Ana içeriğe atla

SÜNNETLERİ YERİNE GETİRMENİN ÖNEMİ


SÜNNETLERİ YERİNE GETİRMENİN ÖNEMİ
Gavs-ı Sani [kuddise sırruhu] şöyle buyurur: “O yolda Hz. Rasûlullah’ın  [sallallahu aleyhi ve sellem] izinden başka Allah'a giden bir yol ve kapı yoktur. Hz. Rasûlullah’ın [sallallahu aleyhi ve sellem] hayatını yaşamak için de ulu Sâdat’lara uymak gerekir. Hz. Peygamber'e [sallallahu aleyhi ve sellem] hakkıyla uymanın en güzel yolu, sünnet üzere yaşayan Sâdat'ları takip etmektir. Sadatlar, sünnet-i seniyyeyi kâl olarak değil, hâl olarak yaşar ve yayarlar. Onlara uymakla iman selameti ile ölmek nasib olur. Böylece ebedi ahiret yolculuğu iman ile başlamış olur. En büyük saadet de budur.”
***
Allah Rasulü s.a.v. Efendimiz’in sözlerine, uygulamalarına ve herhangi bir durumla ilgili tavrına “Sünnet” diyoruz. Sünnet’i gözardı eden bir anlayışın İslâm’la, böyle bir yaşantının müslümanlıkla ilgisi olamayacağına dair şüphe yok. Bugün ilâhi köklerinden kopma tehdidi altındaki anlayışımızın ve yaşantımızın yenilenmesi, tazelenmesi yani tecdidi ancak Sünnet ile mümkün. Sünnet’in bazı şeklî unsurlardan ibaret olmadığını, bir hayat tarzı olduğunu anlamamız, karşılaştığımız her durumda “Allah Rasulü (s.a.v) olsaydı bu durumda ne yapardı?” sorusunun izini sürmemiz gerekiyor.
Efendimiz s.a.v. buyuruyor ki:
“Göğüs boşluğunuzda iman, tıpkı bir elbisenin eskidiği gibi (zaman içinde) eskir. Öyleyse Allah’tan imanınızı tecdid etmesini (yenilemesini) isteyin.” (el-Hâkim, el-Müstedrek, 1 /4)
Günümüze gelene kadar müslümanlar, Rabbanî alimler vasıtasıyla bu hadisin bildirdiği gerçeği hayat rehberi edinmiş; amel, söz ve davranış olarak, zikir ve fikir olarak şuurlarını mümkün olduğu kadar canlı tutmanın gayreti içinde olmuşlardır.
İçinde yaşadığımız zaman diliminde durum epey farklılaşmış görünüyor. Zira bu zaman diliminin yani modern dönemin temel vasfı “tüketim” çılgınlığının neredeyse bütün insanlık üzerinde hakimiyet kurmuş olmasıdır. Her şeyin kitlesel bir tüketim anlayışı içinde hızla eskidiği bu dönemde Sünnet-i Seniyye’nin, din şuurumuzun ve algımızın diri tutulmasındaki hayatî fonksiyonunu sık sık vurgulamakta şüphesiz büyük faydalar var.
Bu noktada, “dinî şuurumuzda baş gösteren yenilenme ihtiyacı kendisini nasıl belli eder?” sorusu önemlidir. Bu soruya verilecek cevabı aslında her birimiz kendi nefsimizde hissedebiliriz. Öğrenip hafızamıza yerleştirdiğimiz ve hayatımıza intikal ettirdiğimiz İslâmî hakikatler, bir zaman sonra ruhunu ve etkisini yitirmeye başladıysa, birtakım ibadetleri, evrad u ezkârı yerine getirirken kalbimizde bir kıpırdanma olmuyorsa, yaptığımız işleri alışkanlık haline getirip mekanikleştirmişsek “tecdid” vakti yani yenilenme, tazelenme zamanı gelmiş demektir.
Hiç şüphesiz mekanikleşmenin, eskimenin, ruh zayıflamasının kendisini belli ettiği en önemli alanlardan birisi Sünnet-i Seniyye’ye tabi olma şuurumuzdur. Sünnet-i Seniyye’nin her bir ilkesine, her bir cüz’üne ittiba ederken yaşadığımız “Sünnet’e uyma” şuurunun, bir süre sonra yerini bir “alışkanlığa” bırakmaya başlaması, tehlike zillerinin çalmaya başladığını işaret eder bize.
Söz gelimi yemeklerden önce dişlerimizi misvaklarken bir sünneti yerine getirme niyetiyle hareket ettiğimiz sürece Sünnet’e ittiba sevabı kazanıyoruz. Ama bir süre sonra bu bir alışkanlık haline geliyor ve misvak kullanımı işini dişlerimiz daha beyaz görünsün diye yapmaya başlıyorsak, işte orada ruh ve mana kaybolmuş, sadece şekil ve kabuk kalmıştır.

Sünnet-Tecdid ilişkisi
Hayatımızda sıklıkla “tecdid”e ihtiyaç duyacağımızı bize haber veren de, onu nasıl yapacağımızı öğreten de Sünnet’tir. Bu sebeple Sünnet şuurunun canlandırılması tecdid ihtiyacının karşılanması için gerekli ve yeterli olacaktır.
Bir keresinde Efendimiz s.a.v., “İmanınızı tecdid edin.” buyurmuş, Sahabe-i Kiram’ın, “İmanımızı nasıl tecdid edelim?” sorusuna da, “Lâ ilâhe illallâh”ı çokça söyleyin.” cevabını vermiştir. (Ahmed b. Hanbel)
Allah Tealâ’nın bu ümmete her yüz senenin başında dinini tecdid edecek birini veya birilerini göndereceğini bildiren hadis (Ebu Davud) üzerinde dururken ulema, bilhassa Sünnet’in ihyasına dikkat çekmiş ve müceddidin unutulan sünnetleri ihya edeceğinin ve yaygınlaşma eğilimi gösteren bid’atleri ortadan kaldıracağının altını çizmiştir.
Bu çerçevede İmam Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir: “Allah Tealâ, her yüzyılın başında insanlara Sünnetleri öğreten ve Rasul-i Ekrem s.a.v. adına yalan uydurulmasına engel olan kimseleri gönderir…” (el-Azîmâbâdî, Avnu’l-Ma’bûd, 11/387)
Bu durum, aynı zamanda Sünnet’in hayatımızdaki merkezî yerini de işaret etmektedir. Din’in tecdidi Sünnet’in ihyasına bağlı olduğuna göre, biz de içinde bulunduğumuz zaman diliminde Sünnet şuurumuzu yenilediğimizde Efendimiz s.a.v.’in haber verdiği tecdid faaliyetini kısmen de olsa yerine getirmiş olacağız.
Sünnet bütün hayatı kuşatır
Sünnet-i Seniyye’nin hayatımızdan çekilmesi hiç şüphesiz biraz yukarıdaki örnekte geçen misvak kullanımı konusuna münhasır değildir. Sünnet bütün hayatımızı kuşatan bir rehberdir. Bireysel sorumluluklarımızdan toplumsal ilişkilerimize kadar her adımımız, her fiilimiz Sünnet’in ilgi ve belirleyicilik alanı içindedir. Zira Efendimiz s.a.v.’in hayatı, sünneti ve sîreti yani hayat tarzı bütünüyle Kur’an’ın canlı bir tefsiridir. O’nun her sözü, her davranışı bizim için Allah Tealâ’nın rızasına götüren bir rehberlik niteliği taşır. Günlük hayatta, evinin içinde, komşularla ilişkilerde, devlet yönetiminde, mescitte ve sokakta… kısacası hayatın her anında ve alanında O, “canlı Kur’an” olarak biz mü’minlere yol gösterir. O’nun kılavuzluğu olmadan hakkıyla müslüman olmak ve müslüman kalmak mümkün değildir.
Efendimiz s.a.v. bir gün mübarek başını göğe kaldırıp bir süre tefekküre daldıktan sonra şöyle buyurdu:
– İlim sizden çekilip alındığı zaman haliniz nice olur?!
Orada bulunan sahabiler biraz şaşkınlıkla şöyle dediler:
– Ey Allah’ın Rasulü! Bizler Kur’an’ı okuduğumuz ve ev halkımıza öğretip durduğumuz halde ilim bizden nasıl çekilip alınır?
Efendimiz s.a.v.’in cevabı son derece düşündürücü oldu:
– Tevrat ve İncil yahudilerin ve hıristiyanlar’ın elindeyken onlara bir fayda sağladı mı? (Ahmed b. Hanbel, Tirmizî, İbn Mace)
Evet, Tevrat ve İncil, Hz. Musa ve Hz. İsa (ikisine de selam olsun) ümmetlerinin bir süre sonra Yahudileşmesine ve Hristiyanlaşmasına mani olmamıştır.
Bu son derece çarpıcı gerçek, sadece geçmiş kavimlerin durumunu anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda bizi şu hayatî sorunun muhatabı kılıyor:
İslâm Ümmeti’ni yahudi ve hıristiyanlarınkine benzer bir hüsrana sürüklenmekten koruyacak olan nedir?
Hiç şüphesiz bu sorunun cevabı “Sünnet-i Seniyye”dir. Onun kurtarıcı rehberliğinden kendisini müstağni zannedenlerin varacağı yer iki dünyada da hüsrandan başkası olmayacaktır. Zira Efendimiz s.a.v., “Nefsimi kudret elinde tutana yemin ederim ki, hevâsını (arzu ve isteklerini) benim getirdiklerime tabi kılmayan iman etmiş olmaz.” (Begavî, Şerhu’s-Sünne, 1/213) buyurmuştur.
Ulemamızın bu hadiste ifade buyurulan “benim getirdiklerim” sözünün sadece Kur’an’ı anlatmadığı, buradaki esas vurgunun Sünnet-i Seniyye’nin rehberliğini anlattığı konusunda aydınlatıcı beyanları vardır.
Dolayısıyla bu dinin hakkıyla öğrenilmesi de, yaşanması da ancak Sünnet-i Seniyye’ye ittiba ile mümkündür.
Toplumsal ilişkilerimize dikkat!
Pek çok ayet-i kerime bu temel gerçeği vurgulamaktadır. Onlardan birisi şudur:
“(Ey Habibim!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana ittiba edin ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmran, 31)
Efendimiz s.a.v.’den nakledilen bir hadis bu ayeti şöyle tefsir ediyor: “Kim Allah’ın ve Rasulü’nün kendisini sevmesini istiyorsa, doğru sözlü olmaya, emanete riayete ve komşusuna eziyet etmemeye baksın.” (Abdürrezzak es-San’ânî, el-Musannef, 11/8)
Bu hadiste ifade buyurulan 3 husus arasında nasıl bir ortak özellik vardır diye düşündüğümüzde karşımıza şu gerçek çıkıyor: Efendimiz s.a.v. burada namazımıza, orucumuza ve sair bireysel ibadetlerimize değil, toplumsal ilişkilerimize dikkat çekiyor:
1. Yalanı hayatınızdan çıkarın buyuruyor. Her ne şekilde olursa olsun yalan söylemeyin. Buna göre bir başka hadiste ifade buyurulan üç hal dışında yalanın hayatımızda yerinin olmaması gerekiyor. (O üç hal, düşmanla savaş, küs arkadaşların arasının bulunması ve evliliğin kurtarılmasıdır.)
2. Size emanet edilen şeye hıyanet etmeyin. Emanet denilince sadece birisinin bize geçici olarak teslim ettiği ve bir süre sonra gelip alacağı şeyleri düşünmeyelim. Bize verilen sağlık sıhhat ve bedenden çoluk-çocuğumuza, mal-mülkten mevki ve makama kadar hayatımızda uhdemize verilmiş ne varsa hepsi birer emanettir ve bizler onların her birinden hesaba çekileceğiz.
3. “Komşuya eziyet etmeme” ifadesinden sadece aynı binada veya mahallede oturduğumuz insanlara kötülük etmemeyi anlamamalıyız. Aksi takdirde buradan şöyle bir anlam çıkar: Komşumuz dışındaki insanlara eziyet edebiliriz! Bu doğru olamayacağına göre Efendimiz s.a.v.’in bu ikazından, aynı apartman ve mahalleyi paylaştığımız “yakın komşu”dan, aynı şehri paylaştığımız “uzak komşu”ya kadar ilişki ve irtibatta bulunduğumuz bütün insanları anlamalıyız.
Üretim ve tüketim anlayışımıza, eğlenme ve dinlenme tarzımıza, aileden başlayan toplumsal ilişkilerimize kadar hayatın her alanında Sünnet’in öngördüğü davranış ve tutumu ortaya koyamıyorsak, Allah Tealâ’nın sevdiği ve bağışladığı bahtiyarlar arasına girmemiz hiçbir zaman mümün olmayacaktır.
Yüce Kitabımız’da “De ki: Eğer Allahı seviyorsanız bana uyun ki Allah sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin.” (Âli İmran, 31) buyurulmaktadır.
Efendimiz s.a.v. de, yukarıda zikrettiğimiz üzere “Hevâsını (arzu ve isteklerini) benim getirdiklerime tabi kılmayan iman etmiş olmaz.” buyurmak suretiyle Kur’an-Sünnet bütünlüğüne ve Sünnet’i dışlayarak müslüman kalmanın imkansızlığına dikkat çekmiştir. Dolayısıyla hakiki ve makbul iman, ancak Efendimiz s.a.v.’in rehberliğine titizlikle riayet etmekle mümkün olacaktır.
Medeniyet, kültür ve Sünnet
Yukarıda Sünnet-i Seniyye’nin, bizim için hayat rehberi olduğunu söylemiştik. Sünnet’e yaptığımız bu vurgu akla şöyle bir soru getirebilir: Müslümanlığımızın temeli Kur’an-ı Kerim olduğu halde, Sünnet’e bu kadar vurgu yapmak doğru mudur?
İlk bakışta bu soru haklı gibi görünmektedir. Ancak meseleye biraz yakından baktığımızda farklı bir durumla karşılaşırız.
Sünnet-i Seniyye Kur’an-ı Kerim’in hayata aktarılmasının biricik yoludur. Bu noktada herhangi bir farklı görüş ileri sürülemez. Kur’an bize Oruç tutmamızı emreder; Sünnet ise onu Teravih’le, sahurla, iftarla süsleyerek hayatımıza indirir. Kur’an bize infak ve tasadduku emreder; Sünnet onu “vakıf” formatında müesseseleştirerek hayatımıza sokar. Yine Kur’an bize zekâtı emreder, Sünnet onu fıtır sadakasıyla ve nafile tasadduklarla güçlendirerek toplumsal dayanışmayı perçinler.
Bütün bu ve benzeri meseleler Din’in toplumsal hayatta yaşanması için vazgeçilmez yapılanmalardır ve hepsinin kaynağının Sünnet-i Seniyye olduğuna dikkat edilmelidir. Kur’an’ın, muhataplarını sıklıkla Rasul-i Ekrem s.a.v.’e itaat ve ittibaya yönlendirmesinin altındaki en önemli saik budur.
Bu durum, müslümanların inşa ettiği kültür ve medeniyetin Sünnet-i Seniyye üzerinde yükseldiği gerçeğini dikkatimize sunmaktadır.
Çürük elmaya göz yummak
Tıpkı bir sepetin içindeki bir tek çürük elmanın zamanla sağlam elmaları çürütmesi gibi, münkerat işleyen bir tek kişinin mevcudiyeti ve görmezden gelinmesi de zamanla günahın bütün toplumu çürütmesine yol açacaktır.
Kendini akıntıya kaptırmak, toplumun yanlış istikamete gittiğini bile bile “ortama ayak uydurmak” günümüzde hayli yaygınlaştığı görülen hastalıklı tutumların başında gelmektedir. Siyasî, sosyal, ekonomik… hayata İslâm’ın ölçülerine uymayan bir gidişatın hakim olmasının en temel sebeplerinden biri işte budur.
Sultanahmet camiinin banisi 1. Ahmed, dönemin Şeyhülislâmı Muhammed Sadeddin Efendi’ye ileri gelen görevlilerinden birini göndererek bir fermanla şöyle bir soru sormuştu:
– Bu ümmete ilâhi yardım vaadedilmiş iken, devlet yapısına ve tebaanın işlerine yansıyan bozgunun sebebi nedir?
Şeyhülislâm, bu sayfayı görevlinin elinden alarak “el-Cevâb” yazdıktan sonra Sultanın yazısının altına şöyle yazdı: “Bana ne”
Ve kâğıdı görevliye iade etti. Şeyhülislâm’ın, sorusunu kaale almadığını düşünen Padişah son derece hiddetlendi ve Şeyhülislâm’ın derhal huzuruna gelmesini emretti. Şeyhülislâm huzura gelince, bu makamdakilere karşı alışılagelmiş tavrın dışına çıkarak azarladı ve şöyle dedi:
– Benim için son derece önemli bir konuda sen nasıl “bana ne” der ve cevap vermezlik edersin?
Şeyhülislâm şöyle karşılık verdi:
– Kesinlikle hayır! Aksine ben, hünkârımın sorusuna en ince cevabı verdim. Zira devlet adamları ve ümmetin fertleri, ne zaman ki zararı veya faydası herkesi kapsayan konularda “bana ne” diyerek, umumun menfaati yerine yalnızca kendi çıkarlarını düşündüler; işte bela o zaman yayıldı ve musibet herkesi kapladı.
Şeyhülislâm sözünü bu şekilde açınca Padişah şaşırdı ve kendisini azarladığı için mahcup oldu, Şeyhülislâm’ın gönlünü almaya çalıştı. Kendisine, üç adet kıymetli elbiseyle ihsanda bulundu. (el-Kevserî, Makâlât, 636-7)
İşte tam da bu “araziye uyma” tavrı konusunda Sünnet-i Seniyye’nin şu çarpıcı ikazıyla karşılaşıyoruz:
“Herkes iyilik yaparsa biz de yaparız, herkes haksızlık yaparsa biz de haksızlık ederiz diyen kimseler gibi olmayın. Kendinizi iyilik yapanlara karşı iyilik yapmaya, kötülük yapanlara karşı da haksızlık yapmamaya hazırlayın.” (Tirmizî)
Sünnet’in küllî boyutu
Söz buraya gelmişken, Sünnet-i Seniyye konusunda halk arasında genellikle düşülen bir yanlışa dikkat çekelim: Sünnet denilince sadece namaz kılarken sarık sarmak, yemeği sağ elle yemek, sakal bırakmak gibi “şeklî” unsurları anlamamak gerekir. Elbette bunlar da Sünnet-i Seniyye’nin anlam sahası içindedir. Ama esas “Sünnet” denildiğinde, insana şahsiyetini veren ve toplumu inşa eden hususlar anlaşılmalıdır.
Kur’an iyi incelendiğinde görülecektir ki, Efendimiz s.a.v.’in peygamberliği konusunda bizim iki türlü mükellefiyetimiz bahis konusudur. Bu nokta gerçekten dikkat çekicidir. Kur’an bizden Allah Tealâ’ya “itaat” etmemizi isterken; Efendimiz s.a.v.’e hem “itaat”, hem de “ittiba” etmemizi ister. Bunun anlamı üzerinde iyi düşünüldüğünde hem “itaat” ile “ittiba” arasındaki fark, hem de Efendimiz s.a.v.’in Kur’an’ın hakkıyla anlaşılıp yaşanmasındaki merkezî fonksiyonu daha net anlaşılacaktır.
Efendimiz s.a.v., sadece Allah Tealâ’dan getirdikleri konusunda otoritesine boyun eğilen değil, aynı zamanda günlük hayatta izi takip edilen, arkasından gidilen bir önderdir. Esasen bu durum bütün peygamberler için söz konusudur. Dolayısıyla Sünnet’e riayet eden kimsenin, günlük hayatta ve ilişkilerinde, algılarında ve tasavvurlarında Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in izini sürmesi gerekir. Söz gelimi Efendimiz s.a.v., mazeretinden dolayı borcunu geciktiren mümine ruhsat tanınmasını, alışverişlerde ve sair ilişkilerde dürüstlüğü ve kolaylaştırmayı, insanlara yukarıdan bakmamayı, gösteriş ve lükse kaçmamayı birer hayat düsturu olarak işaretlemişken O’nun izinden gittiğini söyleyen bir kimsenin tam aksi istikamette yürümesi düşünülebilir mi?
Yine Efendimiz s.a.v., dinde aslı olmayan bid’at uygulama, inanç ve tutumlardan ümmetini şiddetle sakındırmışken, hayatı kompartımanlara ayırıp, bazı alanları Din’in ve Sünnet’in denetiminden bağımsız düşünmek mümkün olabilir mi?
“Çağa ayak uydurmak”, “dünyanın gerisinde kalmamak” gibi gerekçelerle Kur’an ve Sünnet’in çizdiği çerçeveye burun kıvırmak, onu “modası geçmiş” olarak telakki etmek, tam da “tecdid” faaliyeti kapsamında istikamete sokulması gereken “sapmalar” olarak dikkat çekmektedir. Sünnet-i Seniyye’yi ciddiye alan ve hayatını Efendimiz s.a.v.’in rehberliğinde yönlendiren bir insanda böyle tutumların görülmesi mümkün değildir.
İtikattan hayata
İtikatta “Ehl-i Sünnet” olmanın manası üzerinde düşündüğümüzde bu gerçek daha bariz bir şekilde ortaya çıkacaktır. Acaba hiç düşündük mü, neden Sahabe’den (Allah hepsinden razı olsun) devralınan çizgi üzerinde yürüyen kutlu kervan kendisine mesela “Ehl-i Kur’an” değil de “Ehl-i Sünnet” demiştir?
Bunun en temel sebebi hiç şüphesiz, hakiki müslümanlığın ancak Sünnet-i Seniyye’nin inşa ettiği inanç ve tasavvur ile mümkün olmasıdır. Dolayısıyla itikattan amele ve ahlâka, bireysel alandan toplumsal alana kadar hayatı kuşatan her ne varsa anlamını ve ifadesini Sünnet-i Seniyye ile bulacaktır.
Bu çerçeveden baktığımızda “Ehl-i Sünnet”i, tarihte yaşamış ve orada kalmış birtakım fırkalara tepki olarak ortaya çıkmış bir akım olarak görmek hayatî bir hata olacaktır. O, dün olduğu gibi bugün de inancı ve hayatı Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in kılavuzluğunda inşa etmenin biricik zemini ve imkanıdır.
Öyleyse şu temel gerçeğin altını bir daha kalın bir çizgiyle çizelim: Allah Tealâ’nın razı olduğu müslümanlık ancak Sünnet-i Seniyye’ye ittiba ile yaşanabilir. Nihayet Sünnet-i Seniyye, vahyin hayatımızı bütünüyle kuşatan ve en ince detayına kadar ilmik ilmik ören ilâhi rehberliğinin ete kemiğe bürünmüş halidir.[1]

***

   Allah Tealâ, Rasulüne itaatı farz kıldığı gibi O’nun verdiği hükümlere muhalefeti sapıklık olarak nitelemiştir: “Allah ve Rasulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab/36) Ayetin devamında, sadece Rasulullah’ın (A.S.) hükmünü kabul etmenin yeterli olmadığı, bu hükmün gönülde hiç bir sıkıntı, en küçük bir tereddüt dahi bulunmadan yürekten benimsenmesi gerektiği ifade edilmektedir. “Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın onu tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa/65). Elbette “Rasulullah’ı hakem kılmak”, hayatında bizzat O’na müracaatı, vefatından sonra da O’nun sünnetine başvurmayı gerekli kılar.[2]

***
  
   Peygamber yerine kendisini, Sünnet yerine aklını koyarak Kur’an’ı anlamaya çalışan kimse, Allah’ın istediği dini değil, nefsinin süslediği bir felsefeyi ortaya koyar.
  
   Tek görevi Allah’ın dinini tebliğ ve öğretme olan Hz. Peygamber’in (A.S.) fikir, fiil, söz ve davranışlarını bilmeden ve örnek almadan İslam dini yaşanamaz. Birileri, “o hadis ve sünnet olarak anlatılanlar sağlam değil, şüphelidir. Onlar olmadan da biz İslam’ı yaşarız” derse, o yaşadığı İslam dini değildir, başka bir dindir. Peygamber yerine kendisini, Sünnet yerine aklını koyarak Kur’an’ı anlamaya çalışan kimse, Allah’ın istediği dini değil, nefsinin süslediği bir felsefeyi ortaya koyar ve öyle yaşar. Bu şekilde ortaya çıkan ise; edeb içinde amel edilecek bir din değil, edebsizce bol bol laf edilecek bir felsefi ekoldür. Ayetlerde uyarıldığı gibi, bu ekolün başında şeytan, içinde nefis, sonunda ateş vardır. (Hac/4; Fâtır/6)

   Bütün Kur’an ayetleri Hz. Rasulullah (A.S.) olmadan Allah’a gidilemeyeceğini, O’nun insanlara Allah’ın ayetlerini ve bu ayetlerdeki muradı bildirmek, ilahi hükümlerin nasıl uygulanacağını göstermek için geldiğini beyan ederken, ne yazık ki tarihte ve günümüzde müslüman kimliğini kullanan bazı insanlar, şu iddiada bulunmuşlardır:
   “Biz dini doğrudan Kur’an’dan alırız. Kur’an’ı anlamak için iyi bir Arapça bilgisi yeterlidir. Hatta bir Kur’an meali bile işimizi görür. Aklımız var; okuruz anlarız, anladığımız gibi de yaşarız. Allah’ın ayetleri herkesin anlayacağı şekilde kolaydır. Allah aklın almadığı şeyleri söylemez. Bazı noktalarda Sünnet’i bilmenin gereği vardır, fakat o da çok azdır. Hem hadislerin bize geliş şekli hiç de emniyetli değildir. Onun için hadisleri ihtiyatla karşılamak ve iyice akıl süzgecinden geçirmek gerekir. Ayetle uyum içinde olan ve akılla çelişmeyen hadisler kabul edilebilir. Diğerlerine hacet yok. Sahabenin uygulaması ve mezheb imamlarının ictihadları kendilerini bağlar. Onların bizim için tarihi malumattan öte bir değeri yoktur.  Zamanımızdaki ilme ve bilime ters düşen ayetlerin ilmin ve bilimin vardığı neticelere uygun yorumlanması gerekir. Eğer yorumlanamıyorsa bu tür ayetlerin ilk dönem müslümanlarını muhatab aldığı; o günkü ihtiyaç ve kültür seviyelerine uygun hükümler içerdiğini, bu gün için ise bağlayıcı bir durum arz etmediğini düşünürüz!”

   Bu tür sözler “elhamdülillah müslümanım!” diyen kimselerden duyuluyor. Ne acıdır ki, bu iddia sahipleri dini yıkmak için değil, onu ıslah için uğraştıklarını söylüyor. Bu nasıl bir düzeltmedir ki, bozulmayan bir şey kalmıyor.

   Hiç bir sahabiden böyle bir söz duyulmamıştır. Hak olan hiç bir mezhep imamı ve fakih “Kur’an ve aklımız bize yeter!” dememiştir. Hiç bir muhaddis ve müfessir böyle bir şeyi dile getirmemiştir. Hiç bir veli, Hz. Peygamberin (s.a.v) elinden tutmadan Allah’a ulaşacağını düşünmemiştir. Düşünenler velilik değil, delilik diplomasını almışlardır.

   Dense ki: “Bazı mezhep imamlarının kabul edip delil olarak kullandığı hadisleri, diğer bazı imamlar delil olarak kullanmamışlar. Bu davranışla, hadisleri red etmiş olmuyorlar mı?”

   Alimler bu soruya şu cevabı veriyorlar: Hak mezhebe mensup imamlardan hiç birisi, küçük-büyük hiç bir hususta Hz. Peygamber’e (A.S.) muhalefet etmeyi düşünmemiştir. Çünkü onlar, Rasulullah’a (A.S.) uymanın vacip olduğunda kesin olarak görüş birliği içindedirler. Ve yine Rasulullah (A.S.) hariç, diğer bütün insanların sözlerinin bazılarının alınıp, bazılarının terk edilebileceğinde de görüş birliği içindedirler.

   Fakat bununla birlikte, imamlardan birinin sahih hadisin hükmü dışında bir görüşüne rastlandığında, bunun bir takım sebepleri vardır. Bunlar da şunlardır:
   * O hadisin Hz. Peygamber’e (A.S.) ait olduğuna yakinen inanmamaktadır. Yani, hadisin senedini (rivayetçilerini) emniyetli bulmamaktadır.

   * O hadisten bu mananın çıkacağı ve o meseleye delil olacağı görüşünde değildir.

   * Hadisle bildirilen hükmün sonradan kaldırılmış olduğuna inanmaktadır. Onun için hadisle amel etmemiştir.” (Hucciyetu’s-Sünne)

   Evet, bütün bunlarla birlikte, kendini ilim ehli gösteren ve bizatihi Sünnet’in delil oluşunu inkâr edenler vardır. Biz bu kimselerin durumunu araştırıp niyetlerine baktığımızda onların şu üç gruptan birine dahil olduğunu görürüz:
   1- Dine girmiş görünür, fakat mümin değildir. O, kendisi ve taraftarlarının çıkarı için yürütülen bir plan adına, din esaslarında şüpheler ortaya çıkarmak ve onu kökünden yıkıp temelinden sarsmak istemektedir. O, müslüman görüntüsü veren ve küfrünü gizleyen bir münafıktır.

   Bu kimse, müslümanların dinine ve bütün delillerin kaynağı olan Kur’an’a saldırmaktan çekinir ve başka bir taraftan yanaşır. O da, kendisi olmaksızın Kur’an’ın anlaşılamayacağı, bütün hüküm ve kanunlarının hükümsüz kalacağı Sünnet’e saldırmaktır. Bu plan gerçekleşirse, bütün hükümler yok hükmüne gelecek, Kur’an ellerinde bir oyuncak olacak, onu anlamaya güçleri yettiğini söyleyerek ayetleri kendi arzu ve hesaplarına göre yorumlayıp tefsir edeceklerdir. Bunları yaparken de insanlara: “Biz, Allahu Tealâ’nın: ‘Kur’an’da hiç bir şeyi bırakmadık, açıkladık.’ (En’am/38), ‘Biz sana her şeyin bir açıklaması olarak Kitab’ı indirdik.’ (Nahl/89) ayetleriyle amel ediyoruz.” diyeceklerdir.

   Evet, bu ayetler haktır. Fakat onlar, bunlarla geçersiz bir mana kasdetmektedirler. Şüphesiz Kur’an, dinin bütün asıllarını ihtiva etmektedir. Bütün ilahi hükümlerin temeli O’dur. Fakat bu, onların düşündüğü batıl manayı desteklemez ve Sünnet’in delil oluşunu iptal etmez.

   2- Hadisleri inkar ve iptal eden ikinci tip, açıkça küfrünü ortaya koyan ve yüzündeki perdeyi kaldıran bir kimsedir. Mesela  : “Cebrail -hâşâ- hata etti, asıl peygamber Hz. Ali iken, yanlışlıkla peygamberliği Hz. Muhammed’e (A.S.) götürdü.” diyen kimse, bu gruba örnektir.

   3- Bir başka tip de, görünüşte Hakk’a ulaşmak, Rabbine güzel ve doğru bir şekilde ibadet yapmak isteyen bir adam kılığındadır. Ancak aklı şaşkın, cahilliği de son noktadadır. Çeşitli fikirler içinde yalpalayıp durur. Zahiren dine bağlı, onu savunmaya hırslı, hakkı korumaya hevesli görünür. Ayrıca, zındıkların ileri gelenleri ve dinsizlerin şeytanları, tatlı dilleri ve sahte ahlakî görüşleriyle bozuk fikirlerini ve yanlış yollarını güzel gösterirler, kendilerince kabul görmüş bir takım delilleri öne sürer, hak ile batılı birbirine karıştırırlar. Bununla da, dini muhafaza ettiklerini ve onu bidatçıların görüşlerinden temizleyip asıl safiyetine kavuşturduklarını zannederler. Bunları dinleyen bazı kimseler de, duyduğu sözlerdeki hata ve densizliği, fitne ve fesadı farketmeden, gerçeğini araştırıp anlamadan, güzel bir niyet ve saf bir kalp ile onların doğruluğuna ve sağlamlığına inanır, onların görüşlerine katılır ve hatta onları din adına savunmaya çalışır. Bunun için: “Akıllı düşman, cahil dosttan daha hayırlıdır.” denmiştir. (Hucciyyetu’s-Sünne)

Akıl Ne Kadar Yeterli?
   Kur’an-ı Hakim’in pek çok yerinde: “Namazı gereği gibi kılınız ve zekatı veriniz.” (Bakara/43, 83, 100; Nisa/77) buyrulmaktadır. Namazla ilgili emri tebliğ eden Hz. Peygamber’in (A.S.): “Benden gördüğünüz şekilde namaz kılınız.” (Buhari) emrini ve namazın kılınış şekilleriyle ilgili hadisleri gözardı ederek, insan aklı ve nefsi, sırf Arapça bilgisiyle bu ayetten nasıl bir namaz şekli ortaya çıkarabilir? Mesela, akşam namazını kaç rekât kılacaktır? Her rekâtta ne kadar neyi okuyacaktır? Zekâtı hangi mallardan ne kadar verecektir? Hz. Peygamberin “Hacda yapacağınız ibadetleri bana bakarak öğrenin.” (Müslim, Ebû Davud) emrini dikkate almadan, Yüce Rabbimizin: “Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın!” (Bakara/196) emrini, eksiksiz olarak nasıl yerine getireceğiz? Bu tür soruları dinimizin bütün emirleri için sorabiliriz. Hz. Rasulullah’ın (A.S.) emir ve fiillerine uymayan, ondan açık veya işaret yoluyla tasdik almayan hiç bir fiil ve söz Allah katında makbul değildir.

   İbnu Hazm’ın (Rh.A.) belirttiği gibi; Kur’an’da bir takım hükümler vardır ki, eğer onlarla karşı karşıya bırakılsak, nasıl amel edeceğimizi anlayamayız. Onları anlamak için tek müracaat kaynağı, Hz. Peygamber’in (A.S.) hadisleridir. Demek ki, zaruri olarak hadise başvurmak lazımdır. Şayet bir kimse: ”Biz ancak Kur’an’da bulduğumuzu alır uygularız, hadise bakmayız!” dese, icma-i ümmet ile kâfir olur. Eğer bir kimse, sadece ümmetin icma ettiği hükümleri alıp hakkında nass bulunan konularda ihtilaf ettikleri bütün hükümleri terk etse, ittifakla fasık olur.” (İbnu Hazm)

   Cenab-ı Hak tarafından: “Ey Rasulüm! Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya/107) iltifatıyla insanlığa takdim edilen Rahmet Peygamberine (A.S.) el ve gönül vermeyip başkasına boyun eğenler, ahirette onun şefaatından mahrum oldukları gibi, peşinden gittikleri şeytanlar tarafından da lanetleneceklerdir. (Ankebut/25)
  

Bazı Hadis Çeşitleri

   Hadisler, Hz. Rasulullah (A.S.) Efendimize ait olmakla birlikte, metnindeki veya onu nakleden ravilerdeki bir durumdan dolayı farklı sınıflara ayrılmış ve değişik isimlerle anılmıştır. Bunlar içinde de sıkça rastladığımız bazı hadis çeşitlerini tanıyalım:

   Mütevatir hadis: Ashab, Tabiun ve Etbau’t-Tabiîn devrinde (ilk üç nesil içinde) aklen ve adeten yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan büyük bir kalabalık tarafından rivayet edilen hadislerdir. Bu ölçüler içinde rivayet edilen hadisler kesin bilgi ifade ederler. Lafzı mütevatir hadisler azdır, fakat manası mütevatir hadisler ve ümmetin ekseriyeti tarafından uygulana uygulana gelen mütevatir derecesindeki hadisler çoktur.

   Sahih hadis: Hz. Rasulullah’tan (A.S.) itibaren ahlak yönünden çok titiz olduğu bilinen, hafıza yönünden güvenilir kimselerin rivayet ettikleri ve içinde hadis tekniği yönünden tenkid edilen bir durum olmayan hadislerdir.

   Hasen hadis: Dinî ve ahlaki yönü sağlam olmakla birlikte, kaydetme ve hafıza yönünden eleştirilebilecek ravilerin rivayet ettikleri hadislerdir. Hasen tabirini ilk olarak İmam Tirmizî kullanmıştır.

   Zayıf hadis: Sahih ve hasen hadisteki ravilerin özellikleri bulunmayan kimseler tarafından rivayet edilen hadislerdir.
   Hadislerin sahih, hasen, zayıf gibi kısımlara ayrılması, onu rivayet eden kimselerden kaynaklanmaktadır. “Bu hadis sahih değildir, zayıftır” demek; “senedi (rivayetçi zinciri) sağlam değildir. Yani onu rivayet edenler, her yönüyle tam emniyetli değildir.” manasındadır. Yoksa Rasulullah (A.S.) Efendimiz’in sözlerinin bir kısmı sahih, bir kısmı sahih değildir manasında değildir.

   Hadis diye uydurulmuş sözler: Birileri tarafından uydurulmuş ve hadis diye ortaya yayılmış sözler mevcuttur. Onlara “Mevzû” (uydurulmuş) hadis denir. Esasen bu tür sözlere hadis demek doğru değildir. Ne niyetle yapılırsa yapılsın, bir kimsenin Hz. Peygamber’e (A.S.) ait olmadığını kesin olarak bildiği bir sözü, fikrini kabul ettirmek veya o sayede bir menfaat elde etmek için: “bir hadiste buyrulmuştur ki” veya “bana falan kimse Hz. Peygamber’den rivayet etti ki...” şeklinde takdim etmesi helal değildir. Bunu yapan kimse: “Kim bilerek benim adıma yalan söylerse, Cehennem’deki yerine hazır olsun” (Buhari, Müslim) hadisinin tehdidi altına girer.

Hangi Hadis Kitaplarından Nasıl İstifade Edilir?

   Kur’an-ı Hakim’den sonra dini hükümlerde ikinci kaynak Sünnet’tir. Sünneti öğreneceğimiz yer ise hadis kitaplarıdır. Hadis kitapları içinde ilk sırayı İmam Buhari’nin “Sahih-i Buhari” diye meşhur hadis kitabı alır. Ondan sonra İmam Müslim’in “Sahih-i Müslim” adlı hadis kitabı gelir. Bu iki kitaba “Sahihayn” (Sahih Hadisleri İçeren İki Kitap) denir. İmam Buhari ile İmam Müslim’e de kısaca “Şeyhayn” (İki Hadis İmamı) ifadesi kullanılır.

   Bunlardan sonra sırasıyla Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî, İbn-i Mâce, İmam Mâlik, Darimî ve Ahmed b. Hanbel’in hadis kitapları gelir. Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’le birlikte bu kitapların ilk dördü “Kütüb-ü Sitte” (Altı Kitap) diye meşhurdur. Bunlarla birlikte Hakim en-Neysâbûrî’nin “el-Müstedrek” isimli hadis kitabı, Buhari ile Müslim’in şartlarına uyduğu halde kitaplarına almadıkları sahih hadisleri içeren bir kitaptır ve muteberdir. İbn-i Hıbban ve İbn-i Huzeyme’nin sahihleri, Ebu Ya’la’nın Müsned’i, İmam Tabaranî’nin Mu’cemleri derecelerine göre istifade edilecek eserlerdir. Bunlardan başka hadis  kitapları da mevcuttur.

   Ancak bunlardan istifade edilebilmesi için bazı şartlar vardır. Her Arapça bilen veya bir hadis kitabının Türkçesini ele geçiren kimse, hadis kitaplarını önüne koyup okuduğu her hadisle amel edemez. Özellikle hüküm ve fıkıhla ilgili hadislerle, fakihlerin (fıkıh alimlerinin) tespit ve ictihadına göre amel edilmelidir. İtikadla ilgili hadislerin izahını, ehil alimlerden dinlemelidir. Ahlak, edeb ve faziletlerle ilgili hadisleri, kısa da olsa bir açıklamadan öğrenmelidir. Hadisler bir eczane gibidir. Hangi hastalığa hangi ilaçtan ne kadar alınacağı, uzman bir doktora sorulmalıdır.

Vaaz ve Sohbet İçin En Uygun Hadis Kitapları

   Vaaz ve sohbet edenler, daha çok edeb, ahlak, fazilet, teşvik ve uyarma türü konuşmalar yapacakları için, özellikle bu tür konular için hazırlanmış hadis kitaplarından istifade edebilirler. Bunların en meşhurları İmam Nevevi’nin (Rh.A.) hazırladığı “Riyazü’s-Salihin” adlı eser ile İmam Münziri’nin (Rh.A.) tertiplediği “et-Terğib ve’t-Terhib” adlı hadis mecmuasıdır. Her iki hadis kitabı da tercüme edilmiştir. Kısaca  “et-Tac” ismiyle meşhur olan ve tercümesi de bulunan et-Terğib ve’t Terhib, Kütüb-i Sitte’nin hadislerini bir araya topladığı için kullanışlı ve faydalıdır.

Dini Kitaplarda Hadis Olarak Geçen Her Söze Hadis Diye Bakılabilir mi?

   Yazarı ne kadar meşhur olursa olsun, fıkıh, tefsir ve tasavvuf kitaplarında yer alan hadislerin alındığı kitap veya rivayet zinciri verilmemişse, o kitaba bakıp: “Bu sahih bir hadistir, çünkü falancı alimin şu kitabında geçmiştir.” diyemeyiz. Hadisi, hadis kitaplarında ararız, hadis imamlarının ve uzmanlarının o hadis hakkındaki değerlendirmesine itibar ederiz.

   Mesela Hanefi alimlerinden Molla Aliyyü’l-Kari, “Kim Ramazan ayının son cumasında (daha önce kılamadığı) farzlardan birisini kaza ederse, 70 senelik kaza namaz borcunu ödemiş sayılır.” şeklinde rivayet edilen ve hadis olduğu söylenen söz hakkında şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Bu söz kesinlikle batıldır. Çünkü ibadetlerden hiç biri, senelerce ihmal edilmiş namazların yerine geçemez. Ümmetin üzerinde icma ettiği görüş budur ve bu rivayet icmaya aykırıdır. O sözü, “Nihaye” kitabının yazarının nakletmiş olmasına itibar edilmez. Çünkü onlar hadisçi değillerdir. Zaten onlar bu sözü, herhangi bir muhaddise de nisbet etmemişlerdir.”

   Müfessir Kasimi’nin bu konudaki şu değerlendirmesi çok yerindedir: “Kitaplarında bu tür hadisler bulunan bir müfessir, fakih veya sufi alim, onların uydurma olduğunu bile bile kitaplarına almış değillerdir. Onlar, önceki kitap ve alimlere itimat ederek ve senedi de fazla incelemeden onu almışlardır. O konu hadisçilerin işidir. Her alanın uzmanı farklıdır. O halde hadis, hadis kitaplarında aranmalıdır.”

“Sufilere Sohbet Gerek” Demek, Ayet ve Hadis Gerekmez Demek midir?

   Bazıları, sufilerin ders ve terbiye usulünü tenkid ediyorlar. Özellikle Nakşibendî büyüklerinin “Bizim yolumuz sohbet yoludur, sohbette bereket vardır” sözüne takılıp, “Niçin Allah’ın ayetleri, Hz. Peygamber’in sünneti ve farz olan diğer ilimler öne alınmıyor da,   sohbetle yetiniliyor” diye soruyorlar.

   Bu soruyu, ancak gerçek sufilerin sohbetine hiç girmeyen biri sorabilir. Çünkü sufilerin bütün çabası, kalbi uyandırıp Allah’ın emirlerine ve O’nun Habibi’nin (A.S.) Sünneti’ne samimiyet ve muhabbetle uymaktır. Onlar, herkese farz olan ilimleri ve fazilet olan edebleri sohbet yoluyla, sohbetin bereketi içinde, sevgi ve aşk meşrebiyle verirler. İlim olmadan amel yapılamayacağını, amele de ancak sevgiyle güç yetirileceğini çok iyi bilirler.

   Sufiler, Kur’an ve Sünnet’e uymayan ilim, amel, aşk, vecd, rüya, keşif, keramet ve sanatlara hiç itibar etmezler. Tasavvuftaki sohbet, vakit doldurmak, gönül avutmak, nefis eğlendirmek için yapılan konuşmalara benzemez. Sohbet, Hz. Rasulullah (A.S.) Efendimiz’in Ashabını terbiye ettiği nurani bir metottur. Sohbet, her yerde her zaman yapılır. Sohbette devamlı hak konuşulur, iyilik emredilir, kötülüklerden nehyedilir. Onda resmiyet değil, muhabbet ve edeb hakimdir. Kur’an’ı bilmeyen, hadisi sevmeyen, fıkhı gereksiz gören kimseden veli olur mu hiç?

   Sohbet meclisleri ilim yerleridir, edeb merkezleridir. Oralarda, Kur’an bilmeyenlere Kur’an öğretilmelidir. Tasavvufun temeli olan edeb anlatılırken, edebin merkezi olan Hz. Peygamber’in (A.S.) hadisleri işlenmeli, o hadisleri hayat haline getiren büyük ariflerden bolca örnekler verilmelidir.[3]
***
İslâm’ın yalnızca Kur’an-ı Kerim’den öğrenilmesi gerektiğini dillendiren, böylelikle Kur’an merkezli bir din ortaya koyma iddiası içerisinde olan söylemlerle zaman zaman karşılaşıyoruz. Sünnet’i geri plana itip sadece Kur’an’ı referans almaya çağıran bir oluşum bu.
Gün geçmiyor ki dinî bir mevzuda delil olarak getirilen hadise karşılık, orada bulunanlar tarafından “Bize hadis okuma ayet getir!”, “Bu konuda ayet var mı?” gibi tepkilerle karşılaşılmasın. Bu tür tepkiler, dinî olmaktan çok siyasî karakter taşıyan “Kur’an merkezli din” iddiasının halk arasındaki tezahürü sadece.
Söz konusu oluşumun temel iddiası “Kur’an müslümanlığı”, “Kur’an İslâm’ına dönüş” gibi çeşitli kavramlarla müslümanları Kur’an etrafında birleştirmek, sahih bir din anlayışı kazandırmak…
Ancak “Kur’an İslâm’ı” tabiri ilk bakışta ne kadar kulağa hoş gelse de, işin detayına inildiğinde hiç de böyle olmadığı anlaşılıyor. Çünkü gerçekte Kur’an’ı merkeze aldığını söyleyen bu akım aslında sünnetleri tasfiye etmek suretiyle dini adeta kuşa çevirme eğiliminde.
Sömürgecilerin ektiği tohum
Bu tür marjinal yaklaşımları daha çok yabancı devletlerin fiilî yahut kültürel sömürüsüne maruz kalmış İslâm ülkelerinde görmek mümkün. Sömürgeci devletler, İslâm ülkelerindeki ilahiyat fakültelerine yerleştirmiş oldukları oryantalist zihniyet üzerinden özellikle Sünnet’in ümmet içindeki itibarını ve konumunu zayıflatmak, hatta saf dışı bırakma neticesine yönelik faaliyetlerin öncülüğünü yapmışlardır.
Hindistan buna önemli bir örnek teşkil eder. Çünkü bilindiği gibi bu bölge 1858’de resmen İngiliz hakimiyetine geçmiş, buna paralel olarak bölgede Hıristiyan propagandasıyla beraber Oryantalistlerin İslâm’a yönelik art niyetli çalışmaları da hız kazanmıştır. İlginçtir, sömürgeleştirilen Hindistan’a bağlı Delhi şehrinde kurulan İslâmî İlimler Fakültesi’nin başına, İngiliz Doğu Hint Şirketi sponsorluğunda, Avusturya asıllı İngiliz bir oryantalist olan Dr. Alois Sprenger getirilmiştir. Sprenger, ilk kez hadislerin büyük bir kısmının “uydurma” olduğunu iddia eden, Sünnet’in kaynak oluşuna yönelik eleştirel makaleler kaleme alan, böylece sünneti saf dışı bırakmayı hedefleyen biridir. İşte bu fitne sebebiyle İslâm dünyasında Sünnet’i toptan inkâr etme hareketi de ilk olarak Hindistan müslümanları arasında baş göstermiştir.
İçimizdeki aldanmışlar
Kur’an merkezli İslâm iddiasını sadece yabancı unsurlarda aramak elbette yanlış olur. Bunda yüzü ve gönlü Batı’ya dönük müslüman ilim adamlarının da büyük rolü var. Onlar, 19. asrın sonlarından itibaren içinde bulundukları yenilmişlikten müslümanları kurtarmak için dinde köklü bir değişimin gerekliliğine inanmış, böylece Sünnet ve geleneksel mezheplerin toptan inkârına giderek, Kur’an merkezli/selefî bir din anlayışını tesis etmeyi önermişlerdir.
Gerçekten “Kur’an İslâm’ı” söylemini hayata geçirmek mümkün müdür? Sünnetleri saf dışı bırakmak suretiyle yalnızca Kur’an’ı esas alan bir din inşası ilahi maksadı ne ölçüde doğru yansıtabilir?
Peşinen şunu ifade edelim ki Sünnet olmadan Kur’an-ı Kerim’i ne doğru ve sahih bir şekilde anlamak ne de uygulamak mümkündür. Çünkü Kur’an ancak beyan edilerek/açıklanarak anlaşılabilir. Onun beyanı Hz. Peygamber s.a.v.’e, dolayısıyla Sünnet’e aittir. Bunu bizzat Kur’an-ı Kerim’in kendisi şöyle ifade buyuruyor: “Biz o peygamberleri mucizelerle ve kitaplarla gönderdik. Ey Peygamber! Sana da Kur’an’ı indirdik ki, insanlara vahyedileni açıklayasın. Belki onlar da düşünürler.” (Nahl, 44)
Başka bir ayet-i kerimede Rabbimiz yeminle buyuruyor ki; “Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisâ, 65)
Sünnet Kur’an’ı beyan etmeseydi
Pekala Sünnet Kur’an-ı Kerim’i beyan etmeseydi ne olurdu?
Sünnet, Kur’an-ı Kerim’i beyan edip açıklamasaydı Kur’an’ın açıklanmamış hükümleri murad-ı ilahiye uygun bir şekilde anlaşılamaz; anlaşılamayacağı için de üzerine hüküm bina edilemezdi. Dolayısıyla ne namaz, ne zekât, ne oruç, ne hac gibi ibadetlerden, ne de muamelat ve ukubata dair diğer hükümlerden bu denli geniş ve teferruatlı bir şekilde söz edilebilirdi.
Bu itibarla Sünnet, Kur’an-ı Kerim’in anahtarı gibidir. Sünnet olmadan Kur’an doğru bir şekilde anlaşılamaz. Kur’an anlaşılmayınca da din, murad-ı ilahiye uygun olarak tesis edilmiş olmaz. Yani Sünnet olmazsa din de olmaz. Şu halde Sünnet’i göz ardı ederek sadece Kur’an’ı esas alan bir din oluşturma eğilimi, haddizatında dini ortadan kaldırmakla aynı anlamdadır.
Aslında bu tür eğilimler İslâm’ın ilk asrından beri olagelmiştir. Sahabeden İmran b. Husayn r.a.’ın meclisinde meydana gelen tartışma buna örnektir. Olay şöyle:
Bir gün İmran b. Husayn r.a. mescitte otururken, yanında şefaatten konu açılır. İmran b. Husayn r.a. konuyla ilgili hadislerden delil getirirken, orada bulunanlardan biri:
– Siz bize hadisler anlatıyorsunuz. Oysa biz bunlarla ilgili Kur’an’da bir delil bulamıyoruz, der. Hz. İmran r.a. adama çıkışarak şöyle sorar:
– Sen Kur’an’ı okudun mu?
– Evet
– Peki, orada (farzları itibariyle) yatsı namazının dört, akşamın üç, sabahın iki, öğle ile ikindinin dört rekât olduğuna rastladın mı?
– Hayır.
– Peki, bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrenmediniz mi? Biz de Rasulullah s.a.v.’den öğrenmedik mi? Yine (Kur’an’da) kırk dirheme bir dirhem, kırk koyuna bir koyun, şu kadar deveye şu kadar zekât düştüğüne rastladın mı?
– Hayır.
– O halde bu bilgileri kimden aldınız? Biz Rasulullah s.a.v.’den, siz de bizden aldınız. Keza Kur’an-ı Kerim’de “Beyt-i Atîk’i (Kâbe’yi) tavaf etsinler.” (Hac, 29) ayetini gördünüz. Pekala, “Kâbe’yi yedi defa tavaf edin”, “Makam’ın arkasında iki rekât namaz kılın” diye bir ifadeye denk geldiniz mi? Kur’an’da buna rastladınız mı? Öyleyse bu bilgiyi kimden aldınız? Biz Rasulullah s.a.v.’den, siz de bizden almadınız mı?
– Evet.
– Peki İslâm’da celeb(¹), ceneb(²) ve şiğâr(³) ın olmadığına dair Kur’an’da bir delile rastladınız mı?
– Hayır.
– Oysa ben Allah Rasulü s.a.v.’in “İslâm’da celeb, ceneb ve şiğar yoktur” (Ebû Dâvûd, Zekat, 9) dediğini işittim. Öte yandan Allah Tealâ’nın Kur’an-ı Kerim’de “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasak etdiyse ondan da sakının.” (Haşr, 7) diye emrettiğini de duymuşsunuzdur. (Beyhakî, Delâilu’n-Nübüvve, 1/25, 26)
Görülüyor ki, din adına Kur’an’ın tek referans kabul edilmesi söylemi dün de gündeme getiriliyordu, bugün de getiriliyor. Bu tip iddiaların kimi kasıtsız olsa da büyük çoğunluğu siyasi ve kasdî olup, hedefte Sünnet’i ve Ehl-i Sünnet anlayışını saf dışı bırakma fikri yatıyor. Bu itibarla samimi müslümanların bu tür söylemlere aldanmamaları, Sünnet’ten yüz çevrilerek inşa edilen müslümanlığının Kur’an’la ve İslâm’la alakasının olmadığını unutmamaları gerekir.[4]

(¹) Celeb: Zekât memurunun bir yerde konaklayıp zekât verecek durumdaki mal sahiplerini oraya çağırıp toplaması ve zekâtları o yerde alması.
(²) Ceneb: At yarışına katılan kimsenin yanında bir de yedek at bulundurması ve koşu esnasında bindiği hayvan iyice yorulunca onu bırakıp yedekte olana binmesi, yani hile yapması.
(³) Şiğâr: Mehir alıp vermemek için iki kişinin birbirinin yakınlarından birer kadınla evlenmeleridir.



[1] Ebubekir Sifil, Semerkand Dergisi, Adım Adım O'nun Peşinde, Ocak 2011
[2] Ali Kaya, Semerkand Dergisi, Sünnet Nasıl Anlaşılmalı?
[3] Nurullah Toprak, Semerkand Dergisi, Sünnet Olmadan Din Yaşanmaz, Temmuz 1999
[4] Kürşad Salih Yaman, Semerkand Dergisi, Şubat 2012

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kalp Gözü Açmak İsteyenlere tavsiyeler - kalp gözünü açmak için dua ve zikirler

Aşağıdaki verilen tavsiyeler çok ağır olmakla birlikte süreyi kısaltmaya yöneliktir. Esma zikri yapanlar muhakkak Esmaül hüsnayı tamamen okumakla hergün dengeleme yapmaldır. Pek çok bereket ve feyz'e menba olan şu ayetler ayrıca kalb gözünü açmada tesirlidir. Necm Suresi Ayet 58 i  gunde 1153 defa okuyanin kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Defa Ya Rahman diyenin kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Defa Ya Basit diyenin Kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Defa Ya Basir diyenin kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Defa Ya Nur diyenin kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Defa Ya Habir diyenin kulagi Ruhanilerin sesini duyar. Gunde 13.000 defa Ya Semi'u diyenin kulagi Ruhanilerin sesini duyar. Gunde 2207 defa Kaf suresi Ayet 22 i  okuyanin kalp gozu acilir. Gunde 7.000 defa Ya Allamul Guyub diyenin Kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Ya Batin diyenin kalp gozu acilir. Gunde 7.000 defa Ya Hayyu Ya kayyum diyenin kalp gozu acilir. Gunde 7.000 Defa Besmele okuyanin kalp gozu acilir. ...

Ödemişli Merhum Ziya Sunguroglu’nun notları

HERŞEY RABITALIDIR Bu alemde mevcut olan bütün eşya her gün  razbıta  yapar. Mesela : Su,ateş,toprak ve eşcar gibi cümle mevcudat  rabıta  ile nurunu güneşten alır. Dünya güneşe rabıta yapar,güneş de Arş-ı A’la’ya . Arş-ı A’la da nurunu Cenab-ı Hakk’tan alır .  Eger dünya rabıta yapmamış olsa, içindekiler yaşayamaz.Çünkü nur olmayınca nebatat yetişmez ve agaçlar meyvedar olmaz .Ay ve semadaki diger yıldızlar dahi güneşe rabıta yaparak nuru ondan alırlar. Süleyman Hilmi Tunahan ( k.s.) Ödemişli Merhum Ziya Sunguroglu’nun notlarından. Bu yazıyı gönderen  Betül hoca ’ya teşekkür eder, sizlerinde dualarını bekleriz. . SİGORTA MESELESİ SİGORTA MESELESİ Bilcümle  menkul  ve  gayrimenkul  emvalin sigortası caizdir.Lakin hayat sigortası Hazreti Mevla’ya karşı yakışıksızlıktır.Hayatı sigorta etmek: ‘’  Ya Rabbi !  Ben senin verdigin bu hayatı satıyorum  ’’ manasına gelir. Süleyman Hilmi Tunahan ( k.s.) Ödemişli Merhum Ziya Sungu...

kalp gözü nasil acilir

Aşağıdaki verilen tavsiyeler çok ağır olmakla birlikte süreyi kısaltmaya yöneliktir. Esma zikri yapanlar muhakkak Esmaül hüsnayı tamamen okumakla hergün dengeleme yapmaldır. Pek çok bereket ve feyz'e menba olan şu ayetler ayrıca kalb gözünü açmada tesirlidir. Necm Suresi Ayet 58 i  gunde 1153 defa okuyanin kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Defa Ya Rahman diyenin kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Defa Ya Basit diyenin Kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Defa Ya Basir diyenin kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Defa Ya Nur diyenin kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Defa Ya Habir diyenin kulagi Ruhanilerin sesini duyar. Gunde 13.000 defa Ya Semi'u diyenin kulagi Ruhanilerin sesini duyar. Gunde 2207 defa Kaf suresi Ayet 22 i  okuyanin kalp gozu acilir. Gunde 7.000 Subbuhun Kuddusun vel melaiketu ver ruh diyenin kalp gozu acilir. Gunde 7.000 defa Ya Allamul Guyub diyenin Kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Ya Batin diyenin kalp gozu acilir. Gunde 7.000 defa Ya Hayyu Ya kayyum di...