أَجْمَعِينَ وَصَحْبِهِ وَآلِهِ مُحَمَّدٍ
سَيِّدِناَ عَلىَ وَالسَّلاَمُ
وَالصَّلاَةُ الْعَالَمِينَ رَبِّ لِلهِ
اَلْحَمْدُ
Hz. İbn-i Abbas, ilk
âyette geçen: “kulluk etsinler”
ifadesini, “beni tanısınlar”
şeklinde tefsir etmiştir.[2]
Bir
hadis-i kudside "Ben, gizli bir
hazine idim; dolayısıyla bilinmek, tanınmak istedim.’’ [3] dediği rivayet edilmiştir. [4]
İman
Allahu Teâlâ’nın hidayetiyle elde edilir. İrfana da O’nun inayet ve yardımıyla
ulaşılır. İlahi yardımla insan iman dairesine ilk adımını atmış olur. İmanın
evveli Allahu Teâlâ’nın varlığını ve birliğini bilmektir. Sonra emirlerini
bilmek gelir. Devamı ihlâs ile amel etmektir. İhlâsla amelin sonu yakin ve
marifetullahtır. Onun neticesi ise muhabbetullahtır. Kul Yüce Rabbinden, Rabbi
de kuldan razı olunca, her iki dünyanın izzeti, şerefi, tadı ve saadeti elde
edilmiş olur.
Biz,
Allahu Teâlâ’ya ait olan bütün isim ve sıfatlara O’nun emrettiği ve öğrettiği
şekilde iman ederiz. Şunu da belirtelim ki O’nun Yüce Zatının varlığına ve
birliğine en büyük delil, yine kendisidir. O kendisini tanıtmazsa kimse O’nu
tanıyamaz; O gel demezse kimse O’na gidemez. Buna hidayet ve inayet delili
denir. Onun için bir arife: “Rabbini
nasıl tanıdın?” diye sorulunca: “Ben
Rabbimi Rabbimle tanıdım” cevabını vermiştir.
İnsanlara Kur’an ve kâinat
ayetlerini okumak, onlardaki sonsuz hikmetleri öğretmek; Allah’tan aldığı edeb
ile insanları eğitmek, onlara sünneti ve sünnetullahı öğreterek kendilerini
kemale erdirmek. Bütün bunların sonucu dünyada marifetullah cennetine girmektir
ve muhabbetullah şerbetinden içmektir. Devamı ise, ölüm kapısından selametle
geçip ebedi saadet yurdu Cennet’e girmektir ve Cemalullah’ı seyirle
şereflenmektir.[5]
Takvâ ve edebin kaynağı
mârifetullahtır. Mârifetullah, bütün ilimlerin yerine geçer. Ona sahip olan
kimse, her ilmin özünü ve hedefini elde etmiş olur. Diğer ilimler ise
mârifetullahın yerine geçemez. Zengin-fakir, erkek-kadın, âmir-memur, evli-bekâr
bütün mükellefler mârifetullah ilmine muhtaçtır. Çünkü Rabbini tanımayan kimse
O’nu sevemez, Sevemeyen temiz kulluk edemez. Mârifeti az olanın imanı zayıf
olur. İmanı zayıf olanın, ibadeti gevşek olur.
Hz. Lokman’ı (A.S.)
dinleyelim:
“Yavrum!
Güzel bir amel yapmak ancak yakinî iman ile mümkündür. İnsan, ancak yakîni
ölçüsünde hayır amel yapabilir. Kişi, yakîni noksanlaşmadıkça amelinde
noksanlık yapmaz. Bazen insanın yakîn ile yaptığı az amel, yakîni zayıfken
yaptığı çok amelden daha faziletlidir. Kimin yakîni zayıflarsa, önemsiz gördüğü
günahlar kendisine hâkim ve galip olur.”[6]
Hiç
şüphesiz, yakîn ehli ariflerin kalbi, sıradan bir müslümanın kalbinden bin kat
daha hayırlıdır. Çünkü onun imanı normal müminin imanından yüzlerce derece
yüksekte ve marifetullah ilmi, sıradan bir müslümanın ilminin yüzlerce derece
üstündedir. [7]
Ebu
Muhammed demiştir ki: “Allahu Teâlâ,
bazı müminlere Uhud dağı ağırlığınca, bazılarına da zerre kadar iman verir.”
Cebrail
A.S., Hz. Peygamber A.S. Efendimiz’e “ihsan
nedir ey Allah’ın resulü?” diye sorar. Efendimiz de, “Allah’ı görüyormuş gibi kulluk yapmandır. Her ne kadar sen onu
görmüyorsan da, o seni görüyor.” diye cevaplar. İşte bu halin adıdır marifetullah.
Evet, kâinatta her ne varsa kendi
dilince kendisini yaratanı zikreder, Allah’ı işaret eder. Yani haddini bilir,
gaflete düşmez. İnsanın da gördüğü her şeyde işte bu işareti fark etmesine
marifet ilmi denmektedir. Eşyaya bakıp haddini bilmesi ve bütün bir kâinatla
birlikte Rabbi’ni görüyormuşçasına kulluk yapma şuuruna ermesidir marifet ilmi.
Her
gün defalarca secdeye vardığı halde bir adam, “Ya Rab, toprak idim; işte bütün benliğimi huzurunda yere seriyorum,
bir hiç olduğumu ikrar ediyorum, yüceler yücesi olarak seni tespih ediyorum”
diye bir huşu taşımıyorsa o secde ne ifade edebilir? O secdeye varan, allâme-i
cihan olsa ne fayda olur? Bilmek ayrı şey, yapmak ayrı, Yaptığının farkında
olmak ise apayrıdır.
Kıssa
Ebu
Ali Dekkak hazretlerinin (k.s.) vefatından sonra bir kimse onu rüyasında ağlar
vaziyette görüp sorar;
-
Ne oldu üstat? Yoksa dünyaya mı dönmek istiyorsun?
O
şöyle cevap verir:
-
Evet, geri dönmek istiyorum. Ama orada gezip tozmak için
değil. Şunun için istiyorum; İyice giyinip kuşandıktan sonra asam elimde kapı
kapı dolaşayım. Asamla kapıları vurup diyeyim ki; ‘’Etmeyin, eylemeyin kimden mahrum kaldığınızı bilmiyorsunuz.’’[8]
Mârifetullahın sonu
muhabbetullahtır. Herkesin bu ilimdeki nasibi farklıdır. Kulun kalbindeki imanı
ve Allah sevgisi mârifetullahtan nasibi kadardır. Kul, Yüce Rabbini ne kadar
tanırsa o nispette sever ve o derece imanı kuvvetli olur.
Rasûlullah Efendimiz
(A.S.):
“İçinizde Allah’ı en iyi tanıyanınız benim ve O’ndan en çok
korkanınız da benim.’’[9] hadisiyle, takvanın ve edebin Allahu Teâlâ’yı tanımaktan
kaynaklandığını bildirmiştir. Elbette âlemlerin Rabbini tanıyan sever, seven
itaat eder, takva dairesine girer. Takva, Allah’tan korkmak diye tarif edilir.
Ancak bu korku sevgiliyi üzme korkusudur. Allah’tan en çok korkanlar, O’nu en
fazla seven ve O’nun tarafından sevilen kimselerdir.
Yine:
“Bir âlimin ölümü, şeytan için bin
abidin ölümünden daha sevimlidir.” denilmiştir.
Büyükler,
amelden daha faziletli olan ilimle, ancak marifetullah ilmini
kastetmektedirler. Çünkü Allahu Teâlâ’yı bilmek (marifetullah) imana ait bir
vasıftır ve yakininin bir parçasıdır. Yakînî iman öyle bir şeydir ki, gökten
ondan daha şerefli bir şey inmemiştir. Artık ona hiç bir şey denk olmaz.
Kıssa
Hz.
Ömer vefat edince İbnu Mesud (r.a.) :
“İlmin onda dokuzunun
gittiğini düşünüyorum”
demiştir.
Kendisine:
“Sen böyle diyorsun,
hâlbuki aramızda pek çok sahabe vardır!” denildiğinde:
“Ben sizin kastettiğiniz
zahir ilmi kastetmiyorum. Ben marifetullah’ı kastediyorum.” diye karşılık
vermiştir.
Görüldüğü
gibi, İbnu Mesud (r.a), birtakım malumatı hakiki ilim kabul etmemiş, Allahu Teâlâ’yı
bilmeyi ilmin onda dokuzu nispetinde faziletli saymıştır. Hem zahir ilmi,
amellerin daha ziyade değerlenmesini temin etmez. Çünkü o, dilde cereyan eden
bir sıfattır ve zahir ameller içine girmektedir. Hem zahir ilim her müslümanın
elde edebileceği bir ilim çeşididir. Bu ilmin en yüksek seviyesi ihlâstır. Eğer
zahir ilimde ihlâs bulunmayacak olsa o da diğer nefsanî şeyler gibi dünyevî bir
şey olur. Hâlbuki ihlâs, batın ilminde marifetullah için kalpte bulunması
gereken ilk şeydir. Buna sahip olanların, ariflerin makamlarına ve sıddıkların
derecelerine ulaşıncaya kadar kastedecekleri makamların bir sonu yoktur. [11]
Yusuf b. Ahmed el-Bağdâdî,
Ahmed b. Ebi'l-Havârî'den, o da Kasım b. Osman el-Cûî el-Kebîr'den naklediyor:
"Allah dostları
açlığı sevgi ile doyarak bastırdılar. Böylece yemeğin lezzetini, dünyanın
lezzetini ve arzu uyandıran her şeyi unuttular, kaybettiler. Çünkü onlar,
üzerinde daha güzel bir lezzetin olmadığı şeyi hissettiler. Yaşadıkları bu
hal, onları her türlü hevesten kopardı.
İlâhi sevginin temeli
marifetullahdır. İbadetin aslı Rab Teâlâ'yı tam anlamıyla tasdik etmektir.
Allah korkusu, Allah Teâlâ'nın nazarı altında olduğunu fark etmendir. Günahlara
dalmanın sebebi, boş kuruntular ve bitmeyen ihtiraslardır. Baş olma sevdası
her büyük tehlikenin sebebidir. Allah'ı hakkıyla bilmeye çalışarak (marifetullah
ile) yapılan az amel, bu çaba olmaksızın yapılan çok amelden hayırlıdır.
Amellerin başı, Allah'dan razı olmak, O'nun rızasını kazanma aşkı içinde
olmaktır. Verâ, dinin direğidir.[12]-[13]
Hukemadan
birisi, yukarıda zikrettiklerimizin manasında, şöyle demiştir: “Allahu Teâlâ’yı tanıyan neyin cahili olur?
O’nun cahili olan da neyi tanımış olur ki?”
Zâhir
âlimleri yeryüzünün ve mülk âleminin süsüdürler. Bâtın âlimleri ise, semanın ve
melekût âleminin süsleridir. Zâhiri ilimlere sahip olan âlimler, haber ve lisan
ehli, bâtın âlimleri ise, kalp ve müşahede erbabı kimselerdir.
Âlimlerden
birisi demiştir ki: “Allahu Teâlâ dili yaratınca: “Bu, benim haberimi anlatan (ve akla izah eden) bir azadır. Eğer bana
sadık kalır (yalan söylemezse) onu (azaptan) kurtarırım.” dedi. Kalbi
yaratınca da: “Bu, benim nazar
mahâllimdir, eğer benim için saf ve temiz olursa, onu (nurum ile temizleyip)
sâfi yaparım.” dedi.
Önceleri,
zâhir âlimleri delillerin ihtilafı sebebiyle bir meselede müşkülata
düştüklerinde, meseleyi marifetullah sahibi ariflere sorarlardı. Çünkü onlara
göre ehlullah, ilâhî yardıma en yakın olup heva ve masiyetten en uzak
kimselerdi. Bu âlimlerden birisi de İmam Şafi’dir.
O,
bir meselede âlimlerin ihtilafı ve istidlalde aynı seviyede olmalarından dolayı
müşkilatla karşılaştığı (ve sonuca varamadığı) zaman marifet ehline müracaat
eder, meseleyi onlara sorardı.
Kıssa
İmam Ahmed b. Hanbel
(rah.) sık sık Bişr-i Hafi’nin (k.s.) yanına gider, meclisinde otururdu. Tam
manası ile ona bağlanmıştı. Bir defasında talebeleri kendisine:
-Sen hadis ve fıkıh âlimi
bir müctehitsin, muhtelif ilimlerde bir benzerin daha yok. Buna rağmen, niçin
böyle hali ahvali basit bir insanın yanına gidip geliyorsun, bu sana yakışır
mı? dediklerinde, İmam:
-Evet, şu saymış olduğunuz
ilimlerin hepsini ben ondan daha iyi bilirim, ama o da yücelerden yüce Allah’ı
benden daha iyi tanımaktadır, dedi. Sonra Bişr’in yanına giderek: Haddisnî an Rabbî: (Bana izzet ve celal
sahibi Rabbimden bahset) dedi.[14]
Başka bir defasında da
benzeri bir soruya:
Nasrâbâdî (rah) der ki: "Sünnete
uyarak marifete, farzları eda ederek Allah'a yakınlığa, nafileleri yerine
getirerek de Allah'ın muhabbetine ulaşılır." [16]
Hz.
Ali (r.a.) şöyle demiştir: “Allahu Teâlâ’nın
beni, küçükken öldürüp cennetin en yüksek derecelerine ulaştırması beni (fazla)
sevindirmez.” Kendisine “Niçin?”
diye sorulunca: “Çünkü ben
Allah’ın beni kendisini tanıyıncaya kadar yaşatmasını isterim” demiştir.
Malik
b. Dinar da: “İnsanların çoğu dünyada göçüp gitti, fakat ondan hiçbir koku
tadamadı. Kendisine: “O nedir?” diye
sorulunca, “Marifetullah/Yüce Allah’ı
tanımaktır” dedi.
Zerreden kürreye bütün kâinât “Lâ ilâhe illallah” hakikatini ispat için var edilmiştir. Bütün
insanlar ve cinler bunu anlamak için yaratılmıştır. “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[17] ayeti,
kulluktan önce imanı ve tevhidi istemektedir. Çünkü kulluğun temeli Allahu
Teâlâ’yı tanımaktır. Bütün Peygamberler tevhidi yani Allahu Teâlâ’nın
varlığını, birliğini ve ibadet edilmeye layık tek ilah olduğunu öğretmek için
gönderilmiştir. Bütün ilimlerin hedefi, âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’ı
tanımaktır. Buna “mârifetullah” denir. Bu ilmin ve marifetin meyvesi Allahu Teâlâ’yı
sevmektir. Buna da “muhabettullah” denir. İnsana verilen kalbin vazifesi Yüce
Yaratıcıyı tanımak ve sevmektir. Göz, kulak, dil, akıl, vicdan gibi latifeler
ve manevi cevherler de insanı bu hedefe ulaştırması için verilmiştir.[18]
Denilebilir ki, muhabbet hayatın özüdür, ruhudur.
Rabbimizin bütün emirleri, hakikatte muhabbet yoluyla vuslata bir çağrıdır. Her
emir vuslata çeken manevi bir ip hükmündedir. Her yasak ise Hakk'a uzanan
muhabbet ipini koparacak engelleri ortadan kaldırmak içindir.
İnsanın hamuru da muhabbetle yoğrulmuştur. İman,
Hakk'ı tasdikin aşk haline gelmiş mertebesidir. Dinimiz İslâm ise, bu aşkla kâinata,
hayata ve olaylara izah getiren, şekil veren, disiplin altına alan mükemmel
yoldur. Amele gelince; o da insan azalarını, disiplin altında yaradılış
istikametine sevk etme durumudur ve sevginin, muhabbetin fiilî ispatıdır. Ölüm
de, vuslata götüren en önemli vasıta olduğundan muhabbetin kemal noktasıdır.
Yüce dinimiz nazarında muhabbet o kadar önemlidir
ki, adeta dinin temeli, imanın harcı, ibadetin enerjisi ve tefekkürün muharrik
gücü haline gelmiştir. İman ve teslimiyetin, Allah yolunda fedakârlığın zirvesi
olan cihad da ancak muhabbetullah ile izah edilebilir. [19]
Kıssa
Gavs-ı Sânî (k.s) Hz.lerine soruldu:
"Efendim,
uzun zamandır ziyaretinize gelip gidiyoruz. Yanınızdayken hâlimizde bir düzelme
oluyor. Sizden ayrıldıktan sonra, memlekete döndüğümüzde bu hâl bir süre daha
devam ediyor. Daha sonra hâlimiz muhafaza edemiyoruz. Bize ne
buyurursunuz?"
Gavs-ı Sânî (k.s) Hz.leri, elini yumruk hâline
getirerek şöyle buyurdular.
"İnsanın
kalbi bu yumruk kadardır. Bunun içinde muhabbetullah olması lazımdır."
Sonra orada yanan ışığı göstererek:
"Şu anda ışık yanıyor, etraf aydınlık. Bu
ışık sönerse etraf karanlık olacak. Aynı anda hem ışık hem karanlık olmaz. Işık
yanarsa aydınlık olur; sönerse karanlık olur. Kalbin durumu da böyledir. Onun
içinde muhabbetullah/Allah sevgisi olması lazımdır. Muhabbetullah yoksa başka
şeyler vardır. Başka şeyler olunca kalbe Allah muhabbeti girmez. Allah muhabbetini
elde etmek için sofi şu dört şeye devam etmesi gerekir:
1-Mürşid ziyareti.
2-Mürşid sohbeti.
3-Rabıta.
4-Vird.
Marifetullahı ve muhabbetullahı tahsil etmenin en
kolay, en kısa ve en güzel yolu da bu reçetedir. Bu dört şey Mevlayı tanıtan en
etkili yollardandır. O’nu tanıyan sever ve itaat erder. İşte marifetullah da
budur.
Muhabbeti, fani, kifayetsiz, manasız şeylere
yöneltmek, zillet ve perişanlıktır. Bu nedenle dinimiz, dünyaya Cenab-ı Hakk'ı
unutturacak şekilde bağlanmayı, ülfet etmeyi yasaklar.
Sahip olduğumuz maddi ve manevi imkânlar ve dünya
nimetleri; ana-baba, evlat, eş sevgileri Cenab-ı Hakk'ın kullarına lütfudur.
Ancak bütün bu sevgiler, Hak için ve Hak yolunda vasıta olmalıdırlar. Bunlara
gönlümüz esir olmamalıdır. Çünkü bütüne âşık olanlar, parçalara âşık olmazlar. Bunun
tersini yapanlar ise bütünden mahrum kalırlar.
İnsana
gereken, nimete değil onu verene muhabbet etmektir. Rasulullah Efendimizin
(s.a.v), uyardığı gibi;
“Kendisine hizmet için yaratılan dünyaya,
altına, gümüşe, kumaşa gönül verip köle olanlar helak olmuşlardır.“ [20]-[21]
Misal
olarak, kandile konan yakıt ne kadar temiz ve katkısız olursa, o nispette
yanışı güzel ve ışığı fazla olur. Akıl da böyledir. Onu karıştıracak şeylerden
temiz, bir takım hâl ve mal sıkıntısından uzak olduğu zaman, dengesi güzel,
huzuru yerinde olur. Bütün bunları içinde toplayan da, kandil mesabesindeki
kalptir. Kalbin inceliği, cevherinin letafeti, kendisini karıştıracak şeylerden
ve çeşitli etkilerden temizliği ne kadar ileri derecede olursa, o nispette
kalpte manevî ilimler ve nurlar oluşur.
Kandilin
maddesinin güzel ve temiz olması, içindeki yakıta bağlı olduğu gibi; yakıtın
temiz ve güzel kalması da, lambanın cevherine (asli maddesinin temizliğine)
bağlıdır. Kalp ve akıl da, birbirlerine nispetle böyledirler. Lambanın ışığının
yanması, fitilinin kuvvetine ve yakacak maddesinin desteğine muhtaçtır.
Kalpteki ilmin kuvveti ve desteği nispetinde, orada Allah bilgisi/marifetullah ve
yakîn meydana gelir. Bu, her şeye hükmü geçen ve her şeyi bilen Allah’ın
takdiri ile olmaktadır. [22]
Allah
Rasûlü (s.a.v) koyduğu hükümlerde Allah sevgisini emretmiş ve şöyle
buyurmuştur: “Size verdiği nimetlerden
dolayı Allah’ı sevin. Allah’ı sevdiğiniz için de beni sevin.” [23]
Bu emir,
Allah sevgisinin farz olduğunu göstermektedir. Müminler, bu sevginin sonsuz
dereceleri içinde farklı derecelere sahiptirler. Allahu Teâlâ’nın bize ihsan
ettiği nimetlerin en büyüğü Yüce Zatını tanıma ilmidir ki buna marifetullah
denir. Allah sevgisinin en üstünü ise, müşahededen doğan sevgidir.
Allahu Teâlâ’yı
sevenler muhabbetin farklı mertebelerine sahiptirler. Bu mertebelerden
bazıları, diğerlerinden üsttedir. Müminler içinde Allahu Teâlâ’yı en çok
sevenler, ilim, hilim, af, kulların kusurlarını örtmek gibi güzel ahlaklarla en
fazla ahlaklanan kimselerdir.
O’nun
sıfatlarının mana ve tecellilerini en iyi bilenler ise; kibir/ululuk
hamd/övülme, zenginlik, şeref ve halk içinde zikredilme arzusu gibi Yüce
Allah’a layık sıfatlarda kendisine ortak koşmamak için bu tür ahlaklardan en
çok kaçınan kimsedir..
Sonra,
Allah Rasûlünü (s.a.v) en çok sevenler, ona en güzel şekilde tabi olanlar ve
onun hâline en fazla benzeyenler gelir. Çünkü O, Allahu Teâlâ’nın sevgilisidir.
Kıssa
Rivayet
edildiğine göre bir adam Hz. Rasûlullah’a (s.a.v) gelerek:
“Ey Allah Rasûlü, seni seviyorum.”
dedi.
Allah
Rasûlü (s.a.v): “Öyleyse fakirliğe hazır
ol!” buyurdu.
Adam: “Ben Allahu Teâlâ’yı da seviyorum.”
deyince;
Bu ikisi
arasındaki fark şudur: Musibetlerle imtihan etmek, Allahu Teâlâ’nın
ahlakındandır. O, kullarını imtihan eder. Dolayısıyla adam Allahu Teâlâ’yı
sevdiğini söyleyince, Efendimiz (s.a.v) kulun ilahi tecelli karşısında sabırlı
olması için O’nun kendisini imtihan edeceğini haber vermiştir. Nitekim Allahu Teâlâ
da şöyle buyurmuştur: “Rabbin için
sabret.”[25] Yani O’nun hükümlerine ve
imtihan için verdiği musibetlere sabret.
Fakirlik
ise Allah Rasûlünün (s.a.v) sıfatlarındandır. Dolayısıyla adam, Allah Resûlü’nü
(s.a.v) sevdiğini söylediği zaman, Efendimiz (s.a.v) adama, kendi sıfatlarına
uymasını ve peşinden gitmesini tavsiye etmiştir. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.v),
bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Allahım,
beni fakir olarak yaşat, fakir olarak canımı al ve beni fakirlerin arasında
haşret.”[26]-[27]
Ariflerin
peşine düştüğü bu fakirlik, yakinî iman ve ileri derecede ilâhî aşk ile elde
edilmektedir. Hz. Ebu Bekir Sıddîk’ın (r.a) ve Sahabenin büyüklerinin yaptığı fedakârlıklar,
bu şerefli fakirliğin örnekleridir. Böyle fakirlik hâlini elde etmek için bu
zamana kadar nice canlar ve mallar feda edilmiştir. Çünkü onda tam bir huzur
hâli vardır ve kesin bir hürriyet mevcuttur.
Onun
şerefini bilenler başka bütün şereflerden vazgeçmişlerdir. Allah sevgisi ve
marifetullah ilmiyle zengin olan kalplerin bulduğu huzuru ve aldığı tadı eğer
dünya ehli zenginler bilselerdi, onların elinden onu almak için kendilerine
savaş açarlardı. Ancak ne ehlullah o ilâhî tadı kimseye hissettirir, ne de
ehl-i dünya onun peşine düşebilir.
Velilerden
İbrâhim b. Edhem’in (k.s), içinde bulunduğu serveti ve devleti terk ederek, iki
lokma bir hırkaya rıza gösterip peşine düştüğü fakirlik işte budur. O, dünyayı
isteyenlere bırakıp Allahu Teâlâ’nın sevgisiyle öyle bir zengin olmuştur ki,
kendisinin ilk hâline sahip olan nice padişah ve sultanlar unutulup gittiği
halde, Hazret, müminlerin gönlünde ve gündeminde devamlı hayırla anılmıştır.
İmam Gazâlî
Hazretlerinin, Nizâmiye Medresesindeki ilmî ve maddî saltanatı bir kenara
bırakıp vatanını terk ederek on sene bin bir çile içinde ele geçirmeye
çalıştığı fakirlik ve hürriyet de budur. Onun eşya ve maddî saltanattan yana
hürriyete kavuşan gönlü, eşyanın asıl mâliki ile tanışıp huzur bulunca, hikmet
ve hakikat menbaı oldu. Allah kendisine rahmet etsin, bizden önce İslam âlemi
onun eserleri ile ihya olup istikamet bulmuştur. O eserler Kur’an ve sünnet
deryasından çıkarılan incilerdir. Eğer bugün o eserler ile amel edilse, insan
maddenin esaretinden kurtulup iman ve irfan zengini olur.
Gavs-ı Bilvânisî Seyyid Abdülhakim el Hüseynî
(k.s), ilmini ve seyyidliğini bir kenara koydu; gönül gözünü mürşidi
Ahmedü'l-Haznevî (k.s) Hz.lerinin kalbinde zuhur eden ilahî aşka ve nura dikti.
Çünkü Yüce Ceddi Muhammed Mustafa’nın (s.a.v) irşad emaneti ondaydı. Onun için
Türkiye'den Suriye'ye yaya gitti. Dikenli teller geçti. Ayakları kanadı.
Elbiseleri paralandı. Başı yaralandı. Onca çileden sonra, mürşidinin köyüne
yaklaşınca oturdu ağladı: "Ben bu büyüklere layık değilim, onların yüzüne
nasıl bakarım" diye gözyaşı akıttı.
Yol arkadaşları koluna girip zorla mürşidin
huzuruna çıkarttılar. Bu edep, saygı ve çileye sabır ona rahmet kapılarını
açtı; Cenab-ı Hakk, onu zamanın irşad kutbu ve gavsı yaptı.
Bursa’daki kadılığı ve onun debdebesini
terk ederek zamanının irşad kutbu Üftâde (k.s) Hz.lerinin dergâhında tuvalet
temizliğine bile razı olan Aziz Mahmûd Hüdâyî (k.s) Hz.lerinin aradığı ve
bulduğu fakirlik de bu tür fakirliktir. O da her şeyi ile teslim olduğu
mürşidinin talim ve terbiyesiyle kalbini masivâdan, elini mevki ve maldan çekip
tamamen Yüce Rabbine yönelince, karşısında padişahların hürmet gösterdiği bir
izzete ulaştı.
Bunu sevgi
ve iradesiyle yaptı. Mal ile değil, Yüce Mevlâ ile zengin oldu. Onun ilk hâlini
hedef seçen diğer bütün kadılar ve paşalar ölümle unutulup gitti. O ise, her
müminin gönlünde Allah için onun dostlarına ayrılan yere oturdu. Kendisine her
gün binlerce fâtiha okundu, okunmaya da devam etmektedir. (Rahmetullahi aleyh).
[28]
Ariflerin kalbine emanet edilen bu ilahî aşk
kitaplarda bulunmuyor. O aşk, içine akacak boş ve hoş kalp arıyor; kibirle
kirlenmiş, gaflet ve dünya muhabbetiyle perdelenmiş kalbe girmiyor.
Hz. Ali
(r.a) şöyle demiştir: “Yeryüzünde Allahu
Teâlâ’nın bir takım nurani kapları vardır. Onlar kalplerdir. Kalplerin Allahu
Teâlâ’ya en sevimli olanları; en ince, en temiz ve en kuvvetli olanlarıdır.”
Sonra bunları şöyle açıklamıştır: “Bunlar,
dinde en kuvvetli, yakînde en temiz ve din kardeşlerine karşı en ince ve hassas
olan kalplerdir.”
Rasulullah (s.a.v)
Efendimiz’den sonra, kalpleri ilâhî nur,
sevgi ve manevi tasarrufla temizleme görevi, onun gerçek vârislerine
verilmiştir. Hz. Peygamber’le insanlığa sunulan ilâhî ilme, marifete, edep ve
sevgiye vâris olmak, Yüce Allah’ın bir lütfudur. Allahu Teâlâ o nimeti
dilediklerine verir. Bu nimet, ilâhî sevgidir, nurdur, feyizdir, edeptir, güzel
ahlâktır. Bütün bunlar kalplerin ilacıdır. Kalbinin huzurunu düşünen bir insan,
ona midesi kadar önem vermezse, kalbi dertten, nefsi inlemekten kurtulmaz.
Kalp
temizliğini ve nefis terbiyesini hedefleyen ilme ahlâk ilmi denir. Tarih
boyunca bu ilmin gerçek hakkını “sufi” ismiyle anılan kâmil veliler vermiştir.
Onlar bu ilmi sadece açıklamakla kalmamış, aynı zamanda kendi nefislerinde tatbik
etmişlerdir. Ayrıca bir terbiye sistemi içinde insanlara da öğretmişlerdir. Bu
terbiye sistemine kısaca tasavvuf denir.
Tasavvuf her şeyi ile
dinin hizmetindedir. Hedefi, takvâya ulaşmış kâmil
insan yetiştirmektir. Ölçüsü Kur’an ve Sünnettir. Sermayesi ilâhî muhabbettir.
Meyvesi aşk, edeb ve muhabbet-i İlâhiyyedir.
Kıssa
Mâverâünnehir’in büyük imamlarından biri, Şah-ı
Nakşibend Hazretlerine, seyr-i sülûk’tan maksadın ne olduğunu sordu. Şah-ı
Nakşibend Hazretleri, ‘Maksat, tafsili marifettir.’ deyince, âlim zat bunu
anlayamadı, dedi ki:
— Tafsili marifet nedir? Hace Hazretleri:
— Bu bir ilim dalıdır. ‘Haber-i Sadık’[29] ile
bildirilmiştir. Bu ilim, tafsil yoluyla öğrenilir. Yani bu ilim, tasavvuf
yoluna girip bir mürşidin gözetiminde amel edenleri, delil arama mertebesinden
keşf ve müşâhede mertebesine yükseltir, dedi. [30]
Kur’an ve
Sünnet’in hizmetçisi olan tasavvufun hedef aldığı ilim budur. Gerçek sufi,
Allah sevgisi ile safi olmuş, huzur bulmuş kimsedir. Sufiliğin iç yüzü ilâhî
aşk, dış yüzü güzel ahlâktır. Arifler sufiliği kısaca böyle tarif etmişlerdir.
Bunlardan başkası boştur. Hakiki sufi Allah (c.c) ve Rasulü’nün (s.a.v)
dostudur, Onun görevi isteyenlere bu dostluğu öğretmektir. Sufi kimdir, sufilik
nedir diye merak edenlere, işin başındaki arifler şöyle derler: “Gel, gir, gör,
tat ve anla!”
Bu yola
ilâhî sevgi ile gelip, kendi isteği ile girenlere mürid denir. Onun güzelliğini
görenlere, tadını alanlara, hedefine ulaşıp ne olduğunu anlayanlara sufi denir.
Sufi, Kur’an’da veli, muttaki, muhsin, sıddık, sadık, sıfatları ile tanıtılan
kâmil insandır. Kâmil insan herkese ait bir kıymet, insanlığın istifadesine
sunulmuş bir cevherdir.
Ebü’d-Derdâ
radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Dâvûd aleyhisselâm
şöyle dua ederdi: Allâhümme innî es’elüke hubbeke ve hubbe men
yuhibbüke, ve’l-amele’llezî yübelliğunî hubbeke. Allâhümmec‘al hubbeke ehabbe
ileyye min nefsî ve ehlî ve mine’l-mâi’l-bârid:
Allahım!
Senden seni sevmeyi, seni sevenleri sevmeyi ve senin sevgine ulaştıracak
amelleri sevmeyi dilerim. Allahım! Senin sevgini bana canımdan, ailemden ve
soğuk sudan daha ileri kıl!” [31]
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Resûl-i
Ekrem Efendimiz Dâvûd aleyhisselâm’ın bu duasını sevdiği için onu bize
de öğretmiştir.
2. Hedefimiz
Allah (c.c) sevgisine ulaşmak olmalıdır. Bu hedefe bizi götürecek iki önemli
vesile vardır:
Biri, Allah Teâlâ’yı sevenleri sevmek, diğeri
de Allah sevgisine götürecek amel ve ibadetleri benimseyerek yapmaktır.[32]
اللَهُمَّ
ارْزُقْنِي حُبَّكَ وَحُبَّ مَنْ يُحِبُّكَ وَالعَمَلَ الَّذي يُبَلِّغُنِي إلی
حُبِّكَ وَاجْعَلْ حُبَّكَ أَحَبَّ الاَشْيَاءِ إِلَیَّ
"Ey
Allah'ım! Bana kendi sevgini, seni sevenlerin sevgisini ve beni sana
yaklaştıracak olan amellerin sevgisini nasip eyle. Allah’ım! Senin sevgini,
bana her şeyden daha sevgili kıl.” AMİN.
[1] Zâriyât/56
[2] Marifetullah ve İhlas,
Nurullah Toprak, Semerkand Dergisi Şubat 1999
[5] Dilaver Selvi, Ehli Sünnet
İnancı
[6] El-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb
[7] Geniş bilgi için bkz:
el-Mekki, Kutu’l-Kulub, I, 116-117
[8] Feridüddin-i
Attar,Tezkiretül Evliya
[9] Buharî
[10] Tirmizî, İlim. 19; İbn
Mace, Mukaddime, 17.
[12]
Verâ; Haramlara
düşmek korkusuyla şüpheli olan şeylerin tümünden sakınmak demektir. Bazıları; 'Verâ, devamlı en
güzel en sağlam
amelleri yapmaktır' diyor.
(Bkz; Cürcânî, Kitabü't-Ta'rîfât, s.252). (Çev.)
[14] Dr. Dilaver Selvi, Kaynaklarıyla
Tasavvuf, 444, Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya, 167.
[15] Dr. Dilaver Selvi, Kaynaklarıyla
Tasavvuf,444, Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya, 289.
[16] Hak Yolunun Esasları –
İmam-ı Gazali
[18] Marifetullah ve İhlas,
Nurullah Toprak, Semerkand Dergisi Şubat 1999
[20] Buhârî, Rikak, 10; Cihad,
70; İbnu Mâce, Zühd, 8
[21] Allah Yolunda Yardım ve
Cömetlik, Dilaver Selvi
[23] Buhari, et-Tarihu’l-Kebir,
I, 183; Tirmizi, Menakıb, 31; Hâkim, Müstedrek, III, 150; Ebu Nuaym, Hilye,
III, 244; Tabarani, el-Kebir, X, 342; Beyhaki, Şuabu’l-İman, No: 408.
[24] Bezzar, Müsned, No: 3595;
Heysemi, ez-Zevaid, X, 274.
[26] İbnu Mace, Zühd, 6; Hakim,
Müstedrek, IV, 322; Beyhaki, Şuabu’l-İman, No: 1453.
[29] “Haber-i Sadık” ikiye
ayrılır. Bunlardan ilki mütevatir haber, diğeri de mucize ile desteklenmiş
rasulün ilettiği haberdir.
Bkz: el- Akaid, Ömer b.Muhammed en-Nesefi,
Mühimmatü’l mütûn, s.4 ( Haz.)
[30]
Şah-ı Nakşibend, 132
Yorumlar
Yorum Gönder