekir, ondan
sonra da İslâm’ın beş şartını yapması lazımdır. Bunlardan hac, zekât, oruç
belli şartlara bağlanmıştır. Ama namaz âkıl bâliğ olan herkesin üzerine
farzdır. Herkesin her şartta yapması gereken bir ibadettir. Yapılmazsa çok
büyük cezası vardır. Bazı âlimlere göre beş yüz, bazı âlimlere göre yetmiş bin
yıl cezası vardır. Kişi hasta olsa, hareket edemeyecek olsa bile ima ile de
olsa, namazını kılmak zorundadır” [5]
demiştir.
Hatta Hz. Âişe validemiz bir gece
Allah Resûlü’nün kendisinden izin alarak ayakları şişinceye kadar ibadet
ettiğini görüp de,
“Ey Allah’ın Resûlü, Allah senin
geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışladığı halde niçin bu kadar kendini ibadete
zorluyorsun?” dediğinde Allah’ın Resûlü [aleyhissalâtü ve’s-selâm],
“Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” [6] cevabını
vermiştir.
Namaz, dinin
direğidir.[7]
Bu sebeple ibadetlerin şeref ve faziletçe en üstünü, sevapça en büyüğüdür.
Çünkü nefsin ıslahında namazın büyük etkisi vardır.
Namaz, Cenâb-ı
Hakk’ı noksan sıfatlardan tenzih edip O’nu yücelterek verdiği nimetlere
şükretmektir.
Namaz, ruh ve
bedeni saran dünya sevgisinden arınıp Allah’ın [celle celâluh] sevgi ve
rızasına talip olmaktır. Kulun bütün benliğiyle Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna durup
O’na niyazda bulunmasıdır. Verdiği nimetler için huzurda eğilip, başını secdeye
koymasıdır.
İmam Sühreverdî
[kaddesallahu sırrahu], Avârifü’l-Maârif adlı
eserinde, namazın manasını izah ederken,
“Salât, ‘ateşe tutulmak’ manasına gelen ‘salye’ kökünden türemiştir.
Eğri (yaş) bir ağaç dalı düzeltilmek istendiği zaman önce bir ateşe tutulur,
sonra düzeltilir. İnsanda da (ağaç misali) nefs-i emmârenin varlığından
kaynaklanan birtakım eğrilikler (kötü huylar) vardır. Bunlar ancak Cenâb-ı
Hakk’ın ilâhî nuruyla düzeltilebilir. Zira nur, kötü hasletleri yakıp kül etme
özelliğine sahiptir. Dolayısıyla (hakikatini anlayarak) namaz kılan bir kimse
namaz sayesinde tecelli eden ilâhî nurla nefsindeki eğrilikleri yakıp kül eder.
Böylelikle manevi mi‘racını da gerçekleştirmiş olur”[8]
demiştir.
İslâm’da İlk Namaz
Beş vakit namaz bugün bilinen şekliyle hicretten bir buçuk yıl kadar
önce Mi‘rac gecesinde farz kılınmıştır. Ancak, vahyin başlangıcından itibaren
namaz ibadetinin mevcut olduğu, sabah ve akşam olmak üzere günde iki vakit
kılındığı bilinmektedir. Zira Cebrâil [aleyhisselâm] ilk vahyin akabinde Peygamber Efendimiz’i Mekke’nin yakınlarındaki bir
vadiye götürmüş, vadinin bir köşesine gelince ayağını yere vurmuş, oradan
fışkıran su ile önce kendisi, sonra da Resûl-i Ekrem Efendimiz [sallallahu aleyhi ve sellem] abdest almıştır.
Ardından da Resûlullah’a [salât ve selâm üzerine olsun] iki rekât namaz kıldırmış ve işte namaz böyle kılınır, demiştir. [9]
Namazın Mi‘rac Gecesi Farz Kılınmasının
Hikmeti
Namazın Mi‘rac gecesinde farz
kılınmasının hikmeti hakkında İbn Hacer el-Askalânî şu bilgiyi vermektedir:
“Beş vakit namazın Mi‘rac
gecesinde farz kılınmasının hikmeti, Cebrâil’in [aleyhisselâm] o gece Resûl-i
Ekrem’in [sallallahu aleyhi ve sellem] göğsünü yarıp onu zemzem suyuyla zâhiren
ve bâtınen yıkadıktan sonra iman ve hikmetle doldurmasıdır. Binaenaleyh
temizlik namazın ön şartı olduğu için Peygamber Efendimiz’in göğsünün mi‘raca
çıkmadan önce zâhiren ve bâtınen temizlenmesi ile namazın bu halde iken farz
kılınması arasında bir ilişki görülmektedir.”[10]
Hücvîrî
[rahmetullahi aleyh] ise namazın Mi‘rac gecesi farz kılınmasının hikmeti
hakkında şöyle demektedir:
“Resûlullah [sallallahu aleyhi ve sellem] ‘Göz aydınlığım namazda
kılınmıştır’ [11] buyurmakla benim bütün rahatım namazdadır, demek istemişlerdir. Çünkü
istikamet ehlinin manevi haz kaynağı namazdır. Resûl-i Ekrem’in [sallallahu aleyhi ve sellem] bu sözü Mi‘rac
hadisesine dayanır. Şöyle ki Peygamber Efendimiz, mi‘raca çıkarıldığı zaman,
kurb (Cenâb-ı Hakk’a yakın olma) derecesine ulaştırıldı. O zaman nefsi varlıkla
ilgili her işten kesildi ve esasen kalbinin bulunduğu dereceye ulaştı … (Orada
ona sayısız ikram ve ihsanlarda bulunuldu). Öyle ki Cenâb-ı Hakk’ın yanında
kalmanın özlem ve hasretiyle,
‘Yâ ilâhî! Beni
ikinci kez bela yurdu olan dünyaya gönderme, tabiat ve hevâ ağına düşürme!’ dediği
zaman,
‘Hükmümüz
şöyledir ki, burada sana verdiğimiz şeylerin aynısını orada (namaz) da
vereceğimiz için dini ikame etmek üzere tekrar dünyaya döneceksin’ denildi.
Resûlullah
[sallallahu aleyhi ve sellem] dünyaya dönünce ne zaman o yüce ve yüksek makamın
iştiyakını ve özlemini duysa,
‘Ey
Bilâl, kalk namaza (çağır da) bizi namazla rahatlat’ [12] buyururdu. Dolayısıyla Resûl-i
Ekrem’in [sallallahu aleyhi ve sellem] her namazı, onun için bir yakınlık ve
mi‘rac olmuştu. İnsanlar onu namaz kılarken görürlerdi. Oysa onun ruhu namazda,
gönlü niyazda, sırrı yükselişte, nefsi erime halinde idi. O derece ki namaz
onun göz nuru haline gelmişti. O namazda iken, bedeni mülk âleminde, ruhu
melekût âleminde, idi. Bedeni insî, yani beşerî idi ama ruhu üns (Allah [celle celâluh]
ile sohbet) mahallinde idi.”[13]
Namazın Beş Vakit Oluşunun Hikmeti
Namazın beş vakte tahsis
edilmesinin hikmeti hakkında İsmail Hakkı Bursevî [rahmetullahi aleyh] şu
bilgileri vermektedir:
“Âlimlerden bazıları demişlerdir
ki; namazın gece ve gündüz beş vakte tahsis edilmesinin hikmeti insanın
havâss-ı hamseye[14]
(beş duyuya) sahip olmasındandır. Çünkü kul havâss-ı hamse ile günah işlemektedir.
Gece ve gündüz bu beş duyu ile işlediği günahlara kefâret olsun diye de namaz
beş vakte tahsis edilmiştir. Zira Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi ve
sellem] buna işaretle,
‘Beş vakit namaz tıpkı herhangi birinizin kapısının
önünden akan gür ve tatlı bir nehir gibidir. Bu kişi günde beş vakit, kapısının
önünden akan bu nehre dalarak yıkansa, sizce bedeninde kirden iz kalır mı?’ diye sormuş, ashâb-ı kirâm,
‘Hayır, ey
Allah’ın Resûlü! Hiçbir şey kalmaz’ deyince Resûlullah [sallallahu aleyhi ve
sellem],
‘İşte suyun kiri götürmesi gibi, beş vakit namaz da
insanın bütün günahlarını siler süpürür’ [15] buyurmuştur.
Ezan ve Kametin Hikmeti
Cenâb-ı Hak
dünya işleriyle meşgul olan kulunu ezan ile günde beş defa huzuruna davet
etmektedir. Bu yönüyle ezan bir uyarı ve uyanıştır. İnsanlara âlemlerin Rabbi
olan Allah’ın [celle celâluh] onların büyük bildiği her şeyden daha büyük
olduğunu hatırlatır. Allah’tan başka ilâh olmadığını ve Hz. Muhammed
Mustafa’nın [sallallahu aleyhi ve sellem] âlemlere rahmet olarak gönderilmiş
son peygamber olduğunu ilan eder. Sonra, asıl huzur ve kurtuluşun son din
İslâm’da ve dinin direği olan namazda olduğunu bildirir.
Buna göre,
ezanın en önemli hikmeti, insanlara namaz vaktini ve namaz kılınacak yeri
bildirmesinin yanı sıra, İslâm’ın şiarı olan kelime-i şehadeti kalplere
nakşederek insanları kurtuluşa davet etmektir.
Hadesten Taharetin Hikmeti
Abdestsiz veya
cünüp olan kimsenin abdest ve gusül alarak hükmî pisliklerden temizlenmesine
hadesten taharet denir.
Namaza hem zâhiren hem bâtınen
temiz girmek gerekir. Abdest ve gusül bu iki temizliği de içeren bir ibadettir.
Böyle olduğu için dinimiz abdesti, namazın ön şartı saymıştır. Zâhirî açıdan
bakıldığında, mikrobun en kolay ürediği el, yüz ve ayaklar, abdest vesilesiyle
günde beş defa yıkanmakta, vücut, bulaşıcı hastalıklara karşı koruma altına
alınmaktadır. Gerek vücudu mikroplara karşı koruma altına alarak, gerekse kan
dolaşımının düzenlenmesine yardımcı olarak beden sağlığını koruyan abdest,
(küçük) günahların affına vesile olmasıyla da kalbi zulmet kirinden temizleyip
manevi sağlığı temin etmektedir.
İnsanın yaratılış gayesi olan
Allah’a [celle celâluh] kulluk böyle bir temizlenme ameliyesi ile başlayınca
insana vereceği zevk ve rahatlığın değeri sonsuz olur.
İşte namazdan önce alınan
abdestin aklen bilinen hikmeti budur. En iyisini Allah bilir.
Necasetten Taharetin Hikmeti
Bedenin, elbisenin
ve namaz kılınacak yerin, namazın sahih olmasına engel olacak maddi
pisliklerden temizlenmesine necasetten taharet denir.
İlâhî huzura
çıkarken bedeninin, elbisesinin ve namaz kılacağı yerin temiz olmasına özen
gösteren kimse, Allah’ın sevgisini kazanır. Çünkü Resûl-i Ekrem [sallallahu
aleyhi ve sellem],
“Allah temizdir, temizliği sever”[16]
buyurmuştur.
Öte yandan beden ve elbise temizliğine
önem göstermek, kişiye kendine ve çevresine karşı saygı duyma öğretisi
kazandırır.
Setr-i Avretin Hikmeti
Avret, insan
vücudunda başkası tarafından görülmesi ayıp ya da günah sayılan yerlerdir. Bu
yerlerin örtülmesine setr-i avret denir. Erkeklerin avret yerleri, göbek
altından diz kapağı altına kadar olan kısımdır. Kadınların ise el ve yüzleri
hariç bütün bedenleri avrettir.
Avret yerlerinin
namazda olduğu gibi, namaz dışında da örtülmesi ve başkalarına gösterilmemesi
gerekir. Bunun hikmeti, örtünmenin aklın ve fıtratın bir gereği olmasındandır.
Örtünmek aklın
ve fıtratın bir gereği olduğu halde özellikle namazda avret yerlerini örtmenin
farz olmasındaki hikmet, Câhiliye dönemindeki Araplar’ın düştüğü hataya
düşmemek içindir.
Çünkü, “Ey âdemoğulları! Her mescidde ziynetinizi
takının (güzel ve temiz giyinin)” (A‘râf 7/31) âyeti Arap kabilelerinin
Câhiliye devrinde Kâbe’yi çıplak olarak tavaf etmeleri hakkında inmiştir.
Onlar, “Biz içlerinde günah işlediğimiz ve günahlarla kirlettiğimiz elbiseler
içinde Kâbe’yi tavaf etmeyiz” derlerdi. Erkekler gündüz, kadınlar da geceleyin
çıplak olarak tavaf ederlerdi. Allah Teâlâ onlara ister namaz, ister tavaf için
olsun her mescide gittiklerinde elbiselerini giymelerini emretmiş ve
soyunmalarını yasaklamıştır.[17]
İstikbâl-i Kıblenin Hikmeti
Namaz esnasında kişinin, yönünü diğer
cihetlerden ayırıp, kıbleye yöneltmesine istikbâl-i kıble denir. Kıbleden
maksat Kâbe’dir.
namazda kıbleye yönelmenin en önemli
hikmeti, dünyaya iltifat etmeyip tam bir yönelişle Hakk’a yönelmektir. Bunun
için insan, nasıl ki bedenini zâhiren Kâbe’nin bulunduğu istikamete çeviriyorsa
kalbini de bâtınen Hakk’a çevirmesi gerekmektedir. İnsan ancak bu şekilde,
kalbini Allah’ın [celle celâluh] dışındaki şeylerden temizleyip Cenâb-ı Hakk’a
yönelebilir.
Vaktin Hikmeti
Her namazı
vaktinde kılmak namazın şartlarındandır. İsmail Hakkı Bursevî [rahmetullahi
aleyh] namaz için belli vakitler tayin edilmesinin hikmeti hakkında şöyle
demiştir:
“Şerhu’l-Hikemi’l-Atâiyye’de geçtiğine
göre, Allah Teâlâ kullarında amelleri yerine getirmelerine engel olacak
derecede usanç ve bıkkınlığa sebep olan hırsın varlığını bildiğinden ibadetler
için vakitler tayin etti. Hem kullarına olan rahmeti hem de onlara kulluğu
kolaylaştırmak için günde beş vakit namazı, senede bir ay orucu, 200’de 5 (iki
yüzde beş) zekâtı[18]
ve ömürde bir defa Kâbe’yi ziyareti farz kıldı.
Allah Teâlâ ibadetleri belirli vakitlerle sınırlamasaydı, ileride
yapacağım düşüncesi onları ibadetten alıkoyar ve o zaman görmezlikten gelerek,
şımararak, tembellik yapıp nefislerine uyarak kulluk muamelesini terkederlerdi.
Vakitleri geniş kılması ise kullarına tercih hakkı vererek onlara bir kolaylık
sağlamak içindir. İşte vaktin hikmeti budur.”[19]
Niyetin Hikmeti
Niyet, namaz kılacak kimsenin namazı
Allah [celle celâluh] için kılmayı istemesi ve hangi namazı kılacağını
bilmesidir.
Namazın
farzlarından olan niyetin hikmeti, namaz ile Allah’ın [celle celâluh] sevgi ve
rızasını kazanmayı istemektir.
Niyetin halis
olması, kılınan namazın ve yapılan amelin kabul edileceği anlamına gelir.
Bu itibarla, kalbi dünyevî
bağlardan koparıp ihlâs ve samimiyetle huzura durmak namazın kabul olmasının ön
şartlarındandır.
İftitah Tekbirinin Hikmeti
Namaza duracak
kişinin (niyetten sonra) ayakta[20]
ve kendisinin işitebileceği bir sesle “Allahüekber” diyerek namaza durmasına
“iftitah tekbiri” (başlangıç tekbiri) denir.
Namazda elleri
kaldırarak tekbir almanın (Allahüekber demenin) hikmeti, Cenâb-ı Hakk’ın her
şeyden büyük ve üstün olduğunu bilerek O’nun ibadet ve kulluğa layık tek ilâh
olduğunu kabul etmek, O’nun hükmüne teslim olmaktır. Bunun alameti ise kalpten
Hak’tan gayri her şeyi çıkarıp elin tersiyle arkaya atmaktır.
Kıyamın Hikmeti
Namazda ayakta
durmaya kıyam denir. Buna göre kıyamın hikmeti, kulun Allah’ın huzurunda
olduğunu bilerek O’na duyduğu saygı ve tazimi ayakta hareketsiz durmak
suretiyle göstermesidir. Bunun en büyük alameti, tekbir alıp dünya ile
ilişkisini kesen kulun sağ elini sol elinin üzerine koyarak Cenâb-ı Hakk’ın
huzurunda el pençe divan durmasıdır. Çünkü bu şekilde durmak, saygı ve tevazua
işarettir.
Kıyamın bir
diğer hikmeti ise kıyamet günü kabirlerden kalkıp mahşer yerine gelerek
Allah’ın huzurunda ayakta durmayı ve O’na hesap vermeyi insana hatırlatmasıdır.
Kıraatin Hikmeti
Bir kimsenin, namazda -kendi işitebileceği bir sesle- bir miktar Kur’an
okumasına kıraat denir. Namazda okunması zorunlu olan en az kıraat miktarı, üç
kısa âyet veya buna denk bir uzun âyettir.
Kur’an okumak
bizzat Allah [celle celâluh] ile konuşmak demektir. Bu konuşmayı her namazda
okunan Fâtiha sûresinde açıkça görmek mümkündür. Nitekim bir hadis-i kutsîde
şöyle buyrulmuştur:
“Namazda
okunan her Fâtiha’yı (kulum ve kendim arasında) iki kısma ayırdım. Kul,
‘Bismillâhirrahmânirrahîm’
dediği zaman, Ce-nâb-ı Hak ona mukabil olarak,
‘Kulum
beni andı’ der. Kul,
‘Elhamdülillâhi
Rabbi’l-âlemîn’ (Bütün hamdler âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur) deyince,
Allah [celle celâluh],
‘Kulum
bana hamdetti’ buyurur. Kul,
‘Errahmânirrahîm’
(O, çok merhamet edicidir) dediği zaman, Allah [celle celâluh]
‘Kulum
beni övdü’ der. Kul,
‘Mâliki
yevmi’d-dîn’ (O, hesap gününün tek sahibi ve hâkimidir) deyince, Allah Teâlâ,
‘Kulum
işini bana havale etti’ der.
(Buraya
kadar olan kısım Allah içindir). Kul,
“İyyâke
na‘büdü ve iyyâke nestaîn (Allahım! Ancak sana kulluk eder, sadece senden
yardım isteriz) dediği zaman, Allah Teâlâ,
‘Bu,
kulumla benim aramdadır’ der. Kul,
‘İhdina’s-sırâta’l-müstakîm
… (Allahım bizi, kendilerine ilâhî nimet ve faziletler ihsan ettiğin
sevdiklerinin yolu olan sırât-ı müstakîme ulaştır Kendilerine gazap ettiğin ve
hak yoldan sapmışların yoluna sevketme!) diyerek sonuna kadar okuduğu zaman,
Allah Teâlâ,
Rükûnun Hikmeti
Rükû sözlükte
eğilmek demektir. Namazın farzlarından olan rükû, kıraatten sonra dizleri
ellerle kavrayarak öne doğru eğilmekten ibarettir. Rükûnun hikmeti, kulun
Allah’ın [celle celâluh] büyüklüğü karşısında ne kadar âciz ve zelil olduğunu
itiraf ederek, huzurunda tevazu ile boyun eğişinin fiilî bir göstergesi
olmasıdır. Bu şuurla yapılan rükûnun karşılığı cennet nimetleri ve en önemlisi
cennette Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini müşahede etmektir.
Secdenin Hikmeti
Secde sözlükte, teslimiyet, tevazu
içinde yere kapanmak ve yüzü yere sürmek demektir. Namazın farzlarından olan
secde, rükûdan sonra ayak parmaklarıyla birlikte alın ve burnu yere koymaktan
ibarettir.
Secdenin bilinen en önemli hikmeti,
kulun Allah’ın [celle celâluh] kendisine verdiği nimetleri düşünüp
“Allahüekber” (Yüceler yücesi Allah benim tasavvur ettiğim her şeyden kat kat
büyüktür) diyerek vücudun en kıymetli organı
olan başı ile secdeye kapanmasıdır. Çünkü kul böyle yapmakla hem nimeti verene
şükretmiş hem de kötülüğü emreden nefsi ayaklar altına alarak Allah’a [celle
celâluh] yaklaşmış olur.
Kâde-i Ahîrede Teşehhüd Miktarı Oturmanın
Hikmeti
Kâde-i ahîrede teşehhüd miktarı oturmak,
namazın son oturuşunda “Tahiyyat” duasını okuyacak kadar oturup beklemek
demektir.
Kâde-i ahîrede
teşehhüd miktarı oturmanın hikmeti, kulun Allah’ın huzurunda olduğunu bilerek
bedenî ve malî bütün ibadetlerin, Allah’a ait olduğunu dile getirdikten sonra
“esselâmü aleyke eyyühennebiyyü” (selâm senin üzerine olsun ey nebî) ve
Tahiyyat’ın sonunda “Eşhedü ellâ ilâhe illallah ve eşhedü
enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” diyerek Resûl-i Ekrem’e [sallallahu aleyhi
ve sellem] karşı olan biatını günde beş vakit tekrarlamasıdır.
Namaz Tesbihatının Hikmeti
Namaz tesbihatı Peygamber
Efendimiz’in [sallallahu aleyhi ve sellem] devamlı surette yaptığı, bizlere de
faziletini bildirerek yapılmasını tavsiye ettiği zikirlerden ibarettir. Allah
Resûlü’nün devamlı yaptığı zikirler olması hasebiyle namaz tesbihatının önemi
büyüktür.
Tesbihat yapmanın en önemli
hikmeti namaz içindeki eksiklikleri bir nevi telafi etmek ve namazın manasını
pekiştirmektir. Nitekim İmâm-ı Rabbânî [kaddesallahu sırrahu] namazdan sonra
tesbihat yapmanın hikmeti hakkında,
“Resûlullah Efendimiz’den [sallallahu
aleyhi ve sellem] rivayet edildiği üzere farz namazın edasından sonra toplam
yüz defa tesbih (sübhânellah), hamd (elhamdülillâh), tekbir (Allahüekber) ve
(bir defa) tehlîl (lâ ilâhe illallah) okunmasının sırrı, bu fakire göre, namaz
içindeki eksiklikleri tekbir ve tesbihle telafi etmek, bu ibadeti layıkıyla ve
tam olarak yerine getiremediğini itiraf etmektir”[22] demiştir.
(Bu Yazı Abdullah Demiray Hoca’nın
Semerkand Yayınları’ndan çıkan “Namazın Hikmetleri” isimli kitabından
özetlenerek alıntılanmıştır.)
[3] Şefik Can, Konularına Göre
Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, İstanbul: Ötüken
Yayınları, 2002, 2/453.
[5] Hasta olan bir kimse, namazda rükû
ve secdeyi yapmaya gücü yetmezse, namazını oturduğu halde ve ima ile kılar.
Yani, başı ile işaret ederek kılar ve başını secde için rükûdan biraz daha
aşağı eğer. (Başı ile ima yapmaktan) âciz olan hastanın, gözü ile kalbi ile
kaşı ile ima etmesi câiz olmaz. Ebû Yûsuf’tan gelen bir rivayette ise, hasta
olan kimsenin gözü ile veya kaşı ile imâ etmesi câizdir. İmam Züfer ise, o
kimsenin kalbi ile ima etmesini de câiz görmüştür. İmam Şâfiî’nin görüşü de bu
yöndedir. (bk. İbrahim Halebî, Halebi Sagîr, s. 168).
[9] İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî, 1/207; Şeblencî, Nûrü’l-Ebsâr, s. 30; Abdülmecid Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 39.
[14] Havâss-ı hamse
olarak bilinen beş şey şunlardır: Basar (görmek), semi‘ (işitmek), şem
(koklamak), zevk (tatmak) ve lems (dokunmak).
[18] Burada develerin zekâtı
kastedilmektedir. Çünkü 145 deveden itibaren 224’e kadar beşer deve zekât
verilir.
Yorumlar
Yorum Gönder