بِسْمِ اللهِ
الرَّحْمنِ الرَّحِيم
أَجْمَعِينَ وَصَحْبِهِ وَآلِهِ
مُحَمَّدٍ
سَيِّدِناَ
عَلىَ
وَالسَّلاَمُ
وَالصَّلاَةُ
الْعَالَمِينَ
رَبِّ
لِلهِ
اَلْحَمْدُ
HİZMET İÇİNDEKİ NİMET ve İMTİHANLAR
Nimetlere ulaşmanın birçok yolu vardır; ancak bir
yol var ki bütün yolların en emniyetlisi, en sevimlisi ve en verimlisidir. Bu,
sırf Allah rızası ve muhabbetullah üzere kurulmuş bir takva cemaatına katılıp,
Allah sevgisi üzerinde yaşamak ve o sevgi içinde dünyadan ayrılmaktır.
Kim istemez şerefli, edebli, terbiyeli, sevgili
bir müslüman olmayı? Kim arzulamaz Yüce Mevla’nın sevgi ve rızasına ulaşmayı?
Kim dilemez Hz. Rasulullah’ın (A.S.) iki cihana bedel bir tebessümüyle
karşılaşmayı ve sevinçten ağlamayı? Kim düşünmez Cehennemi selametle geçip
ebedi saadet ve selam yurdu Cennet’te bulunmayı?..
Bütün bu nimetlere ulaşmanın birçok yolu vardır;
ancak bir yol var ki bütün yolların en emniyetlisi, en sevimlisi ve en
verimlisidir. Bu, sırf Allah rızası ve muhabbetullah üzere kurulmuş bir takva
cemaatine katılıp, Allah sevgisi üzerinde yaşamak ve o sevgi içinde dünyadan
ayrılmaktır.
Buna “Allah’ın ipine yapışmak” denir. Allahu
Tealâ’nın kopmayan ipi Hz. Kur’andır. Kur’anın tek isteği iman ve takvadır.
Onun bir ucu Rabbül Âlemin’de, bir ucu bizdedir. Kim ona sıkıca tutunur ve ölene
kadar bırakmaz ise korkmasın, sonuçta yeri Cennet’tir. Bu, Rabbimizin açık
vaadidir. Rasulullah (A.S.) Efendimiz de aynı müjdeyi vermiştir.
Allahu Tealâ, “sakın huzuruma imansız ve
İslam’sız gelmeyin” diyor ve dünyadan selametle ayrılmanın yolunu şöyle
gösteriyor:
“Hep birlikte, (kalbiniz ve kalıbınızla, erkek ve
kadınınızla, yaşlı ve ihtiyarınızla) topluca Allah’ın ipine sarılın. Sakın
parçalanıp dağılmayın. ”(Âl-i İmran/102-103)
“Takvaya ulaşmak için birlik olun, biribirinize
yardımcı olun.” (Mâide/2)
Kur’an’ın en önde gelen hafızlarından Hz. İbnu
Mes’ud (R.A.), “Allah’a götürecek ip taat ve cemaattır” diyor ve ekliyor:
“Nefsinize acı ve ağır gelse de birliğinizi muhafaza edin. Sakın yalnızlıkta
huzur aramayın bulamazsınız.” (Taberi)
Büyük müfessir İmam Katâde’yi dinleyelim: “Allahu
Teâlâ, sizin ayrılık içinde olmanızı çirkin görüyor. Onun için önce ‘sakın
parçalanmayın’ emrini verdi ve dağınıklıktan sakındırıp nehyetti.
Allahu Tealâ sizin hakkı dinleyen ve ona itaat eden, biribirini seven ve dostça
geçinen bir cemaat olmanızı istiyor. Siz de, gücünüz yettiği kadar Allah’ın
razı olduğu bu hale razı olun ve ona sahip çıkın. Bütün kuvvet Allah’a aittir.”
(Taberi)
Allah Rasulü (A.S.), şeytanın her an mü’min
avında olduğunu, tek başına kalan kimsenin kalbine ve imanına saldırdığını
haber verip sığınılacak kaleyi gösteriyor:
“Allah yolunda Allah rızası için cemaat olun.
Yoksa şeytana yem olursunuz. İman selameti ile ölmek ve Cennete girmek isteyen
kimse cemaata sarılsın.” (Tirmizi, Hakim)
Tek kalanı kurt kapar sözü, yalnız başına kalan
insan için söylenmiştir.
Başka bir ilaç:
“Üç şey var ki, onlara riayet eden bir mü’min,
katiyyen aldanmaz, yanılmış olmaz:
* Allah için amelde ihlaslı olmak.
* İşlerini sevk ve idare eden imamına karşı
samimi davranmak.
* Cemaata sımsıkı sarılmak.” (Ahmed, Hakim)
Evet, bir kimse yaptığı işlerde Allah rızasını
hedefe alır, Hakk yolunda kendisine tabi ve talebe olduğu kimseye özü ve
sözüyle samimice davranır ve bu uğurda beraber olduğu cemaate sımsıkı
sarılırsa, onun kalbinde şeytan taht kuramaz. Şeytanlaşmış insanlar da onu
yolundan ayıramaz. Çünkü onun destekçisi Allahu Tealâ’dır.
“Allah’ın eli cemaatin üzerindedir.” (Tirmizi,
Tabarani) hadisi, cemaatın kerametini anlatmaya yeterlidir. Buradaki elden
maksat, Allah’ın kudreti, desteği, muhabbeti, koruması ve melekleriyle
takviyesidir.
Mü’min, Allah yolundaki kardeşleriyle
kuvvetlenir. İhlas ve edeb ilahi rahmeti çeker. Rahmet kalbi destekler.
Rahmetle desteklenen kalbin şüphesi gider. İlahi nur ile aydınlanan kalp, fani
olan eşyayı bırakıp baki olan Mevla’yı tercih eder; hep O’nu zikreder. Boş
işlerden ve haramlardan muhabbetini çeker. Ahireti özler, ölümü sever.
Cemaatla kılınan namaz, tek başına kılınan
namazdan yirmiyedi derece daha faziletlidir ve daha bereketlidir. Cemaatla yapılan
dua ve zikirler, tek başına yapılandan daha makbuldur. Cemaat halinde yapılan
herşeyde ayrı bir bereket ve kazanç mevcuttur.
Efendimiz (A.S.), mü’minleri biribirlerini
temizleyen iki ele benzetiyor. Allah için kardeş olan mü’minlerin her birisi,
diğerinin günahlara düşmemesi için bir kalkan vazifesi görür. Önce, onu kusur
ve günaha çağırmaz, hata içinde bırakmaz. Yanlış yaparsa ikaz eder; hayır
işlerse dua ile destekler. Bazen onun için gözyaşı döker. Ne mutlu Allah için
sevdiği kardeşi için gözyaşı dökebilenlere. Bu hal, peygamberlerin ve
sıddıkların ahlâkıdır. Az bulunur, çünkü çok kıymetlidir.
Nereden bakılsa cemaat rahmettir. Cemaatın temeli
Allah için muhabbettir. Onu ayakta tutacak esaslar ise ihlas ve edebtir. Birisi
bulunmasa, sonuç felakettir.
Mü’minler Cennet’e grup grup cemaat halinde
gireceklerdir. Tek kişilik bir cennet yoktur. Cennetin süsü ve gülü olan
Rasulullah (A.S.) Efendimize bile aşıklar ve sıddıklar komşu edilecektir.
Cennet’te herkes sevdikleriyle beraber sevinecektir. [1]
Huzur Cemaattedir, Yalnızlıkta Değil
İslam tevhid dinidir ve bizden tevhid (Allah
rızası etrafında birlik) istemektedir. Bir mümin olarak bu tevhide (birliğe,
cemaate) kalben, fikren, fiilen, kısacası hayatımızla iştirak etmemiz
gerekmektedir. Ne yazık ki günümüzde müslümanların en büyük sıkıntısı birlik
şuurundan uzak bulunmaları ve cemaatin ne kadar gerekli olduğunu unutmuş
olmalarıdır.
Dinimiz ancak cemaatle yaşanır. İnsanın kemalâtı
cemaatle tamam olur. Cemaat ne denli zahmetli olsa bile, kişinin yalnızlıkta
bulduğunu zannettiği bütün rahatlıklardan daha hayırlıdır. İslamın öngördüğü
cemaatte Allah’ın emirleri karşısında herkes; kuvvetlisi, zayıfı, efendisi,
kölesi, hakimi, mahkumu, amiri, memuru eşittir. Üstünlük sadece takva iledir.
Hz. Peygamber (A.S.) “insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olanıdır”
(Tabaranî) buyurmuştur. Bu Hadis-i Şerifde işaret edilen faydalı olabilme,
ancak insanlarla diyalog kurup kaynaşmakla, yani cemaatle mümkündür.
Müslümanın Allah yolunda takva için birlik
olmaları farz-ı ayndır. Müminin asıl yaratılış gayesi tevhid akidesi üzere ve
cemaat disiplini içinde ilahi hükümleri hayatına tatbik etmektir. Cenab-ı Allah
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’tan tam manasıyla
korkun ve ancak müslüman olarak can verin. Hep birlikte Allah’ın ipine
(Kur’an’a, ihlasa, taata, cemaate) sımsıkı sarılın, dağılıp parçalanmayın.”
(Âl-i İmran/102-103) Görülüyor ki Rabbimiz, müminlere önce kendisinden tam
manasıyla korkmayı emretmiş, sonra müslüman olarak ölmelerini istemiş ve bunun
yolunun hep birlikte Allah’ın ipine, yani Kur’an ve Sünnet çizgisinde cemaate
sarılmakta olduğunu bildirerek bu ipe tutunmayı farz kılmıştır.
Cenab-ı Allah, ayrılığı, bozgunculuğu ve
çekişmeyi de yasaklamıştır. Ayet-i celilede, “kendilerine apaçık deliller
geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Böyle davrananlar
için büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmran/105) buyuruluyor. Başka bir ayet-i
kerimede Rabbimiz, müminlerin nasıl birlik halinde olmalarına işaret ederek
şöyle buyuruyor: “Allah kendi yolunda, kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak
savaşanları sever.” (Sâf/4)
Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz de bir çok hadis-i
şeriflerinde, cemaat olmayı emretmiş, ayrılıktan, tefrikadan müminleri şiddetle
men etmiştir:
“Cemaat halinde olmanız gerekir. Ayrılıktan
sakının. Şüphesiz şeytan tek kalanla beraberdir. Kim iman selametiyle ölüp
cennetin tam ortasında olmak istiyorsa cemaate yapışsın. Kim iyileri
sevindiriyor, kötüleri üzüyorsa o kâmil bir mümindir.” (Tirmizî)
“Şüphesiz Allah Tealâ ümmetimi sapıklık ve fitne
üzerinde bir araya getirmez. Allah’ın eli (rahmet desteği) cemaatle
birliktedir. Kim cemaatten ayrılırsa ateşe gider.” (Tirmizî)
Dünyevî çıkar ve hesaplarımıza uymasa da bütün
müminleri kardeş bilip onlara kalbimizde değer, meclisimizde yer vermemiz icap
etmektedir. İnsanın yaradılışındaki cevher, birlik ve hizmet içinde ortaya
çıkar.
Cemaat topluluktur. Topluluk olunca, idare
edenlerin olması da kaçınılmazdır. “Ulu’l-emr” diye de vasıflandırılan bu
toplum idarecisine itaat, Cenab-ı Hakk’ın bir emridir.
Allah rızasını taleb eden her müminin en önemli
vazifesi, kendi nefsinin keyfine değil, tabi olduğu imama, yani ulu’l-emre
uymaktır. Bu konuda Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’a itaat
edin, peygambere ve sizden olan ulu’l-emre de itaat edin.” (Nisâ/59)
Fahr-i Cihan (A.S.) Efendimiz de ulu’l-emre
itaatin ölçü ve çerçevesini şöyle belirlemiştir: “Müslümanın, başındaki imama
(ulu’l-emr) hoşuna giden ve gitmeyen her hususta itaat etmesi gerekir. Ancak
emredilen masiyet (Allaha isyan) ise, o zaman durum değişir. Bu durumda (hiç
kimse) dinlenmez ve itaat edilmez” (Buhari, Müslim)
“Hiç şüphesiz bana itaat etmeniz, Allah’a
itaattir. Başınızdaki (benim vekilim, emirim olan) imamlarınıza itaat etmeniz
de bana itaat olmaktadır.” (Suyuti)
Allah yolunda tabi olunan imama, verilen emir ve
yapılan tavsiye hak olduktan sonra, acı-tatlı her durumda itaat edilmelidir.
Verilen bir emrin nefse hoş gelmemesi onun haksız olduğunu göstermez ve şahsi
çıkarların zedelenmesi isyanı gerektirmez. Allah için yapılan bir işte nefsin
keyfi amir olamaz, olursa o iş hak olmaz.
Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz, “Kim başındaki
imamdan hoşlanmadığı bir şey görürse, sabretsin (hemen cemaatten ayrılmasın).
Çünkü kim hak üzre giden cemaatten bir karış ayrılırsa cahiliye ölümüyle ölür”
(Müslim) ikazıyla, müminin hak olduğu müddetçe cemaatten ayrılmaması ve
ulu’l-emre itaat etmesi gerektiğini belirtmiştir.
Kısaca: Allahu Tealâ tektir, kullarından tek bir
hedef etrafında tevhid (birlik, cemaat) istemektedir. Tevhid dini İslam aynı
hedef ve halde olmayı gerektirmektedir. Kalp ve düşüncesi, dert ve hesapları
hak yolda bir olmayan kimseler tevhidin tadını alamaz. Bir çizgide buluşamaz,
aynı atmosferi paylaşamaz ve İslamın güzelliğine ulaşamaz. Allah rızası için
birlik ruhu taşımayan, bu ruh ile cemaat olmayan, cemaat disiplinini gereksiz
veya ağır bulan müslümanların bu dini temsil etmeleri mümkün değildir. Dinine
cemaat ruhuyla ve birlik halinde sahip çıkmayanların, düşmanların oyununa
gelip, bilmeden dinden çıkmaları muhtemeldir. Sırf kendi derdine düşmüş
kimselerin en azından zillet içinde yaşamaları kesindir. İşte bunun için Allah
yolunda cemaat olmanın hedefini, şeklini ve hukukunu bilip gereğini yerine
getirmek farzı ayn olmaktadır.[2]
Hizmetin hedefi insandır. İnsanın terbiye ve terakkisine yardımcı
olmayan hizmetler, aslında birer hezimet ve oyalanmadır.
Bir insanın nefsini ıslah etmesinden daha büyük
bir hizmet yoktur. Çünkü nefsi ıslah, kalbi ihya, ahlakı güzel olan bir insan
hem kendisine, hem çevresine hayır verir, rahmet olur. Bütün dünya, böyle bir
insana muhtaçtır. Yüce Allah bütün dünyayı bu şerefli insanın o büyük hizmetini
görmesi için yaratmıştır. Yüce Allah’ın boyası ile boyanıp Allah adamı olmayan
kimse, kainata bir yüktür. Kalbi “Allah, Allah” diye atmayan ve Yüce Allah’ını
tanımayan kimse ölüdür. En büyük ve en güzel hizmet işte bu ölü kalbi
diriltmektir. Her şeyin yok olacağı ve hiçbir şeyin fayda vermeyeceği günde
insana fayda verecek sadece bu kalptir. Buna kalb-i selim denir. Kalbe bu
hizmeti vermeyen ve insanı edeplendiremeyen bütün hizmetler, sonuçta
hezimettir.
Hizmetin hedefi binaları değil, insanı
süslemektir. Güzelleşmesi gereken ahlakımızdır. Allahu Teala bütün ibadetleri
kendisini zikir için emretmiştir. Her ibadet ve hizmetten sonra kalbimize yönelip
kendimizi kontrol etmeliyiz. Bu ibadetin ve hizmetin içinde iken kalbim ne
kadar Allah’ı zikretti, ne derece gafletten uyandı ve hangi kusurlarını anlayıp
istiğfar etti diye düşünmelidir.
Bütün zikirlerin meyvesi edep ve hizmettir. Her
türlü ibadet ve hizmetin gayesi de Yüce Allah’ı zikir ve yüceltmektir. Zikri
artan kimsenin tevazu, edep ve halka hizmeti arttığı gibi, hizmetlerin içinde
koşan kimsenin de zikri, fikri ve şükrü çoğalmalıdır. Aksi durumda zarar var
demektir.
Şu hadis bu konuda hepimizi uyarmaktadır: Muaz b.
Enes (r.a) anlatıyor:
“Bir adam Hz. Peygamber’e (s.a.v) gelerek: Hangi
cihad daha faziletlidir; hangi mücahit daha çok sevap alır? diye sordu,
Efendimiz (a.s):
-En faziletli cihad, içinde Allah’ın en fazla
zikredildiği cihattır. En fazla sevap alacak mücahit de, Yüce Allah’ı en çok
zikreden mücahittir, buyurdu. Adam:
-Sevabı en fazla olan oruçlu kimdir? diye sordu,
Efendimiz (a.s):
-Yüce Allah’ı en çok zikreden oruçlu en fazla
sevap alır, buyurdu. Adam, namaz, zekat, hacc ve sadakayı sordu, Efendimiz
(s.a.v), her defasında:
-Bu ibadetleri yaparken Yüce Allah’ı en çok
zikreden kimse, en fazla sevabı alır, buyurdu. Orada bulunan Hz Ebu Bekir (r.a), Hz. Ömer’e:
-Ya Eba Hafs, zikredenler bütün sevabı alıp
götürdüler, dedi. Rasulullah Efendimiz (a.s), ona yöneldi:
-Evet öyledir, buyurdu.[3]
Herkes, kıldığı namazın, çektiği zikrin, yaptığı
tövbenin ve ziyaretlerin kalbine fayda verip vermediğini halka karşı muamelesi
ile ölçmelidir.
Hz. Ömer (r.a) der ki: “Siz bir insanı namaz ve
orucuna bakarak değerlendirmeyin. Onun doğru sözlülüğüne, kendisine bir şey
emanet edilince onu nasıl muhafaza ettiğine, eline dünyalık mal ve makam
geçince nasıl davrandığına bakınız.” [4]
Ariflerden Kettanî (k.s): “Tasavvuf, güzel
ahlaktan ibarettir.” diyor ve ekliyor: “Kimin ahlakı senden güzelse o, tasavvuf
yolunda senden ileridedir.”
Büyük veli Fudayl b. Iyaz (k.s), güzel ahlaklı
olmayı şöyle anlıyor: “Bir kul, bütün insanlara iyi muamele etse, fakat
kümesindeki tavuğa kötü davransa, o kimse iyilerden sayılmaz.” [5]
Terbiye olmuş insanın aldığı edep, düzen,
temizlik, sadelik ve kibarlık bütün işlerine yansır. Onun kalbi gibi dili de
temizdir. Niyeti gibi işi de doğrudur. İçi gibi dışı da edepli ve sevimlidir.
Namazı gibi alış verişi de ilahi ölçülere uyar. Onun Yüce Allah ile hukuku ve
edebi güzel olduğu gibi, anne babası, ailesi, komşuları, iş çevresi ve diğer
bütün cemiyet ile de her işi güzeldir.
Zikri çoğaldığı halde ahlakı güzelleşmeyen, bir
mürşide gidip geldiği halde tevazu ve edebi artmayan, devamlı nafile namaz ve
oruçla meşgul olduğu halde kalbi genişlemeyen; eli hayır için açılmayan,
merhameti çoğalmayan, mümin kardeşlerini vücudunun bir parçası gibi görmeyen
kimse niyetini bir kere daha kontrol etmelidir. Çünkü bütün bu hayırların
hedefi, insanı güzel ahlaka ulaştırmaktır.
Gavs-ı Sânî Hz.leri buyurdular ki:
“İnsanlara hizmet ve iyilik etmek isteyen kimse,
kendi nefsini ıslah etsin yeter. Nefsini ıslah etmeyen kimse, insanlara gerçek
faydayı veremez. Sâdatlar, nefislerini ıslah edip istikamet üzere
gittiklerinden, insanların hidayetine ve ebedi saadetine vesile olmaktadırlar.”[6]
Hizmette, ibadet iş ve aile dengesini kuramayanlar zamanla sıkıntıya
düşer, hizmet zarar görür.
Hizmette öncelik sırasına dikkat etmelidir. Farz
bir ibadeti ihmal edip nafile ile uğraşmak hizmet değil hezimettir. Hizmetin
hedefi Yüce Mevla’nın rızasına ulaşmaktır. Kulu Allah rızasına ulaştıracak en
büyük sebep farz amelleri yapmaktır. İmam Rabbanî Hz.lerinin belirttiği gibi
bir farzı yerine getirmek bin sene nafile ibadetle meşgul olmaktan hayırlıdır.
Bir farzın içindeki sünneti veya edebi yerine getirmek de farzın dışındaki
nafile ibadetlerden hayırlıdır.[7]
Hizmet ehli önce farz vazifeleri ve hizmetleri
yerine getirmeye çalışmalıdır. Hayır ve hizmet yapmaya en yakınlardan
başlamalıdır. İnsanlar içinde anne baba hukuku en ön sırayı alır. Anne babayı
aç bırakıp mahallenin muhtaçları ile uğraşmak doğru değildir. Cihadın en büyüğü
Allahu Teala’ya kulluktan sonra anne baba hukukunu korumaktır. Ancak anne veya
baba bir haramı emreder veya bir farzı yapmaktan engellerse o durumda
kendilerine itaat edilmez.
Hizmet ehli ailesinin haklarını da dikkate
almalıdır. Nefsi yüzünden işini ve eşini ihmal ederek hizmet başarıya ulaşamaz.
Ancak hizmetin gerektirdiği fedakârlıktan kimse kaçmamalıdır.
Bir kadın kocasının hak yolundaki hizmetlerini
destekler, yardımcı olur ve elinden geldiği kadar ona imkân hazırlarsa, onunla
aynı sevabı alır.
Allah yolundaki hizmetlere katılan bir kadın,
evli ise kocasının haklarını göz ardı edip nefsinin istediği gibi serbest
hareket etmemelidir. Müslüman bir kadının koca ve çocuklarına karşı farz olan
vazifelerini yapması zaten dinî bir hizmettir, en büyük hayırdır. [8]
Allah rızası için hizmet etme gayesinde olanların
göz ardı etmemesi gereken bir diğer konu ise, aile ve hizmet arasındaki
dengedir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Kişinin ailesi için yaptığı her harcama
kendisi için sadakadır. Muhakkak ki kişi hanımının ağzına koyduğu bir lokma
için dahi sevap kazanır” buyurarak ailenin ve aile ile ilgilenmenin önemini
bizlere göstermiştir. Vaktinin büyük çoğunluğunu hizmetle geçiren kimselerin
ailesinin ihtiyaçlarını unutmaması gerekir. Dışarıya hizmet ederken aileyi
ihmal etmek ne kadar doğrudur? Çevremizdeki insanlar kadar yuvamızdaki aile
bireylerinin de bize ihtiyaçları vardır. Hizmetin getirdiği sorumluluklar nasıl
diğer ibadetlerin aksatılmasını temize çıkarmazsa, aile sorumluluğunu da
ortadan kaldırmaz.
Ümmetinin her türlü derdiyle birebir ilgilenen ve
büyük bir sorumluluk taşıyan Allah Rasulü (s.a.v) ailesini hiçbir zaman ihmal
etmemiştir. Onlara gereken ilgiyi göstermiş, gönüllerini almıştır. Büyüklerimiz
de aynı şekilde ciddi bir mesai harcadıkları hizmet ile aile arasındaki dengeyi
korumuştur. Bizim sorumluluklarımız onlar kadar büyük olmadığı halde hizmetten
dolayı ailemize zaman ayıramadığımızdan dem vuruyoruz. Hâlbuki bir insanın
ailesine samimiyetle yöneldiği bir saat bile onların ihtiyacını gidermeye
yeterli olacaktır.
Ancak burada değinilmesi gereken bir diğer konu
da eşlerin bu hususta birbirine gereken desteği göstermesidir. Eşi hizmette
yoğun mesai harcayan kişinin bu işte eşine yardımcı olması, eşinin eksiklerini
tamamlamaya çalışması kendisinin de o hizmetten bir pay sahibi olması demektir.
Tam tersine, destek olmak yerine sürekli bu yoğunluktan şikâyet eden bir eş,
işleri hem kendine hem eşine hem de çocuklarına daha da zorlaştırır.
Yuva, aile fertlerinin güzel günler kadar zor
zamanları da paylaşmasıyla, birbirine omuz vermesiyle yuva olur. Neticede
hizmet edenin ailesini ihmal etmemesi kadar, eşinin bu konuda anlayışlı olması
da önemlidir. Ancak bu şekilde orta yol tutturulmuş olunur. İki taraflı gayret
olmadan ailede bu tür sorunların üstesinden gelmek çok zordur. Bu nedenle
anlayış ve sabırla eşlerin birbirlerine yardımcı olması, birbirlerinin
ihtiyacını gözetmesi gerekir. Bu aynı zamanda Rabbimiz’in rızasına götüren
davranışlarından biridir.[9]
Hizmette devamlılık esastır. Devamlı hizmet dengeye
bağlıdır. Dengeli insan, en zor şartlarda vazifesini gücü nisbetinde yerine
getirir, işinin hakkını verir. Bir mümin zengin ve sıhhatli iken nasıl güzel
hizmet yapıyorsa, fakir ve hasta iken de hayır duası ile olsun bir çeşit hizmet
yapabilir.
Hizmette bulunan kimselerin ahlaki dengesi ve
insanlara davranış biçimi güzel olmalıdır. Kötü örnek olmaktan şiddetle
kaçınmalı ve böyle bir durumdan Allah'a sığınmalıdır. Çünkü insanlara en büyük
hizmet, İslâm'ın güzelliklerini bizzat göstererek onu sevmelerini sağlamaktır.
Bunun için önce farz ibadetler korunmalıdır. Her
ibadeti kendi zamanında yapmalıdır. Bir vakit namazı kaçıracak kadar hizmetle
meşgul olmak Allah'tan değil, şeytandandır. Şeytan hizmeti kullanarak insanı
zarara sokabilir. Bunun için nefsin keyfine göre değil, ilim ve edebe göre
hizmet yapmalıyız.
Hizmet işlerini gücümüz kadar üstlenmeli ve hizmette
sorumlu olduğumuz herkese gücü kadar yük yüklemelidir. Hakkını veremediğimiz
hizmete talip olunmamalıdır. Bize verilen hizmetin başında sadakat ve sabırla
beklemelidir. Hemen sonuç alamadım diye üzülmemelidir. Bir işi veya ibadeti
gücü kadar yaptıktan sonra kalan kısmından kimse mesul olmaz. Yeter ki, bilerek
kusur işlenmesin, iş ihmal edilmesin.[10]
Allah yolunda edebe uygun hizmet eden her meşrebi ve hizmet grubunu
kardeş bilmeli ve onları desteklemeli ve hayırla anmalıdır.
Hizmette sınır olmaz, yer ve insan seçilmez,
cemaat ve millet taassubuna düşülmez. Allahu Teâlâ’nın yarattığı bütün mahlukat
hizmette hedeftir. Mümine hizmet gerektiği gibi, mümin olmayan, inkâr içinde
koşan, haramlara bulaşan insan da hizmete muhtaçtır. Hizmet, karşımızdakinin
ihtiyacını gidermektir. Müslüman olmayana yapılacak en önemli hizmet, ona hak
dini anlatmaktır. Günahkâra yapılacak en önemli hizmet ise, onu günahlardan
alıkoymaya çalışmaktır.
Hace Ubeydullah Ahrar (k.s) der ki:
“Ben bu yolun feyzini tasavvuf kitaplarından
değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi de
hizmet yolundan götürdüler. Ben hizmette insan ayırımı yapmadım, hayır umduğum
herkese hizmet ettim. Heri’deyken sabahları hamama gider ve Müslümanlara
hamamda hizmet ederdim. Hizmette iyi veya kötü, beyaz veya siyah, kuvvetli veya
zayıf ayırımı yapmadan herkese hizmet ederdim. Hizmetime karşılık olarak kimse
bana bir ücret vermesin diye, işimi bitirir bitirmez hemen hamamdan
uzaklaşırdım.” [11]
[12]
Gavs-ı Sânî [kuddise sırruh] buyurdular ki:
“Hizmet cân-ı gönülden olacaktır. Gaye Hz.
Muhammed'in [sallallâhu aleyhi ve sellem] ümmetine hizmettir. Hizmet aşkımızı
devamlı tazeleyelim. Sâdâtların istediği gibi hizmet etmek isteyen kişi hilim
ve yumuşaklık göstermelidir.”[13]
Hizmet
müminin aynasıdır. Hizmet, imanın ve güzel Müslümanlığın ölçüsüdür. Hizmet,
Cenab-ı Hakk’ın ahlakının kulda yansımasıdır. Kul rahman ve Rahim olan Rabbini
tanıdığı ölçüde O’nun kullarına merhametli, faydalı ve yakın olur. Resûlullah
(s.a.v) Efendimizin tarif buyurduğu gibi, gerçek Müslüman, insanların
kendisinden bir zarar görmediği, herkesin ondan rahat ettiği, emin olduğu,
fayda gördüğü bir kimsedir. Kendisine güvenilmeyen, insanları sevmeyen ve kimse
tarafından da sevilmeyen kimse imanın tadını tadamaz.[14]
Arifler:
“Hizmetteki edep hizmetten daha üstündür.” demişlerdir. Bütün ilahi emirler,
ibadetler, hayır ve hizmetler edep öğrenmek içindir. Her işi edep
güzelleştirir.
Manevi
terbiyenin sonu, halktan kaçmak, işten el etek çekmek değil, halkın arasına
dönmek ve hizmet etmektir. Tasavvuf terbiyesinin en büyük hedefi insanı herkese
rahmet olacak bir kıvama getirmektir. Öyle bir kimseden Cenab-ı Hak da razı
olur, bütün yaratılmışlar da razı olur.
Büyükler
sufiyi şöyle tarif ederler:
Sufi,
Allah için her şeyini feda eden kimsedir. Sufi, toprak gibidir; herkesi
üzerinde taşır. Nasıl ki toprağa bir pislik atılsa, toprak onu içine çeker
temizler. Sonra güzel meyve ve çiçek olarak meydana çıkarır. Sufi de böyledir;
ona kim nasıl davranırsa davransın ondan sadece güzellik ve hayır ortaya çıkar.
Sufi,
güneş gibidir; herkesi aydınlatır, ısıtır, olgunlaştırır. Sufi, Yüce Rabbi ile
huzur bulmuştur; herkese huzur verir. Sufi, hak adamıdır; hak söyler, haklıyı sever,
hak kimde ise onu över. Sufi, Hakk’a âşıktır: Hak adamı halkla çekişmez,
çekişmeyi bilmez.
Allah
dostları, âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizin meşrebi üzere
hareket etmeyi en büyük gaye edinmişlerdir. Efendimiz (s.a.v) hiçbir ayırım
yapmadan bütün insanları muhatap almış ve hepsine rahmet olmuştur.
Muhataplarına dost veya düşman diye değil, Allahu Teâlâ’nın kulu gözüyle
bakmıştır. Yaptığı iyilikleri kimsenin başına kakmamıştır, hiç kimseyi minnet
altına sokmamıştır. Onun en büyük sünneti, başkasının yükünü çekmek,
ihtiyaçlarını gidermek ve yüzünü güldürmektir.
İşte
bütün hayatını Allah için halka hizmete adayanlar ve bununla Allah rızasını
arayanlar, Efendimizin (s.a.v) bu meşrep ve mesleğini iyi tanımalıdır.
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz bütün insanlığı hizmet hedefi göstermiş ve şöyle
buyurmuştur:
“Bütün
halk Allah’ın bir ailesi durumundadır. Bu aile içindeki insanların en hayırlısı
onlara en faydalı olandır.”[15]
Arifler
demişlerdir ki: “Bir kimse bütün halkı kendisi için bir âile ferdi gibi görmedikçe
gerçek sufi olamaz.” [16]
Nakşibendi
yolunun piri Şah-ı Nakşibend Hz.leri, bu yolun usul ve meşrebini şöyle tarif
etmiştir:
“Bizim
usulümüz, halkın içinde Cenab-ı Hak ile beraber olmaktır. Yolumuz sohbet ve
halka hizmet yoludur. Halktan kaçmakta şöhret, şöhrette afet vardır. Hayır,
halkın içinde bulunup herkese Allah rızası için hizmet etmektedir.” [17], [18]
[1] Halil Bülbül, Cemaatsiz Cennet Bulunmaz, Nisan 1999
Semerkand Dergisi.
[2] Mehmed Saki Erol, Huzur Cemaattedir Yalnızlıkta Değil,
Nisan 1999 Semerkand Dergisi.
[3] Ahmed, Müsned,Iıı,438; İbnu Mübarek, Zühd No:1429; Taberani,
El-Kebir, Xx,186
[4] Beyhaki, Zühdü’l-Kebir, No: 867
[5] Kuşeyri, Risale, 317. (Beyrut, 1998)
[6] S.M.Saki Erol, Arifler Yolunun Edepleri, Sf.195
[7] İmam Rabbani, Mektubat, 29. Mektup
[8] S.M.Saki Erol, Arifler Yolunun Edepleri, Sf.195
[9] S.M.Saki Erol,Hizmet ve Yuva Arasındaki Denge, Kasım
2009, Semerkand Aile Degisi.
[10] Dilaver Selvi, Kaynaklarıyla Tasavvuf, sf.674.
[11] Safi, Raşahat, 263-264 (Sadeleştiren: N. Fazıl
Kısakürek).
[12] S.M.Saki Erol, Arifler Yolunun Edepleri, Sf.195
[13] Siraceddin Önlüer / Bekir Sel, Rahmet Kapsı, Sf.147.
[14] Buhari, İman,4,5;Müslim, İman,64,65; Ebu Davud, Cihad,
2; Ahmed, Müsned, II, 400
[15] Ebu Ya’la, Müsned, No: 3302; Bezzar, Müsned, No: 1949
İbnu Hacer, El-Metalib, No: 897. Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, Vııı, 191
[16] Sülemî, Adâbu’s-Sûfiyye, 276. (Dokuz Risale İçinde)
[17] Ahmed Sıddıkî, Şah-ı Nakşibend, 107. (Semerkand, 2001)
[18] S.M.Saki Erol, Arifler Yolunun Edepleri, Sf.195
Yorumlar
Yorum Gönder