SÜNNETLERİ YERİNE GETİRMENİN ÖNEMİ
Gavs-ı Sani [kuddise sırruhu] şöyle buyurur: “O yolda
Hz. Rasûlullah’ın [sallallahu aleyhi ve sellem] izinden başka Allah'a
giden bir yol ve kapı yoktur. Hz. Rasûlullah’ın [sallallahu aleyhi ve sellem] hayatını yaşamak için de
ulu Sâdat’lara uymak gerekir. Hz. Peygamber'e [sallallahu aleyhi ve sellem] hakkıyla uymanın en güzel
yolu, sünnet üzere yaşayan Sâdat'ları takip etmektir. Sadatlar, sünnet-i
seniyyeyi kâl olarak değil, hâl olarak yaşar ve yayarlar. Onlara uymakla iman
selameti ile ölmek nasib olur. Böylece ebedi ahiret yolculuğu iman ile başlamış
olur. En büyük saadet de budur.”
***
Allah Rasulü s.a.v. Efendimiz’in sözlerine,
uygulamalarına ve herhangi bir durumla ilgili tavrına “Sünnet” diyoruz.
Sünnet’i gözardı eden bir anlayışın İslâm’la, böyle bir yaşantının
müslümanlıkla ilgisi olamayacağına dair şüphe yok. Bugün ilâhi köklerinden
kopma tehdidi altındaki anlayışımızın ve yaşantımızın yenilenmesi, tazelenmesi
yani tecdidi ancak Sünnet ile mümkün. Sünnet’in bazı şeklî unsurlardan ibaret
olmadığını, bir hayat tarzı olduğunu anlamamız, karşılaştığımız her durumda
“Allah Rasulü (s.a.v) olsaydı bu durumda ne yapardı?” sorusunun izini sürmemiz
gerekiyor.
Efendimiz s.a.v. buyuruyor ki:
“Göğüs boşluğunuzda iman, tıpkı bir elbisenin
eskidiği gibi (zaman içinde) eskir. Öyleyse Allah’tan imanınızı tecdid etmesini
(yenilemesini) isteyin.” (el-Hâkim, el-Müstedrek, 1 /4)
Günümüze gelene kadar müslümanlar, Rabbanî alimler
vasıtasıyla bu hadisin bildirdiği gerçeği hayat rehberi edinmiş; amel, söz ve
davranış olarak, zikir ve fikir olarak şuurlarını mümkün olduğu kadar canlı
tutmanın gayreti içinde olmuşlardır.
İçinde yaşadığımız zaman diliminde durum epey
farklılaşmış görünüyor. Zira bu zaman diliminin yani modern dönemin temel vasfı
“tüketim” çılgınlığının neredeyse bütün insanlık üzerinde hakimiyet kurmuş
olmasıdır. Her şeyin kitlesel bir tüketim anlayışı içinde hızla eskidiği bu
dönemde Sünnet-i Seniyye’nin, din şuurumuzun ve algımızın diri tutulmasındaki
hayatî fonksiyonunu sık sık vurgulamakta şüphesiz büyük faydalar var.
Bu noktada, “dinî şuurumuzda baş gösteren yenilenme
ihtiyacı kendisini nasıl belli eder?” sorusu önemlidir. Bu soruya verilecek
cevabı aslında her birimiz kendi nefsimizde hissedebiliriz. Öğrenip hafızamıza
yerleştirdiğimiz ve hayatımıza intikal ettirdiğimiz İslâmî hakikatler, bir
zaman sonra ruhunu ve etkisini yitirmeye başladıysa, birtakım ibadetleri, evrad
u ezkârı yerine getirirken kalbimizde bir kıpırdanma olmuyorsa, yaptığımız
işleri alışkanlık haline getirip mekanikleştirmişsek “tecdid” vakti yani
yenilenme, tazelenme zamanı gelmiş demektir.
Hiç şüphesiz mekanikleşmenin, eskimenin, ruh
zayıflamasının kendisini belli ettiği en önemli alanlardan birisi Sünnet-i
Seniyye’ye tabi olma şuurumuzdur. Sünnet-i Seniyye’nin her bir ilkesine, her
bir cüz’üne ittiba ederken yaşadığımız “Sünnet’e uyma” şuurunun, bir süre sonra
yerini bir “alışkanlığa” bırakmaya başlaması, tehlike zillerinin çalmaya
başladığını işaret eder bize.
Söz gelimi yemeklerden önce dişlerimizi misvaklarken
bir sünneti yerine getirme niyetiyle hareket ettiğimiz sürece Sünnet’e ittiba
sevabı kazanıyoruz. Ama bir süre sonra bu bir alışkanlık haline geliyor ve
misvak kullanımı işini dişlerimiz daha beyaz görünsün diye yapmaya başlıyorsak,
işte orada ruh ve mana kaybolmuş, sadece şekil ve kabuk kalmıştır.
Sünnet-Tecdid ilişkisi
Hayatımızda sıklıkla “tecdid”e ihtiyaç duyacağımızı
bize haber veren de, onu nasıl yapacağımızı öğreten de Sünnet’tir. Bu sebeple
Sünnet şuurunun canlandırılması tecdid ihtiyacının karşılanması için gerekli ve
yeterli olacaktır.
Bir keresinde Efendimiz s.a.v., “İmanınızı tecdid
edin.” buyurmuş, Sahabe-i Kiram’ın, “İmanımızı nasıl tecdid edelim?” sorusuna
da, “Lâ ilâhe illallâh”ı çokça söyleyin.” cevabını vermiştir. (Ahmed b. Hanbel)
Allah Tealâ’nın bu ümmete her yüz senenin başında
dinini tecdid edecek birini veya birilerini göndereceğini bildiren hadis (Ebu
Davud) üzerinde dururken ulema, bilhassa Sünnet’in ihyasına dikkat çekmiş ve
müceddidin unutulan sünnetleri ihya edeceğinin ve yaygınlaşma eğilimi gösteren
bid’atleri ortadan kaldıracağının altını çizmiştir.
Bu çerçevede İmam Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir:
“Allah Tealâ, her yüzyılın başında insanlara Sünnetleri öğreten ve Rasul-i
Ekrem s.a.v. adına yalan uydurulmasına engel olan kimseleri gönderir…”
(el-Azîmâbâdî, Avnu’l-Ma’bûd, 11/387)
Bu durum, aynı zamanda Sünnet’in hayatımızdaki
merkezî yerini de işaret etmektedir. Din’in tecdidi Sünnet’in ihyasına bağlı
olduğuna göre, biz de içinde bulunduğumuz zaman diliminde Sünnet şuurumuzu
yenilediğimizde Efendimiz s.a.v.’in haber verdiği tecdid faaliyetini kısmen de
olsa yerine getirmiş olacağız.
Sünnet bütün hayatı kuşatır
Sünnet-i Seniyye’nin hayatımızdan çekilmesi hiç
şüphesiz biraz yukarıdaki örnekte geçen misvak kullanımı konusuna münhasır
değildir. Sünnet bütün hayatımızı kuşatan bir rehberdir. Bireysel
sorumluluklarımızdan toplumsal ilişkilerimize kadar her adımımız, her fiilimiz
Sünnet’in ilgi ve belirleyicilik alanı içindedir. Zira Efendimiz s.a.v.’in
hayatı, sünneti ve sîreti yani hayat tarzı bütünüyle Kur’an’ın canlı bir
tefsiridir. O’nun her sözü, her davranışı bizim için Allah Tealâ’nın rızasına
götüren bir rehberlik niteliği taşır. Günlük hayatta, evinin içinde, komşularla
ilişkilerde, devlet yönetiminde, mescitte ve sokakta… kısacası hayatın her
anında ve alanında O, “canlı Kur’an” olarak biz mü’minlere yol gösterir. O’nun
kılavuzluğu olmadan hakkıyla müslüman olmak ve müslüman kalmak mümkün değildir.
Efendimiz s.a.v. bir gün mübarek başını göğe
kaldırıp bir süre tefekküre daldıktan sonra şöyle buyurdu:
– İlim sizden çekilip alındığı zaman haliniz nice
olur?!
Orada bulunan sahabiler biraz şaşkınlıkla şöyle
dediler:
– Ey Allah’ın Rasulü! Bizler Kur’an’ı okuduğumuz ve
ev halkımıza öğretip durduğumuz halde ilim bizden nasıl çekilip alınır?
Efendimiz s.a.v.’in cevabı son derece düşündürücü
oldu:
– Tevrat ve İncil yahudilerin ve hıristiyanlar’ın
elindeyken onlara bir fayda sağladı mı? (Ahmed b. Hanbel, Tirmizî, İbn Mace)
Evet, Tevrat ve İncil, Hz. Musa ve Hz. İsa (ikisine
de selam olsun) ümmetlerinin bir süre sonra Yahudileşmesine ve
Hristiyanlaşmasına mani olmamıştır.
Bu son derece çarpıcı gerçek, sadece geçmiş
kavimlerin durumunu anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda bizi şu hayatî sorunun
muhatabı kılıyor:
İslâm Ümmeti’ni yahudi ve hıristiyanlarınkine
benzer bir hüsrana sürüklenmekten koruyacak olan nedir?
Hiç şüphesiz bu sorunun cevabı “Sünnet-i
Seniyye”dir. Onun kurtarıcı rehberliğinden kendisini müstağni zannedenlerin
varacağı yer iki dünyada da hüsrandan başkası olmayacaktır. Zira Efendimiz
s.a.v., “Nefsimi kudret elinde tutana yemin ederim ki, hevâsını (arzu ve
isteklerini) benim getirdiklerime tabi kılmayan iman etmiş olmaz.” (Begavî,
Şerhu’s-Sünne, 1/213) buyurmuştur.
Ulemamızın bu hadiste ifade buyurulan “benim
getirdiklerim” sözünün sadece Kur’an’ı anlatmadığı, buradaki esas vurgunun
Sünnet-i Seniyye’nin rehberliğini anlattığı konusunda aydınlatıcı beyanları
vardır.
Dolayısıyla bu dinin hakkıyla öğrenilmesi de,
yaşanması da ancak Sünnet-i Seniyye’ye ittiba ile mümkündür.
Toplumsal ilişkilerimize dikkat!
Pek çok ayet-i kerime bu temel gerçeği
vurgulamaktadır. Onlardan birisi şudur:
“(Ey Habibim!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız
bana ittiba edin ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i
İmran, 31)
Efendimiz s.a.v.’den nakledilen bir hadis bu ayeti
şöyle tefsir ediyor: “Kim Allah’ın ve Rasulü’nün kendisini sevmesini istiyorsa,
doğru sözlü olmaya, emanete riayete ve komşusuna eziyet etmemeye baksın.”
(Abdürrezzak es-San’ânî, el-Musannef, 11/8)
Bu hadiste ifade buyurulan 3 husus arasında nasıl
bir ortak özellik vardır diye düşündüğümüzde karşımıza şu gerçek çıkıyor:
Efendimiz s.a.v. burada namazımıza, orucumuza ve sair bireysel ibadetlerimize
değil, toplumsal ilişkilerimize dikkat çekiyor:
1. Yalanı hayatınızdan çıkarın buyuruyor. Her ne
şekilde olursa olsun yalan söylemeyin. Buna göre bir başka hadiste ifade
buyurulan üç hal dışında yalanın hayatımızda yerinin olmaması gerekiyor. (O üç
hal, düşmanla savaş, küs arkadaşların arasının bulunması ve evliliğin kurtarılmasıdır.)
2. Size emanet edilen şeye hıyanet etmeyin. Emanet
denilince sadece birisinin bize geçici olarak teslim ettiği ve bir süre sonra
gelip alacağı şeyleri düşünmeyelim. Bize verilen sağlık sıhhat ve bedenden
çoluk-çocuğumuza, mal-mülkten mevki ve makama kadar hayatımızda uhdemize
verilmiş ne varsa hepsi birer emanettir ve bizler onların her birinden hesaba
çekileceğiz.
3. “Komşuya eziyet etmeme” ifadesinden sadece aynı
binada veya mahallede oturduğumuz insanlara kötülük etmemeyi anlamamalıyız.
Aksi takdirde buradan şöyle bir anlam çıkar: Komşumuz dışındaki insanlara
eziyet edebiliriz! Bu doğru olamayacağına göre Efendimiz s.a.v.’in bu
ikazından, aynı apartman ve mahalleyi paylaştığımız “yakın komşu”dan, aynı
şehri paylaştığımız “uzak komşu”ya kadar ilişki ve irtibatta bulunduğumuz bütün
insanları anlamalıyız.
Üretim ve tüketim anlayışımıza, eğlenme ve dinlenme
tarzımıza, aileden başlayan toplumsal ilişkilerimize kadar hayatın her alanında
Sünnet’in öngördüğü davranış ve tutumu ortaya koyamıyorsak, Allah Tealâ’nın
sevdiği ve bağışladığı bahtiyarlar arasına girmemiz hiçbir zaman mümün
olmayacaktır.
Yüce Kitabımız’da “De ki: Eğer Allahı seviyorsanız
bana uyun ki Allah sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin.” (Âli İmran, 31)
buyurulmaktadır.
Efendimiz s.a.v. de, yukarıda zikrettiğimiz üzere
“Hevâsını (arzu ve isteklerini) benim getirdiklerime tabi kılmayan iman etmiş
olmaz.” buyurmak suretiyle Kur’an-Sünnet bütünlüğüne ve Sünnet’i dışlayarak
müslüman kalmanın imkansızlığına dikkat çekmiştir. Dolayısıyla hakiki ve makbul
iman, ancak Efendimiz s.a.v.’in rehberliğine titizlikle riayet etmekle mümkün
olacaktır.
Medeniyet, kültür ve Sünnet
Yukarıda Sünnet-i Seniyye’nin, bizim için hayat
rehberi olduğunu söylemiştik. Sünnet’e yaptığımız bu vurgu akla şöyle bir soru
getirebilir: Müslümanlığımızın temeli Kur’an-ı Kerim olduğu halde, Sünnet’e bu
kadar vurgu yapmak doğru mudur?
İlk bakışta bu soru haklı gibi görünmektedir. Ancak
meseleye biraz yakından baktığımızda farklı bir durumla karşılaşırız.
Sünnet-i Seniyye Kur’an-ı Kerim’in hayata
aktarılmasının biricik yoludur. Bu noktada herhangi bir farklı görüş ileri
sürülemez. Kur’an bize Oruç tutmamızı emreder; Sünnet ise onu Teravih’le,
sahurla, iftarla süsleyerek hayatımıza indirir. Kur’an bize infak ve tasadduku
emreder; Sünnet onu “vakıf” formatında müesseseleştirerek hayatımıza sokar.
Yine Kur’an bize zekâtı emreder, Sünnet onu fıtır sadakasıyla ve nafile
tasadduklarla güçlendirerek toplumsal dayanışmayı perçinler.
Bütün bu ve benzeri meseleler Din’in toplumsal
hayatta yaşanması için vazgeçilmez yapılanmalardır ve hepsinin kaynağının
Sünnet-i Seniyye olduğuna dikkat edilmelidir. Kur’an’ın, muhataplarını sıklıkla
Rasul-i Ekrem s.a.v.’e itaat ve ittibaya yönlendirmesinin altındaki en önemli
saik budur.
Bu durum, müslümanların inşa ettiği kültür ve
medeniyetin Sünnet-i Seniyye üzerinde yükseldiği gerçeğini dikkatimize
sunmaktadır.
Çürük elmaya göz yummak
Tıpkı bir sepetin içindeki bir tek çürük elmanın
zamanla sağlam elmaları çürütmesi gibi, münkerat işleyen bir tek kişinin mevcudiyeti
ve görmezden gelinmesi de zamanla günahın bütün toplumu çürütmesine yol
açacaktır.
Kendini akıntıya kaptırmak, toplumun yanlış istikamete gittiğini bile bile “ortama ayak uydurmak” günümüzde hayli yaygınlaştığı görülen hastalıklı tutumların başında gelmektedir. Siyasî, sosyal, ekonomik… hayata İslâm’ın ölçülerine uymayan bir gidişatın hakim olmasının en temel sebeplerinden biri işte budur.
Kendini akıntıya kaptırmak, toplumun yanlış istikamete gittiğini bile bile “ortama ayak uydurmak” günümüzde hayli yaygınlaştığı görülen hastalıklı tutumların başında gelmektedir. Siyasî, sosyal, ekonomik… hayata İslâm’ın ölçülerine uymayan bir gidişatın hakim olmasının en temel sebeplerinden biri işte budur.
Sultanahmet camiinin banisi 1. Ahmed, dönemin
Şeyhülislâmı Muhammed Sadeddin Efendi’ye ileri gelen görevlilerinden birini
göndererek bir fermanla şöyle bir soru sormuştu:
– Bu ümmete ilâhi yardım vaadedilmiş iken, devlet
yapısına ve tebaanın işlerine yansıyan bozgunun sebebi nedir?
Şeyhülislâm, bu sayfayı görevlinin elinden alarak
“el-Cevâb” yazdıktan sonra Sultanın yazısının altına şöyle yazdı: “Bana ne”
Ve kâğıdı görevliye iade etti. Şeyhülislâm’ın,
sorusunu kaale almadığını düşünen Padişah son derece hiddetlendi ve
Şeyhülislâm’ın derhal huzuruna gelmesini emretti. Şeyhülislâm huzura gelince,
bu makamdakilere karşı alışılagelmiş tavrın dışına çıkarak azarladı ve şöyle
dedi:
– Benim için son derece önemli bir konuda sen nasıl
“bana ne” der ve cevap vermezlik edersin?
Şeyhülislâm şöyle karşılık verdi:
– Kesinlikle hayır! Aksine ben, hünkârımın sorusuna
en ince cevabı verdim. Zira devlet adamları ve ümmetin fertleri, ne zaman ki
zararı veya faydası herkesi kapsayan konularda “bana ne” diyerek, umumun
menfaati yerine yalnızca kendi çıkarlarını düşündüler; işte bela o zaman
yayıldı ve musibet herkesi kapladı.
Şeyhülislâm sözünü bu şekilde açınca Padişah
şaşırdı ve kendisini azarladığı için mahcup oldu, Şeyhülislâm’ın gönlünü almaya
çalıştı. Kendisine, üç adet kıymetli elbiseyle ihsanda bulundu. (el-Kevserî,
Makâlât, 636-7)
İşte tam da bu “araziye uyma” tavrı konusunda Sünnet-i
Seniyye’nin şu çarpıcı ikazıyla karşılaşıyoruz:
“Herkes iyilik yaparsa biz de yaparız, herkes
haksızlık yaparsa biz de haksızlık ederiz diyen kimseler gibi olmayın.
Kendinizi iyilik yapanlara karşı iyilik yapmaya, kötülük yapanlara karşı da
haksızlık yapmamaya hazırlayın.” (Tirmizî)
Sünnet’in küllî boyutu
Söz buraya gelmişken, Sünnet-i Seniyye konusunda
halk arasında genellikle düşülen bir yanlışa dikkat çekelim: Sünnet denilince
sadece namaz kılarken sarık sarmak, yemeği sağ elle yemek, sakal bırakmak gibi
“şeklî” unsurları anlamamak gerekir. Elbette bunlar da Sünnet-i Seniyye’nin
anlam sahası içindedir. Ama esas “Sünnet” denildiğinde, insana şahsiyetini
veren ve toplumu inşa eden hususlar anlaşılmalıdır.
Kur’an iyi incelendiğinde görülecektir ki, Efendimiz
s.a.v.’in peygamberliği konusunda bizim iki türlü mükellefiyetimiz bahis
konusudur. Bu nokta gerçekten dikkat çekicidir. Kur’an bizden Allah Tealâ’ya
“itaat” etmemizi isterken; Efendimiz s.a.v.’e hem “itaat”, hem de “ittiba”
etmemizi ister. Bunun anlamı üzerinde iyi düşünüldüğünde hem “itaat” ile
“ittiba” arasındaki fark, hem de Efendimiz s.a.v.’in Kur’an’ın hakkıyla
anlaşılıp yaşanmasındaki merkezî fonksiyonu daha net anlaşılacaktır.
Efendimiz s.a.v., sadece Allah Tealâ’dan
getirdikleri konusunda otoritesine boyun eğilen değil, aynı zamanda günlük
hayatta izi takip edilen, arkasından gidilen bir önderdir. Esasen bu durum
bütün peygamberler için söz konusudur. Dolayısıyla Sünnet’e riayet eden
kimsenin, günlük hayatta ve ilişkilerinde, algılarında ve tasavvurlarında
Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in izini sürmesi gerekir. Söz gelimi Efendimiz
s.a.v., mazeretinden dolayı borcunu geciktiren mümine ruhsat tanınmasını,
alışverişlerde ve sair ilişkilerde dürüstlüğü ve kolaylaştırmayı, insanlara
yukarıdan bakmamayı, gösteriş ve lükse kaçmamayı birer hayat düsturu olarak
işaretlemişken O’nun izinden gittiğini söyleyen bir kimsenin tam aksi
istikamette yürümesi düşünülebilir mi?
Yine Efendimiz s.a.v., dinde aslı olmayan bid’at
uygulama, inanç ve tutumlardan ümmetini şiddetle sakındırmışken, hayatı
kompartımanlara ayırıp, bazı alanları Din’in ve Sünnet’in denetiminden bağımsız
düşünmek mümkün olabilir mi?
“Çağa ayak uydurmak”, “dünyanın gerisinde kalmamak”
gibi gerekçelerle Kur’an ve Sünnet’in çizdiği çerçeveye burun kıvırmak, onu
“modası geçmiş” olarak telakki etmek, tam da “tecdid” faaliyeti kapsamında
istikamete sokulması gereken “sapmalar” olarak dikkat çekmektedir. Sünnet-i
Seniyye’yi ciddiye alan ve hayatını Efendimiz s.a.v.’in rehberliğinde
yönlendiren bir insanda böyle tutumların görülmesi mümkün değildir.
İtikattan hayata
İtikatta “Ehl-i Sünnet” olmanın manası üzerinde
düşündüğümüzde bu gerçek daha bariz bir şekilde ortaya çıkacaktır. Acaba hiç
düşündük mü, neden Sahabe’den (Allah hepsinden razı olsun) devralınan çizgi
üzerinde yürüyen kutlu kervan kendisine mesela “Ehl-i Kur’an” değil de “Ehl-i
Sünnet” demiştir?
Bunun en temel sebebi hiç şüphesiz, hakiki
müslümanlığın ancak Sünnet-i Seniyye’nin inşa ettiği inanç ve tasavvur ile
mümkün olmasıdır. Dolayısıyla itikattan amele ve ahlâka, bireysel alandan
toplumsal alana kadar hayatı kuşatan her ne varsa anlamını ve ifadesini
Sünnet-i Seniyye ile bulacaktır.
Bu çerçeveden baktığımızda “Ehl-i Sünnet”i, tarihte
yaşamış ve orada kalmış birtakım fırkalara tepki olarak ortaya çıkmış bir akım
olarak görmek hayatî bir hata olacaktır. O, dün olduğu gibi bugün de inancı ve
hayatı Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in kılavuzluğunda inşa etmenin biricik
zemini ve imkanıdır.
Öyleyse şu temel gerçeğin altını bir daha kalın bir
çizgiyle çizelim: Allah Tealâ’nın razı olduğu müslümanlık ancak Sünnet-i
Seniyye’ye ittiba ile yaşanabilir. Nihayet Sünnet-i Seniyye, vahyin hayatımızı
bütünüyle kuşatan ve en ince detayına kadar ilmik ilmik ören ilâhi
rehberliğinin ete kemiğe bürünmüş halidir.[1]
***
Allah Tealâ,
Rasulüne itaatı farz kıldığı gibi O’nun verdiği hükümlere muhalefeti sapıklık
olarak nitelemiştir: “Allah ve Rasulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir
erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah
ve Rasulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab/36) Ayetin
devamında, sadece Rasulullah’ın (A.S.) hükmünü kabul etmenin yeterli olmadığı,
bu hükmün gönülde hiç bir sıkıntı, en küçük bir tereddüt dahi bulunmadan
yürekten benimsenmesi gerektiği ifade edilmektedir. “Hayır, Rabbine andolsun ki
aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin
hükümden içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın onu tam manasıyla
kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa/65). Elbette “Rasulullah’ı hakem
kılmak”, hayatında bizzat O’na müracaatı, vefatından sonra da O’nun sünnetine
başvurmayı gerekli kılar.[2]
***
Peygamber yerine
kendisini, Sünnet yerine aklını koyarak Kur’an’ı anlamaya çalışan kimse,
Allah’ın istediği dini değil, nefsinin süslediği bir felsefeyi ortaya koyar.
Tek görevi Allah’ın
dinini tebliğ ve öğretme olan Hz. Peygamber’in (A.S.) fikir, fiil, söz ve
davranışlarını bilmeden ve örnek almadan İslam dini yaşanamaz. Birileri, “o
hadis ve sünnet olarak anlatılanlar sağlam değil, şüphelidir. Onlar olmadan da
biz İslam’ı yaşarız” derse, o yaşadığı İslam dini değildir, başka bir dindir.
Peygamber yerine kendisini, Sünnet yerine aklını koyarak Kur’an’ı anlamaya
çalışan kimse, Allah’ın istediği dini değil, nefsinin süslediği bir felsefeyi
ortaya koyar ve öyle yaşar. Bu şekilde ortaya çıkan ise; edeb içinde amel
edilecek bir din değil, edebsizce bol bol laf edilecek bir felsefi ekoldür.
Ayetlerde uyarıldığı gibi, bu ekolün başında şeytan, içinde nefis, sonunda ateş
vardır. (Hac/4; Fâtır/6)
Bütün Kur’an
ayetleri Hz. Rasulullah (A.S.) olmadan Allah’a gidilemeyeceğini, O’nun
insanlara Allah’ın ayetlerini ve bu ayetlerdeki muradı bildirmek, ilahi
hükümlerin nasıl uygulanacağını göstermek için geldiğini beyan ederken, ne
yazık ki tarihte ve günümüzde müslüman kimliğini kullanan bazı insanlar, şu
iddiada bulunmuşlardır:
“Biz dini doğrudan
Kur’an’dan alırız. Kur’an’ı anlamak için iyi bir Arapça bilgisi yeterlidir.
Hatta bir Kur’an meali bile işimizi görür. Aklımız var; okuruz anlarız,
anladığımız gibi de yaşarız. Allah’ın ayetleri herkesin anlayacağı şekilde
kolaydır. Allah aklın almadığı şeyleri söylemez. Bazı noktalarda Sünnet’i
bilmenin gereği vardır, fakat o da çok azdır. Hem hadislerin bize geliş şekli
hiç de emniyetli değildir. Onun için hadisleri ihtiyatla karşılamak ve iyice
akıl süzgecinden geçirmek gerekir. Ayetle uyum içinde olan ve akılla çelişmeyen
hadisler kabul edilebilir. Diğerlerine hacet yok. Sahabenin uygulaması ve
mezheb imamlarının ictihadları kendilerini bağlar. Onların bizim için tarihi
malumattan öte bir değeri yoktur.
Zamanımızdaki ilme ve bilime ters düşen ayetlerin ilmin ve bilimin
vardığı neticelere uygun yorumlanması gerekir. Eğer yorumlanamıyorsa bu tür
ayetlerin ilk dönem müslümanlarını muhatab aldığı; o günkü ihtiyaç ve kültür
seviyelerine uygun hükümler içerdiğini, bu gün için ise bağlayıcı bir durum arz
etmediğini düşünürüz!”
Bu tür sözler
“elhamdülillah müslümanım!” diyen kimselerden duyuluyor. Ne acıdır ki, bu iddia
sahipleri dini yıkmak için değil, onu ıslah için uğraştıklarını söylüyor. Bu
nasıl bir düzeltmedir ki, bozulmayan bir şey kalmıyor.
Hiç bir sahabiden
böyle bir söz duyulmamıştır. Hak olan hiç bir mezhep imamı ve fakih “Kur’an ve
aklımız bize yeter!” dememiştir. Hiç bir muhaddis ve müfessir böyle bir şeyi
dile getirmemiştir. Hiç bir veli, Hz. Peygamberin (s.a.v) elinden tutmadan
Allah’a ulaşacağını düşünmemiştir. Düşünenler velilik değil, delilik
diplomasını almışlardır.
Dense ki: “Bazı
mezhep imamlarının kabul edip delil olarak kullandığı hadisleri, diğer bazı
imamlar delil olarak kullanmamışlar. Bu davranışla, hadisleri red etmiş
olmuyorlar mı?”
Alimler bu soruya
şu cevabı veriyorlar: Hak mezhebe mensup imamlardan hiç birisi, küçük-büyük hiç
bir hususta Hz. Peygamber’e (A.S.) muhalefet etmeyi düşünmemiştir. Çünkü onlar,
Rasulullah’a (A.S.) uymanın vacip olduğunda kesin olarak görüş birliği içindedirler.
Ve yine Rasulullah (A.S.) hariç, diğer bütün insanların sözlerinin bazılarının
alınıp, bazılarının terk edilebileceğinde de görüş birliği içindedirler.
Fakat bununla
birlikte, imamlardan birinin sahih hadisin hükmü dışında bir görüşüne rastlandığında,
bunun bir takım sebepleri vardır. Bunlar da şunlardır:
* O hadisin Hz.
Peygamber’e (A.S.) ait olduğuna yakinen inanmamaktadır. Yani, hadisin senedini
(rivayetçilerini) emniyetli bulmamaktadır.
* O hadisten bu
mananın çıkacağı ve o meseleye delil olacağı görüşünde değildir.
* Hadisle
bildirilen hükmün sonradan kaldırılmış olduğuna inanmaktadır. Onun için hadisle
amel etmemiştir.” (Hucciyetu’s-Sünne)
Evet, bütün
bunlarla birlikte, kendini ilim ehli gösteren ve bizatihi Sünnet’in delil
oluşunu inkâr edenler vardır. Biz bu kimselerin durumunu araştırıp niyetlerine
baktığımızda onların şu üç gruptan birine dahil olduğunu görürüz:
1- Dine girmiş
görünür, fakat mümin değildir. O, kendisi ve taraftarlarının çıkarı için
yürütülen bir plan adına, din esaslarında şüpheler ortaya çıkarmak ve onu
kökünden yıkıp temelinden sarsmak istemektedir. O, müslüman görüntüsü veren ve
küfrünü gizleyen bir münafıktır.
Bu kimse,
müslümanların dinine ve bütün delillerin kaynağı olan Kur’an’a saldırmaktan
çekinir ve başka bir taraftan yanaşır. O da, kendisi olmaksızın Kur’an’ın
anlaşılamayacağı, bütün hüküm ve kanunlarının hükümsüz kalacağı Sünnet’e
saldırmaktır. Bu plan gerçekleşirse, bütün hükümler yok hükmüne gelecek, Kur’an
ellerinde bir oyuncak olacak, onu anlamaya güçleri yettiğini söyleyerek
ayetleri kendi arzu ve hesaplarına göre yorumlayıp tefsir edeceklerdir. Bunları
yaparken de insanlara: “Biz, Allahu Tealâ’nın: ‘Kur’an’da hiç bir şeyi
bırakmadık, açıkladık.’ (En’am/38), ‘Biz sana her şeyin bir açıklaması olarak
Kitab’ı indirdik.’ (Nahl/89) ayetleriyle amel ediyoruz.” diyeceklerdir.
Evet, bu ayetler
haktır. Fakat onlar, bunlarla geçersiz bir mana kasdetmektedirler. Şüphesiz
Kur’an, dinin bütün asıllarını ihtiva etmektedir. Bütün ilahi hükümlerin temeli
O’dur. Fakat bu, onların düşündüğü batıl manayı desteklemez ve Sünnet’in delil
oluşunu iptal etmez.
2- Hadisleri inkar
ve iptal eden ikinci tip, açıkça küfrünü ortaya koyan ve yüzündeki perdeyi
kaldıran bir kimsedir. Mesela : “Cebrail
-hâşâ- hata etti, asıl peygamber Hz. Ali iken, yanlışlıkla peygamberliği Hz.
Muhammed’e (A.S.) götürdü.” diyen kimse, bu gruba örnektir.
3- Bir başka tip
de, görünüşte Hakk’a ulaşmak, Rabbine güzel ve doğru bir şekilde ibadet yapmak
isteyen bir adam kılığındadır. Ancak aklı şaşkın, cahilliği de son noktadadır.
Çeşitli fikirler içinde yalpalayıp durur. Zahiren dine bağlı, onu savunmaya
hırslı, hakkı korumaya hevesli görünür. Ayrıca, zındıkların ileri gelenleri ve
dinsizlerin şeytanları, tatlı dilleri ve sahte ahlakî görüşleriyle bozuk
fikirlerini ve yanlış yollarını güzel gösterirler, kendilerince kabul görmüş
bir takım delilleri öne sürer, hak ile batılı birbirine karıştırırlar. Bununla
da, dini muhafaza ettiklerini ve onu bidatçıların görüşlerinden temizleyip asıl
safiyetine kavuşturduklarını zannederler. Bunları dinleyen bazı kimseler de,
duyduğu sözlerdeki hata ve densizliği, fitne ve fesadı farketmeden, gerçeğini
araştırıp anlamadan, güzel bir niyet ve saf bir kalp ile onların doğruluğuna ve
sağlamlığına inanır, onların görüşlerine katılır ve hatta onları din adına
savunmaya çalışır. Bunun için: “Akıllı düşman, cahil dosttan daha hayırlıdır.”
denmiştir. (Hucciyyetu’s-Sünne)
Akıl Ne Kadar Yeterli?
Kur’an-ı Hakim’in
pek çok yerinde: “Namazı gereği gibi kılınız ve zekatı veriniz.” (Bakara/43,
83, 100; Nisa/77) buyrulmaktadır. Namazla ilgili emri tebliğ eden Hz.
Peygamber’in (A.S.): “Benden gördüğünüz şekilde namaz kılınız.” (Buhari) emrini
ve namazın kılınış şekilleriyle ilgili hadisleri gözardı ederek, insan aklı ve
nefsi, sırf Arapça bilgisiyle bu ayetten nasıl bir namaz şekli ortaya
çıkarabilir? Mesela, akşam namazını kaç rekât kılacaktır? Her rekâtta ne kadar
neyi okuyacaktır? Zekâtı hangi mallardan ne kadar verecektir? Hz. Peygamberin
“Hacda yapacağınız ibadetleri bana bakarak öğrenin.” (Müslim, Ebû Davud) emrini
dikkate almadan, Yüce Rabbimizin: “Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın!”
(Bakara/196) emrini, eksiksiz olarak nasıl yerine getireceğiz? Bu tür soruları
dinimizin bütün emirleri için sorabiliriz. Hz. Rasulullah’ın (A.S.) emir ve
fiillerine uymayan, ondan açık veya işaret yoluyla tasdik almayan hiç bir fiil
ve söz Allah katında makbul değildir.
İbnu Hazm’ın
(Rh.A.) belirttiği gibi; Kur’an’da bir takım hükümler vardır ki, eğer onlarla
karşı karşıya bırakılsak, nasıl amel edeceğimizi anlayamayız. Onları anlamak
için tek müracaat kaynağı, Hz. Peygamber’in (A.S.) hadisleridir. Demek ki,
zaruri olarak hadise başvurmak lazımdır. Şayet bir kimse: ”Biz ancak Kur’an’da
bulduğumuzu alır uygularız, hadise bakmayız!” dese, icma-i ümmet ile kâfir
olur. Eğer bir kimse, sadece ümmetin icma ettiği hükümleri alıp hakkında nass
bulunan konularda ihtilaf ettikleri bütün hükümleri terk etse, ittifakla fasık
olur.” (İbnu Hazm)
Cenab-ı Hak
tarafından: “Ey Rasulüm! Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”
(Enbiya/107) iltifatıyla insanlığa takdim edilen Rahmet Peygamberine (A.S.) el
ve gönül vermeyip başkasına boyun eğenler, ahirette onun şefaatından mahrum
oldukları gibi, peşinden gittikleri şeytanlar tarafından da lanetleneceklerdir.
(Ankebut/25)
Bazı Hadis Çeşitleri
Hadisler, Hz.
Rasulullah (A.S.) Efendimize ait olmakla birlikte, metnindeki veya onu nakleden
ravilerdeki bir durumdan dolayı farklı sınıflara ayrılmış ve değişik isimlerle
anılmıştır. Bunlar içinde de sıkça rastladığımız bazı hadis çeşitlerini
tanıyalım:
Mütevatir hadis:
Ashab, Tabiun ve Etbau’t-Tabiîn devrinde (ilk üç nesil içinde) aklen ve adeten
yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan büyük bir kalabalık tarafından rivayet
edilen hadislerdir. Bu ölçüler içinde rivayet edilen hadisler kesin bilgi ifade
ederler. Lafzı mütevatir hadisler azdır, fakat manası mütevatir hadisler ve
ümmetin ekseriyeti tarafından uygulana uygulana gelen mütevatir derecesindeki
hadisler çoktur.
Sahih hadis: Hz. Rasulullah’tan (A.S.) itibaren ahlak yönünden çok titiz
olduğu bilinen, hafıza yönünden güvenilir kimselerin rivayet ettikleri ve
içinde hadis tekniği yönünden tenkid edilen bir durum olmayan hadislerdir.
Hasen hadis: Dinî
ve ahlaki yönü sağlam olmakla birlikte, kaydetme ve hafıza yönünden
eleştirilebilecek ravilerin rivayet ettikleri hadislerdir. Hasen tabirini ilk
olarak İmam Tirmizî kullanmıştır.
Zayıf hadis:
Sahih ve hasen hadisteki ravilerin özellikleri bulunmayan kimseler tarafından
rivayet edilen hadislerdir.
Hadislerin sahih,
hasen, zayıf gibi kısımlara ayrılması, onu rivayet eden kimselerden
kaynaklanmaktadır. “Bu hadis sahih değildir, zayıftır” demek; “senedi
(rivayetçi zinciri) sağlam değildir. Yani onu rivayet edenler, her yönüyle tam
emniyetli değildir.” manasındadır. Yoksa Rasulullah (A.S.) Efendimiz’in
sözlerinin bir kısmı sahih, bir kısmı sahih değildir manasında değildir.
Hadis diye
uydurulmuş sözler: Birileri tarafından uydurulmuş ve hadis diye ortaya
yayılmış sözler mevcuttur. Onlara “Mevzû” (uydurulmuş) hadis denir. Esasen bu
tür sözlere hadis demek doğru değildir. Ne niyetle yapılırsa yapılsın, bir
kimsenin Hz. Peygamber’e (A.S.) ait olmadığını kesin olarak bildiği bir sözü,
fikrini kabul ettirmek veya o sayede bir menfaat elde etmek için: “bir hadiste
buyrulmuştur ki” veya “bana falan kimse Hz. Peygamber’den rivayet etti ki...”
şeklinde takdim etmesi helal değildir. Bunu yapan kimse: “Kim bilerek benim
adıma yalan söylerse, Cehennem’deki yerine hazır olsun” (Buhari, Müslim)
hadisinin tehdidi altına girer.
Hangi Hadis Kitaplarından Nasıl İstifade Edilir?
Kur’an-ı Hakim’den
sonra dini hükümlerde ikinci kaynak Sünnet’tir. Sünneti öğreneceğimiz yer ise
hadis kitaplarıdır. Hadis kitapları içinde ilk sırayı İmam Buhari’nin “Sahih-i
Buhari” diye meşhur hadis kitabı alır. Ondan sonra İmam Müslim’in “Sahih-i
Müslim” adlı hadis kitabı gelir. Bu iki kitaba “Sahihayn” (Sahih Hadisleri
İçeren İki Kitap) denir. İmam Buhari ile İmam Müslim’e de kısaca “Şeyhayn” (İki
Hadis İmamı) ifadesi kullanılır.
Bunlardan sonra
sırasıyla Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî, İbn-i Mâce, İmam Mâlik, Darimî ve Ahmed b.
Hanbel’in hadis kitapları gelir. Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’le birlikte
bu kitapların ilk dördü “Kütüb-ü Sitte” (Altı Kitap) diye meşhurdur. Bunlarla
birlikte Hakim en-Neysâbûrî’nin “el-Müstedrek” isimli hadis kitabı, Buhari ile
Müslim’in şartlarına uyduğu halde kitaplarına almadıkları sahih hadisleri
içeren bir kitaptır ve muteberdir. İbn-i Hıbban ve İbn-i Huzeyme’nin sahihleri,
Ebu Ya’la’nın Müsned’i, İmam Tabaranî’nin Mu’cemleri derecelerine göre istifade
edilecek eserlerdir. Bunlardan başka hadis
kitapları da mevcuttur.
Ancak bunlardan
istifade edilebilmesi için bazı şartlar vardır. Her Arapça bilen veya bir hadis
kitabının Türkçesini ele geçiren kimse, hadis kitaplarını önüne koyup okuduğu
her hadisle amel edemez. Özellikle hüküm ve fıkıhla ilgili hadislerle,
fakihlerin (fıkıh alimlerinin) tespit ve ictihadına göre amel edilmelidir.
İtikadla ilgili hadislerin izahını, ehil alimlerden dinlemelidir. Ahlak, edeb
ve faziletlerle ilgili hadisleri, kısa da olsa bir açıklamadan öğrenmelidir.
Hadisler bir eczane gibidir. Hangi hastalığa hangi ilaçtan ne kadar alınacağı,
uzman bir doktora sorulmalıdır.
Vaaz ve Sohbet İçin En Uygun Hadis Kitapları
Vaaz ve sohbet
edenler, daha çok edeb, ahlak, fazilet, teşvik ve uyarma türü konuşmalar
yapacakları için, özellikle bu tür konular için hazırlanmış hadis kitaplarından
istifade edebilirler. Bunların en meşhurları İmam Nevevi’nin (Rh.A.)
hazırladığı “Riyazü’s-Salihin” adlı eser ile İmam Münziri’nin (Rh.A.)
tertiplediği “et-Terğib ve’t-Terhib” adlı hadis mecmuasıdır. Her iki hadis
kitabı da tercüme edilmiştir. Kısaca
“et-Tac” ismiyle meşhur olan ve tercümesi de bulunan et-Terğib ve’t Terhib,
Kütüb-i Sitte’nin hadislerini bir araya topladığı için kullanışlı ve
faydalıdır.
Dini Kitaplarda Hadis Olarak Geçen Her Söze Hadis Diye
Bakılabilir mi?
Yazarı ne kadar
meşhur olursa olsun, fıkıh, tefsir ve tasavvuf kitaplarında yer alan hadislerin
alındığı kitap veya rivayet zinciri verilmemişse, o kitaba bakıp: “Bu sahih bir
hadistir, çünkü falancı alimin şu kitabında geçmiştir.” diyemeyiz. Hadisi,
hadis kitaplarında ararız, hadis imamlarının ve uzmanlarının o hadis hakkındaki
değerlendirmesine itibar ederiz.
Mesela Hanefi
alimlerinden Molla Aliyyü’l-Kari, “Kim Ramazan ayının son cumasında (daha önce
kılamadığı) farzlardan birisini kaza ederse, 70 senelik kaza namaz borcunu
ödemiş sayılır.” şeklinde rivayet edilen ve hadis olduğu söylenen söz hakkında
şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Bu söz kesinlikle batıldır. Çünkü ibadetlerden
hiç biri, senelerce ihmal edilmiş namazların yerine geçemez. Ümmetin üzerinde
icma ettiği görüş budur ve bu rivayet icmaya aykırıdır. O sözü, “Nihaye”
kitabının yazarının nakletmiş olmasına itibar edilmez. Çünkü onlar hadisçi
değillerdir. Zaten onlar bu sözü, herhangi bir muhaddise de nisbet
etmemişlerdir.”
Müfessir Kasimi’nin
bu konudaki şu değerlendirmesi çok yerindedir: “Kitaplarında bu tür hadisler
bulunan bir müfessir, fakih veya sufi alim, onların uydurma olduğunu bile bile
kitaplarına almış değillerdir. Onlar, önceki kitap ve alimlere itimat ederek ve
senedi de fazla incelemeden onu almışlardır. O konu hadisçilerin işidir. Her
alanın uzmanı farklıdır. O halde hadis, hadis kitaplarında aranmalıdır.”
“Sufilere Sohbet Gerek” Demek, Ayet ve Hadis Gerekmez Demek
midir?
Bazıları, sufilerin
ders ve terbiye usulünü tenkid ediyorlar. Özellikle Nakşibendî büyüklerinin
“Bizim yolumuz sohbet yoludur, sohbette bereket vardır” sözüne takılıp, “Niçin
Allah’ın ayetleri, Hz. Peygamber’in sünneti ve farz olan diğer ilimler öne
alınmıyor da, sohbetle yetiniliyor”
diye soruyorlar.
Bu soruyu, ancak
gerçek sufilerin sohbetine hiç girmeyen biri sorabilir. Çünkü sufilerin bütün
çabası, kalbi uyandırıp Allah’ın emirlerine ve O’nun Habibi’nin (A.S.)
Sünneti’ne samimiyet ve muhabbetle uymaktır. Onlar, herkese farz olan ilimleri
ve fazilet olan edebleri sohbet yoluyla, sohbetin bereketi içinde, sevgi ve aşk
meşrebiyle verirler. İlim olmadan amel yapılamayacağını, amele de ancak
sevgiyle güç yetirileceğini çok iyi bilirler.
Sufiler, Kur’an ve
Sünnet’e uymayan ilim, amel, aşk, vecd, rüya, keşif, keramet ve sanatlara hiç
itibar etmezler. Tasavvuftaki sohbet, vakit doldurmak, gönül avutmak, nefis
eğlendirmek için yapılan konuşmalara benzemez. Sohbet, Hz. Rasulullah (A.S.)
Efendimiz’in Ashabını terbiye ettiği nurani bir metottur. Sohbet, her yerde her
zaman yapılır. Sohbette devamlı hak konuşulur, iyilik emredilir, kötülüklerden
nehyedilir. Onda resmiyet değil, muhabbet ve edeb hakimdir. Kur’an’ı bilmeyen,
hadisi sevmeyen, fıkhı gereksiz gören kimseden veli olur mu hiç?
Sohbet meclisleri
ilim yerleridir, edeb merkezleridir. Oralarda, Kur’an bilmeyenlere Kur’an
öğretilmelidir. Tasavvufun temeli olan edeb anlatılırken, edebin merkezi olan
Hz. Peygamber’in (A.S.) hadisleri işlenmeli, o hadisleri hayat haline getiren
büyük ariflerden bolca örnekler verilmelidir.[3]
***
İslâm’ın yalnızca Kur’an-ı Kerim’den öğrenilmesi
gerektiğini dillendiren, böylelikle Kur’an merkezli bir din ortaya koyma
iddiası içerisinde olan söylemlerle zaman zaman karşılaşıyoruz. Sünnet’i geri
plana itip sadece Kur’an’ı referans almaya çağıran bir oluşum bu.
Gün geçmiyor ki dinî bir mevzuda delil olarak
getirilen hadise karşılık, orada bulunanlar tarafından “Bize hadis okuma ayet
getir!”, “Bu konuda ayet var mı?” gibi tepkilerle karşılaşılmasın. Bu tür
tepkiler, dinî olmaktan çok siyasî karakter taşıyan “Kur’an merkezli din”
iddiasının halk arasındaki tezahürü sadece.
Söz konusu oluşumun temel iddiası “Kur’an
müslümanlığı”, “Kur’an İslâm’ına dönüş” gibi çeşitli kavramlarla müslümanları
Kur’an etrafında birleştirmek, sahih bir din anlayışı kazandırmak…
Ancak “Kur’an İslâm’ı” tabiri ilk bakışta ne kadar
kulağa hoş gelse de, işin detayına inildiğinde hiç de böyle olmadığı
anlaşılıyor. Çünkü gerçekte Kur’an’ı merkeze aldığını söyleyen bu akım aslında
sünnetleri tasfiye etmek suretiyle dini adeta kuşa çevirme eğiliminde.
Sömürgecilerin ektiği tohum
Bu tür marjinal yaklaşımları daha çok yabancı
devletlerin fiilî yahut kültürel sömürüsüne maruz kalmış İslâm ülkelerinde
görmek mümkün. Sömürgeci devletler, İslâm ülkelerindeki ilahiyat fakültelerine
yerleştirmiş oldukları oryantalist zihniyet üzerinden özellikle Sünnet’in ümmet
içindeki itibarını ve konumunu zayıflatmak, hatta saf dışı bırakma neticesine
yönelik faaliyetlerin öncülüğünü yapmışlardır.
Hindistan buna önemli bir örnek teşkil eder. Çünkü
bilindiği gibi bu bölge 1858’de resmen İngiliz hakimiyetine geçmiş, buna
paralel olarak bölgede Hıristiyan propagandasıyla beraber Oryantalistlerin
İslâm’a yönelik art niyetli çalışmaları da hız kazanmıştır. İlginçtir,
sömürgeleştirilen Hindistan’a bağlı Delhi şehrinde kurulan İslâmî İlimler
Fakültesi’nin başına, İngiliz Doğu Hint Şirketi sponsorluğunda, Avusturya
asıllı İngiliz bir oryantalist olan Dr. Alois Sprenger getirilmiştir. Sprenger,
ilk kez hadislerin büyük bir kısmının “uydurma” olduğunu iddia eden, Sünnet’in
kaynak oluşuna yönelik eleştirel makaleler kaleme alan, böylece sünneti saf
dışı bırakmayı hedefleyen biridir. İşte bu fitne sebebiyle İslâm dünyasında
Sünnet’i toptan inkâr etme hareketi de ilk olarak Hindistan müslümanları
arasında baş göstermiştir.
İçimizdeki aldanmışlar
Kur’an merkezli İslâm iddiasını sadece yabancı unsurlarda
aramak elbette yanlış olur. Bunda yüzü ve gönlü Batı’ya dönük müslüman ilim
adamlarının da büyük rolü var. Onlar, 19. asrın sonlarından itibaren içinde
bulundukları yenilmişlikten müslümanları kurtarmak için dinde köklü bir
değişimin gerekliliğine inanmış, böylece Sünnet ve geleneksel mezheplerin
toptan inkârına giderek, Kur’an merkezli/selefî bir din anlayışını tesis etmeyi
önermişlerdir.
Gerçekten “Kur’an İslâm’ı” söylemini hayata
geçirmek mümkün müdür? Sünnetleri saf dışı bırakmak suretiyle yalnızca Kur’an’ı
esas alan bir din inşası ilahi maksadı ne ölçüde doğru yansıtabilir?
Peşinen şunu ifade edelim ki Sünnet olmadan
Kur’an-ı Kerim’i ne doğru ve sahih bir şekilde anlamak ne de uygulamak
mümkündür. Çünkü Kur’an ancak beyan edilerek/açıklanarak anlaşılabilir. Onun
beyanı Hz. Peygamber s.a.v.’e, dolayısıyla Sünnet’e aittir. Bunu bizzat
Kur’an-ı Kerim’in kendisi şöyle ifade buyuruyor: “Biz o peygamberleri
mucizelerle ve kitaplarla gönderdik. Ey Peygamber! Sana da Kur’an’ı indirdik
ki, insanlara vahyedileni açıklayasın. Belki onlar da düşünürler.” (Nahl, 44)
Başka bir ayet-i kerimede Rabbimiz yeminle
buyuruyor ki; “Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık
hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı
duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisâ,
65)
Sünnet Kur’an’ı beyan etmeseydi
Pekala Sünnet Kur’an-ı Kerim’i beyan etmeseydi ne
olurdu?
Sünnet, Kur’an-ı Kerim’i beyan edip açıklamasaydı
Kur’an’ın açıklanmamış hükümleri murad-ı ilahiye uygun bir şekilde anlaşılamaz;
anlaşılamayacağı için de üzerine hüküm bina edilemezdi. Dolayısıyla ne namaz,
ne zekât, ne oruç, ne hac gibi ibadetlerden, ne de muamelat ve ukubata dair
diğer hükümlerden bu denli geniş ve teferruatlı bir şekilde söz edilebilirdi.
Bu itibarla Sünnet, Kur’an-ı Kerim’in anahtarı
gibidir. Sünnet olmadan Kur’an doğru bir şekilde anlaşılamaz. Kur’an
anlaşılmayınca da din, murad-ı ilahiye uygun olarak tesis edilmiş olmaz. Yani
Sünnet olmazsa din de olmaz. Şu halde Sünnet’i göz ardı ederek sadece Kur’an’ı
esas alan bir din oluşturma eğilimi, haddizatında dini ortadan kaldırmakla aynı
anlamdadır.
Aslında bu tür eğilimler İslâm’ın ilk asrından beri
olagelmiştir. Sahabeden İmran b. Husayn r.a.’ın meclisinde meydana gelen tartışma
buna örnektir. Olay şöyle:
Bir gün İmran b. Husayn r.a. mescitte otururken,
yanında şefaatten konu açılır. İmran b. Husayn r.a. konuyla ilgili hadislerden
delil getirirken, orada bulunanlardan biri:
– Siz bize hadisler anlatıyorsunuz. Oysa biz bunlarla
ilgili Kur’an’da bir delil bulamıyoruz, der. Hz. İmran r.a. adama çıkışarak
şöyle sorar:
– Sen Kur’an’ı okudun mu?
– Evet
– Peki, orada (farzları itibariyle) yatsı namazının
dört, akşamın üç, sabahın iki, öğle ile ikindinin dört rekât olduğuna rastladın
mı?
– Hayır.
– Peki, bunları kimden öğrendiniz? Bizden
öğrenmediniz mi? Biz de Rasulullah s.a.v.’den öğrenmedik mi? Yine (Kur’an’da)
kırk dirheme bir dirhem, kırk koyuna bir koyun, şu kadar deveye şu kadar zekât
düştüğüne rastladın mı?
– Hayır.
– O halde bu bilgileri kimden aldınız? Biz
Rasulullah s.a.v.’den, siz de bizden aldınız. Keza Kur’an-ı Kerim’de “Beyt-i
Atîk’i (Kâbe’yi) tavaf etsinler.” (Hac, 29) ayetini gördünüz. Pekala, “Kâbe’yi
yedi defa tavaf edin”, “Makam’ın arkasında iki rekât namaz kılın” diye bir
ifadeye denk geldiniz mi? Kur’an’da buna rastladınız mı? Öyleyse bu bilgiyi
kimden aldınız? Biz Rasulullah s.a.v.’den, siz de bizden almadınız mı?
– Evet.
– Peki İslâm’da celeb(¹), ceneb(²) ve şiğâr(³) ın
olmadığına dair Kur’an’da bir delile rastladınız mı?
– Hayır.
– Oysa ben Allah Rasulü s.a.v.’in “İslâm’da celeb,
ceneb ve şiğar yoktur” (Ebû Dâvûd, Zekat, 9) dediğini işittim. Öte yandan Allah
Tealâ’nın Kur’an-ı Kerim’de “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasak
etdiyse ondan da sakının.” (Haşr, 7) diye emrettiğini de duymuşsunuzdur.
(Beyhakî, Delâilu’n-Nübüvve, 1/25, 26)
Görülüyor ki, din adına Kur’an’ın tek referans
kabul edilmesi söylemi dün de gündeme getiriliyordu, bugün de getiriliyor. Bu
tip iddiaların kimi kasıtsız olsa da büyük çoğunluğu siyasi ve kasdî olup,
hedefte Sünnet’i ve Ehl-i Sünnet anlayışını saf dışı bırakma fikri yatıyor. Bu
itibarla samimi müslümanların bu tür söylemlere aldanmamaları, Sünnet’ten yüz
çevrilerek inşa edilen müslümanlığının Kur’an’la ve İslâm’la alakasının
olmadığını unutmamaları gerekir.[4]
(¹) Celeb: Zekât memurunun bir yerde konaklayıp zekât verecek durumdaki mal sahiplerini oraya çağırıp toplaması ve zekâtları o yerde alması.
(²) Ceneb: At yarışına katılan kimsenin yanında bir de yedek at bulundurması ve
koşu esnasında bindiği hayvan iyice yorulunca onu bırakıp yedekte olana
binmesi, yani hile yapması.
(³) Şiğâr: Mehir alıp vermemek için iki kişinin birbirinin yakınlarından birer
kadınla evlenmeleridir.
Yorumlar
Yorum Gönder