1904 Arvin'Arhavi doğumlu olup iki yaşındayken babaları, 6 yaşındayken anneleri vefat ediyor. Hem yetim, hem öksüz kalıyor. Ömrü gurbetlerde geçiyor. 1954'de İstanbul'a geliyor. 54'ten bu yana Zeytinburnu'nda ikamet ediyor. 63 yaşına kadar Dağıstanlı Şeyh Şerafeddin-i Veli (R.A.) hazretlerinin manevi tasarrufunda yoğrulup, tezkiye-i nefs döneminden sonra da mürşitlik postuna oturup irşad vazifesine başlamışlardır. Bu dönemle Allaha kavuştuğu süre arasında yüzlerce binlerce talebe yetiştirmiştir. Millete karşı çok merhametli, o kadar müşfik idi. Herkesin derdini dinler, hasta olanları okur, manevi ve dini öğütler verirdi. Halk arasında çok sevildiği için ona "Baba" dediler. Manevi kudretinden dolayı da "Sultan" ismi verilmiştir. Her halinde tevazu, şefkat, hassasiyet ve fevkalâdelik olan Sultan Baba'nın çok geniş çapta millete hizmetleri vardır. Sultan baba her şeyden önce halkla temas edip onların dertlerini dinlemek, deva olup yol göstermek, hastaların şifa bulması için çalışmasından başka Kuran kursları ve okulları gibi müesseseler tesis etmiştir. Birçok yerde cami ve ibadethaneler yaptırmıştır. Memleket meseleleriyle yakından ilgilenir, iktisadi ve manevi bozukluklara çok üzülürdü.
Onun bütün hayatı Kur'an'dı. Sünneti seniyye hayatınınher noktasına ve zerresine nüfuz etmiştir. Yatsı namazından sonra hemen yatarlar; 12'de kalkarlardı. Gece vird ve tesbihatlarını yapıp, sahur yemeğini yerlerdi. Sabah namazına kadar 5 cüz Kuran-ı Kerim okurlardı. Sabah namazı ve sabah tesbihatından sonra işrak vaktine kadar cemaatle beraber sesli olarak dua yaparlardı. Bu duadan ziyade bir münacat ve iltica idi. Katıla katıla ağlarlardı. Her Cuma bir hatim ümmet-i Muhammed için bağışlardı. Haram olan günlerin dışında bütün ömrünü oruçlu geçirmiştir. Sultan Baba'nın sık sık dile getirdiği bir söz vardı. Derlerdi ki; "Bu kapı Allah'ın kapısıdır. Biz bir vasıtayız. Bizim Allah'a verdigimiz bir sözümüz var, kim gelirse gelsin geri çevirmeyeceğiz ve reddetmeyeceğiz." En rahatsız olduğu zamanlarda bile, gelenlerin derdini dinler, rahatsızlıklarını sorar, eğer tıbbi müdahale gerekiyorsa doktora gönderir, eğer buna gerek yoksa hastaların durumuna göre, bir ay belki daha fazla bir zaman dergâha gelmelerini isterlerdi. Bu süre zarfında o kimseye her gün istigfar ve salavat-ı şerifeyi önerir. İstiğfarla Allah'a (c.c.), salavat-ı şerifeyle Rasulullah Efendimize (sav) yaklaşan o kişi manevi bir besıenmeye başladığında bir de bakardınız gelen şahıs şayet İslâm'ın emirlerine duyarsızsa, farzlarını yerine getirmeye başlamış, maddi-manevi şifaya kavuşmuş ve cephedeki yerini almış bile.
Sultan Baba'nın en çok dikkat ettiği konulardan biri cihaddı. Memleketin iktisadi durumu olsun, sosyal ve içtimai durumları olsun her konuda bilgi verirlerdi. Memleketin Müslümanların mı yoksa Yahudilerin mi elinde olduğu konularını çok anlatırlardı. Resulullah Efendimiz Mekke'den Medine'ye hicret ettiğinde, Yahudileri toplayıp ekonomik ve iktisadî yönlerini araştırıp ona göre hareketin siyasi yönlerini anlatırdı. Yahudilerin gerçek maskelerini gerçek kimliklerin bize açıklardı. "İslâm'da milliyetçilik olsaydı, Kuran-ı Kerim Arapça indiğine göre Arapları methetmesi gerekirdi. Oysa 'Cahil Araplar yeryüzünde fesat çıkarırlar diyor Cenab-ı Allah. İkincisi renk ayrımı yapmayın, siyah, beyaz, sarı diye. Üçüncüsü mezhep ayrımı yapmayın, Şafi, Hanefi,Maliki. Mezhepler amelidir, herkes kendi amelinden sorumludur. Bunu bir dava haline getirmeyin. Dördüncüsü, tarikatlarda da tefrikaya şiddetle karşıydı. Nakşiymiş, Kadiriymiş... Benim şeyhim, senin şeyhin, gibi ayırımlar ümmeti parçalayan unsurlardır. Çizgisi Hakk'a dayanan ve Hak nizamın devlet nizamı olmasını arzulayanher tarikat sağlayanın temel şartı bu dört unsura riayet etmektir' derdi, İHSAN EFENDİ. Bu konuları devamlı müritlerine hatırlatırdı.
VİRD VE TESBİHAT
Onun bütün hayatı Kur'an'dı. Sünneti seniyye hayatınınher noktasına ve zerresine nüfuz etmiştir. Yatsı namazından sonra hemen yatarlar; 12'de kalkarlardı. Gece vird ve tesbihatlarını yapıp, sahur yemeğini yerlerdi. Sabah namazına kadar 5 cüz Kuran-ı Kerim okurlardı. Sabah namazı ve sabah tesbihatından sonra işrak vaktine kadar cemaatle beraber sesli olarak dua yaparlardı. Bu duadan ziyade bir münacat ve iltica idi. Katıla katıla ağlarlardı. Her Cuma bir hatim ümmet-i Muhammed için bağışlardı. Haram olan günlerin dışında bütün ömrünü oruçlu geçirmiştir. Sultan Baba'nın sık sık dile getirdiği bir söz vardı. Derlerdi ki; "Bu kapı Allah'ın kapısıdır. Biz bir vasıtayız. Bizim Allah'a verdigimiz bir sözümüz var, kim gelirse gelsin geri çevirmeyeceğiz ve reddetmeyeceğiz." En rahatsız olduğu zamanlarda bile, gelenlerin derdini dinler, rahatsızlıklarını sorar, eğer tıbbi müdahale gerekiyorsa doktora gönderir, eğer buna gerek yoksa hastaların durumuna göre, bir ay belki daha fazla bir zaman dergâha gelmelerini isterlerdi. Bu süre zarfında o kimseye her gün istigfar ve salavat-ı şerifeyi önerir. İstiğfarla Allah'a (c.c.), salavat-ı şerifeyle Rasulullah Efendimize (sav) yaklaşan o kişi manevi bir besıenmeye başladığında bir de bakardınız gelen şahıs şayet İslâm'ın emirlerine duyarsızsa, farzlarını yerine getirmeye başlamış, maddi-manevi şifaya kavuşmuş ve cephedeki yerini almış bile.
CİHADA ÖNEM
ÜMMET İÇİN HARCANAN OMÜR
Sultan Baba, gece gündüz herkesin müşkilini halletmeye çalışır, herkese çare olmaya, her nefesini ümmet için harcamaya önem verirdi. Sultan Baba, Hz. Muhammed (sav) ümmetinin tevhid sancağı altında toplanmasını, Allah yoluna dönmesi, Ümmet i Muhammed'in başına adil, imanlı, Hakk'a riayet eden amirlerin, hükümetlerin başa gelmesi için gayret etmişlerdi. O Sultan, her tarafa gece gündüz bütün gücüyle koşar, herkesin imdadına yetişir, herkese çare olmaya çalışır, çok önem verirdi. Bir nefesini Ümmet-i Muhammed'den ayrı geçirmedi, bir nefesini Rabbimiz den ayrı geçirmedi. ALLAH VE PEYGAMBER AŞKI
Allah Rasulünün aşkı gönüllerde öylesine çağlardı ki; onun ümmetinin affı için canı tenden edercesine, Allah'ayalvarırdı. Dünyada ki Müslümanların üzerindeki maddi-manevi zulmün Yahudi kaynaklı olduğuna dikkatçekerlerdi. Dünyadaki siyonist ve haçlı ittifakıyla kurulan sömürü düzeninin ancak Müslümanların maddi manevi cihadıyla yıkılacağını bunun içinde Müslümanların devlete talib olmalarını, Osmanlı ruhunun canlanması gerektiğini her fırsatta dile getirirlerdi. Peygamber Efendimiz'in siyasi görüşünü çarpıtarak örnek gösterip "Din siyasete girmemeli" inancında olan efendilere karşı "siyaseti dinin emrine vermeliyiz' görüşünü savunurlardı. Allah Rasülünün (sav) sadece takva ve ibadet yönünü rehber edinmeyip, o'nun aynı zamanda ordusunun başında bir kumandan, devletin başında bir idareci, camide bir imam oluşunu dile getirir, böylece topyekûn olarak örnek alınmasının gerekliliği vurgularlardı. Cihadın sonu şehadettir,buyururlardı. Daima yapıcı ve toparlayıcı olmayı tavsiye eder, en güzel ve tatlı bir üslupla konuşulmasını isterlerdi. Ümmeti parçalamak için basın, yayın organlarını birer menfi propaganda aracı olarak kullanıldığını onun için önce bu organların sahiplenmek gerektigini söylerlerdi. Sultan Baba keramete katiyyen kıymet vermezlerdi. Hatta en büyük kerametin İslâm ve Kuran üzerine kurulu bir hayatın son nefese kadar davam etmesi olduğunu söylerlerdi. Fakat birçok keramet ve fevkalâdeliğini müritleri yaşamıştır. İ'la-i Kelimetullah için ervahtan beri yolda olan erdemli, onurlu, arif bir insan. Hak, halk dostu olan Sultan Baba 24 Kasım 1991'de sevenlerini gözyaşları ile geride bıraktı. Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Ruhuna El-Fatiha (AMİN) Kaynak: http://www.davetci.com/ Sultan Baba Hazretleri Gönüllere taht kurarak “Sultan Baba” ünvanını kazanan Hacı İhsan Tamgüney... Dağıstanlı Şeyh Şerafettin-i Veli Hazretleri'nin manevi tasarrufunda yoğrulan Sultan Baba, Şeyh Şerafettin-i Veli Hazretleri’nin vefatından sonra halkı irşad vazifesine başladı. Rahmet-i Rahman’a kavuşana kadar yüzlerce talebe yetiştiren gönül sultanı; herkesin derdini dinler, müşkili olanların dertleriyle hemhal olurdu. Sultan Baba yazımıza da O’nun öğrettiği şekilde Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı, Peygamber Efendimize (s.a.v.) selatu selam ile başlıyoruz. Asıl ismi H. İhsan Tamgüney... Ancak halk arasında çok sevildiği için Ona "Gönül Sultanı" olarak "Sultan Baba" denirdi. 1904 yılında Artvin’in Arhavi ilçesinde dünyaya gelen Sultan Baba’nın, 2 yaşında babası, 6 yaşında da annesi vefat etti. Yetim ve öksüz olarak büyüyen H. İhsan Tamgüney, 1954 yılında İstanbul’a gelerek Zeytinburnu ilçesine yerleşti. Dağıstanlı Şeyh Şerafettin-i Veli Hazretleri’nin manevi tasarrufunda yoğrulan Sultan Baba, Şeyh Şerafettin-i Veli Hazretleri’nin vefatından sonra halkı irşad vazifesine başladı. Rahmet-i Rahman’a kavuşana kadar yüzlerce talebe yetiştiren gönül sultanı, herkesin derdini dinler, müşkili olanlara nasihat vererek çözmeye çalışırdı. Halk arasında çok sevildiği için yaşça O’ndan büyük olanlar bile O’na "Baba" demeye başladı. Manevi tasarrufu ve kuvvetinden dolayı da kendisine "Sultan" ismi verilince "Sultan Baba" olarak meşhur oldu. Her halinde tevazu, şefkat, nezaket, hassasiyet ve fevkaladelik olan Sultan Baba’nın milletimize çok büyük hizmetleri vardı. Dünyaya elveda... Cömertliğiyle meşhur olan Sultan Baba, Hicri Cemaziyel Evvel ayının 17’si, Miladi 24 Kasım 1991 Cumartesi günü dünyaya elveda, ukbaya merhaba dedi! Ulvi davete icabet etti. Bir kuş misali uçtu, Canana kavuştu. Allah rahmet eylesin. Fatiha en büyük ikram. Bunu kimse esirgemesin. Ukbanın şeref konuklarından biri olan Sultan Baba, güneyden Seyyidlerden gelen soylu bir ailenin çocuğu. Soy adından da anlaşılacağı gibi (Tamgüney); binlerce seveni tarafından Yalova’ya bağlı Güneyköy’de Şeyh Şerafettin-i Veli Hazretleri’nin türbesine yakın bir yerde toprağa verildi. Allah ve Resulünü insanlara sevdiren ve ondört yıl önce fani alemden beka alemine hicret eden Gönül Dostu’nu rahmetle anıyoruz. Mekanı Cennet olsun. Okul gibi dükkanı vardı İstanbul’a geldikten sonra Zeytinburnu’nda açtığı bakkal dükkânı manevi derslerin okutulduğu bir okul gibiydi. Dükkânına gelen müşterilerin dertlerine şifa bularak ayrıldığı dükkânın yanında bir de kulübe gibi küçük bir evi vardı. Gündüzleri saim, geceleri kaim olarak geçiren Sultan Baba’nın ikamet ettiği mütevazı evi, dergah olarak kullanılıyor, gelen-giden misafirler için yemekler pişiriliyor, haram olan günler dışında her gün iftar ve sahur sofraları kuruluyordu. Ümmetin kurtuluşu için Sultan Baba’nın talebeleri, Allah Dostu’nun en büyük özelliklerinden birisinin de Allah’a niyazda bulunurken asla kendi nefsi için dua etmediğini belirtiyorlar. Sultan Baba, dualarında, Ümmet-i Muhammed’in esaretten, sıkıntılardan ve baskılardan kurtuluşu için yalvarır, kuşlar gibi çırpınırdı. Etrafında bulunanlara, çocuklarına ve sevenlerine Allah yolu’nda yürüyen, Müslümanların birliği için çalışan, yürekli ve dürüst olan siyasi lidere yardımcı olmalarını öğütlerdi. Çaresizlerin çaresi, yoksulların ve yetimlerin manevi babası, gönül saraylarımızın sultanı, en zor şartlarda yaşama mücadelesi verdi . Terazisi şaşmaz Bir yanda dava, bir yanda yuva, ancak o hiç vermedi mola... Sultan Baba, Arhavi, Bilecik, Zeytinburnu adreslerinde ikamet etmiş dört erkek, biri kız, toplam beş çocuk babası idi. Helal lokma için çalışan Zeytinburnu esnaflarındandı. 2 Bayramın dışında sürekli oruç tutardı. Az konuşur öz konuşur idi. (ya sus, ya hakkı söyle, imana düşmesin gölge.) Tartısı şaşmaz, yaratılandan korkmazdı. Dik ve sert yürür, hikmetli bakar, ağzından bal akardı. Uzun boylu olmadığı halde çok heybetli gözükürdü. İslamın emirlerine göre yaşayan cefakâr ve vefakâr bir insandı. Bazen bir komutan. Sanki hükmeder. Bazen öyle yumuşak, gören melek der. Evet böyle celal cemal özelliğine, güzelliğine sahip efendi hazretleri Gaye İnsan ve Ufuk Peygamberinden, O yaratılanın en güzelinden örnek almış, güzel mi güzel bir insandı. Sultan Baba’nın Yolu O’nu okşar esen yel, O mürşidi mükemmel, O peygamberî bir model idi. İcazeti 12 imam lehçesinden, rahleyi tedrisinden olup, fazıl bir medrese talebesiydi. Allah’a yakınlaşma yolunda salihler makamından şeyhliğe yükselmiş, tevazuda çok ileri gitmiş üçlerdendi. Büyük imamlardan Şerafeddini Veli hazretlerinin müntesibi olan Sultan Baba, Yalova’nın Güney köyünde, Cennet Tepesi’nde medfundur. Asude görünümlü selvi ağaçlarının altında şeyhinin makamının yanında. Sultan Baba, "Şeyh Şerafettin Hazretleri’ni ziyaret etmeden, kimse bize gelmesin" buyurmuşlardır. Sultan Baba tam bir gizli ilimler hazinesiydi. Gayb insanı denecek kadar gayb ilmine sahipti. Peygamberi ahlaka sahip olan Sultan Baba’nın himmeti ve hikmeti sayılamıyacak kadar çoktu. Gerçek dervişler ve sahteleri Bir gün genç bir üniversite talebesi Sultan Baba’yı ziyarete gider. Elini tazimle öper ve Sultan Baba’ya sorar: “Sultan Baba, sahte dervişleri gerçek dervişlerden nasıl ayırabiliriz. Yani ölçü nedir?” Sultan Baba, O’na şefkat nazariyle bakarak şu cevabı verir: “Bak evladım, sana üç tane temel ölçü söyleyeceğim. Bunlara uyanlar gerçek, diğerleri sahte derviştir: 1- Gerçek dervişler, haramlardan kaçınırlar, 2- Gerçek dervişler, farz olan ibadetleri mutlaka yerine getirirler. Sünnetleri de terk etmezler. 3- Gerçek dervişler, dünya işleriyle de ilgilenir ancak, hiç bir zaman ahireti unutmazlar.” Yanlışta ısrar eden şeytanın oyuncağı olur Sultan Baba’nın kızı Fatma abla Babasına sormuş. “Sultan Babam, ‘Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır’ sözünden maksad nedir?” Sultan Baba, orada bulunanlara da hitap ederek “Kulaklarınızı açın ve beni iyi dinleyin” demiş ve şu cevabı vermiş: “Bâyezid-i Bestâmî’ye atfedilen bu söz, eski tasavvuf kitaplarımızdan itibaren hemen bütün kaynaklarda yer alır. Buradaki "şeyh" kelimesi mutlak manada mürşid demektir. Bütün uygulamalı ilimlerde o ilmin öğrenilmesi, bir üstad aracılığı ile olur. O konuya dair eserleri okumak, o ilmi öğrenmek için yetmez. Meselâ İslâmî ilimlerden "Kırâat" uygulamalı bir ilim olduğundan fem–i muhsin"den (yetkili ağız) öğrenilir. Tecvid ve kıraat kitapları okunarak kurrâ olunamaz. Marangozluk, kaportacılık gibi çağdaş işler, futbol gibi oyunlar bile mutlaka bir ustadan öğrenilir. Futbol kitabı yazan biri, iyi bir futbolcu olmayabilir. Marangozluğun kitabını yazan da öyle. Hatta Tıp Fakültesini bitiren kimse nasıl bir uzmanın yanında ihtisas görmeden uzman doktor olamaz ve olmaya kalkıştığında insanları canından ederse, aynı şekilde bir üstadın yanında tasavvufi eğitim görmeden kendi kendine şeyhlik etmeye kalkışan bir kimse mutlaka yanılır ve şeytanın oyuncağı haline gelir. Bu sözde şeyhsizlikten maksad da tasavvuf ilminin şeyhsiz öğrenilip uygulanamayacağıdır. Yoksa herkesin mutlaka bir şeyhe bağlanması anlamına gelmez.” Sultan Baba’nın sadık talebelerinden Rahmi amca sormuş: “Sultan Baba, Osmanlı padişahları tasavvuf a nasıl bakıyordu?” Sultan Baba, Rahmi amcanın bu sorusuna şöyle cevap vermiş: “Osmanlı sultanları genelde iyi bir devlet adamı olmanın yanısıra gönül dünyası zengin deryâ-dil insanlardı. Amaçları kuru bir cihangirlik kavgası değildi. Dışa yansıyan atak ve savaşçı kişiliklerinin derinliğinde içli bir ruh dünyaları vardı. Bu özellikleri onların tasavvuf, edebiyat ve şiirle de ilgilenmelerinde etkili olmuştu. Devlete adını veren Osman Gazi'den itibaren son padişaha kadar genelinde bu özellikleri görmek mümkündür. Osman Gazi'nin bir ahî şeyhi olan Şeyh Edebâlî’nin kızı ile evlenmiş olması belki bu yakınlığın en bâriz ve ilk örneğidir. Osmanlı, altıyüz yıl yaşayacak olan muhteşem imparatorluğun temellerini ordu, medrese ve tekke üzerine binâ etmiştir. Sultan Baba’nın tasavvuf tarifi: Mürşidden alınan hâl ilimdir Talebeleri bir gün Sultan Baba’ya sordular: “Sağlam bir tasavvuf çizgisinde hangi özellikler bulunmalıdır?” Sultan Baba, talebelerinin sorularına şu cevabı verdi: “Bugün tasavvuf konusunda sapla saman birbirine karıştığı, şeyhlerin sahtesi ile gerçeği yaygın bir biçimde her yanda bulunduğu için bunları birbirinden tefrik etmek zordur. Bunların doğrularını tanımak için şu ölçülere ihtiyaç vardır. 1- Ehl-i sünnet ve ve'l-cemaat çizgisinde sağlam bir inanç, 2- Kitap ve sünnete uygun derin bir ibâdet hayatı (sâlih amel), 3- Düzgün bir muâmelât , 4- Muhammedî bir ahlâk.” Sultan Baba, Tasavvuf’un ölçüleri içinde taşıdığı özellikleri talebelerine ve sevenlerine anlatırken şöyle sıralardı: a- Tasavvuf manevi tecrübe ile anlaşılan hal ilmidir, b- Tasavvufi bilginin konusu ma'rifetullah'tır, c- Tasavvuf tatbiki bir ilim olduğundan mürşid vasıtasıyla öğrenilir, d- Tasavvuf kitaptan okuyarak öğrenilebilecek bir ilim değildir, çünkü tecrübe ilmidir. e- Tasavvufun bilgi kaynağı felsefe ve kelâm gibi akılla sınırlı değildir. İlham ve keşf de bilgi kaynağı olarak kabul edilir. f- Tasavvufi eğitim, “tarikat” denilen özel yollarla kat’edilir. Şifa ayetleriyle tedavi Kendisine tabiplik icazeti verilen Sultan Baba, devrinin insanlarına Kur’an-ı Kerim’den şifa ayetlerini okuyarak Allah’ın izniyle tedavi ederdi. Sultan Baba’nın sadık talebelerinden rahmetlik Harun abi bir gün: “Sultan Baba, dervişlik nedir?” diye sormuş. Sultan Baba, Harun abinin bu sorusuna Yunus Emre’nin dilinden ve yine O’nun mısralarıyla cevap vermiş: “Beni iyi dinle Harun evladım. Burada bulunanlar da iyi dinlesinler. Çünkü dervişlik, pirimiz Yunus Emre’nin dediği gibidir. Yani: ‘Dervişlik olaydı tâc ile hırka/ Biz dahi alırdık otuza kırka’ Yine Yunus Emre diyor ki: ‘İlim ilim bilmektir/ İlim kendin bilmektir/ Sen kendini bilmezsin/ Bu nice okumaktır’ Kısaca, tasavvuf; insanlara önce kendini sonra Rabbini tanıtma (ma'rifet) yolunu gösterir. Yolun kenarındaki trafik işaretleri gibidir.” Şifa pınarı Sultan Sultan Baba’nın, cihadı keramet, kerameti cihaddı. Küçük dükkânının etrafına kasıtlı olarak iki defa gaz döküp kibrit çaktıkları halde tutuşmamış, yanmamış. "Kul, Cenab-ı Allah ile, O’nun yolunda olunca, yol boyunca kimse zarar veremez " diyordu. Kendisine tabiplik icazeti verilen Sultan Baba, devrinin insanlarına Kur’an-ı Kerim’den şifa ayetlerini okuyarak Allah’ın izniyle tedavi ederdi. Şahin abi naklediyor: “Hakikaten Sultan Baba kendisine okunmaya gelenleri hiç kırmaz, hemen okumaya başlardı. Okurken, Meşrep, Mezhep ayrımı yapmazdı. Hastalar, O Kur’an okuyunca huzur bulurlardı. Yarım saat önce inleyerek okunmaya gelen hasta insanların inlemeleri durur, yüzleri gülerdi. Sultan Baba’nın ılık nefesi, sanki Medine rüzgârıydı. Allah’ın izni ile okunan herkesi iyi ederdi.” Ermeniye abdest aldırdı Sultan Baba’nın talebelerinden olan Malkaralı Ahmet abi, enterasan bir olayı anlatmadan geçemiyor: “Bir Ermeni vatandaş, herkes gibi, Sultan Baba’nın şifa pınarı olduğunu duymuş, ‘Ben de nasipleneyim’ diye okunmak için dükkanına gelmiş. Sultan Baba, Ermeni vatandaşı tebessümle karşılamış, talebelerine: ‘Efendiye abdest yerini gösterin" demiş. Abdesthaneyi gösteren kardeşimiz, Ermeni vatandaşa abdest almasını da öğretmiş. Aynı onun gibi besmele çekerek abdestini alan Ermeni vatandaş, Sultan Baba’ya okunmuş ve iyi olmuş.” Dilinde deva, kalbinde vefa vardı “Sultan Baba’nın dilinde deva, kalbinde vefa vardı. O herkese yardı, dertli, keyifli hep onu arardı. Çünkü o Peygamber Efendimizin ahlâkıyla ahlâklanmış bir insandı. O’nun gibi ibadet eder, O’nun gibi zikir yapardı. O mübarek sultanımız bize ‘Dünya bir misafirhane, asıl yurdumuz ahirettir’ diyordu.” Sultan Baba’nın sadık talebelerinden Malkaralı Ahmet abi diyor ki: “Sultan Baba insanların ayıbını yüzüne vurmaz, İslam’ın emirlerini bilmeyenlere öğretir, yaratılanı yaratandan ötürü hoş görürdü. Sultan Baba’nın işine akıl-sır ermezdi. Sultan Baba’nın çok vefakar olduğunu bildiren sadık talebelerinden Kastamonulu Recep abi diyor ki: “Sultan Baba’nın dilinde deva, kalbinde vefa vardı. O herkese yardı, dertli, keyifli hep onu arardı. Çünkü o Peygamber Efendimizin ahlakıyla ahlaklanmış bir insandı. O’nun gibi ibadet eder, O’nun gibi zikir yapardı. O mübarek sultanımız bize ‘Dünya bir misafirhane, asıl yurdumuz ahirettir’ diyordu” Sultan Baba’yı ziyarete gelen Gaziantepli bir emekli öğretmen: “Sultan Baba, seyr-i sülük ne demektir?” diye sormuş. Sultan Baba, şu cevabı vermiş: “Tasavvuf ve tarîkatlardaki eğitim ve terbiye işine verilen genel ad seyr-i sülûktür. Lügatte seyr gezmek ve yürümek demektir. Sülûk ise gitmek ve yola girmek demektir. Tasavvuf ıstılahında seyr, cehâletten ilme, kötü huylardan güzel ahlâka, kulun fânî varlığından Hakk’ın varlığına yönelmektir. Sülûk tasavvuf yoluna girmiş kişiyi Hakk’a vuslata hazırlayan ahlâkî eğitimdir. Bir başka ifâdeyle seyr u sülûk, tasavvuf ve tarîkata giren kimsenin manevi makamlarını tamamlayıncaya kadar geçen safahatın adıdır. Seyrin başı sülûk; yani yola girmek, sonu da vusûl; yani Hakk‘a vuslattır. Hakk’a vuslat Allah’ı görüyormuşçasına kulluk (ihsân) şuûruna ermek, dâimâ Hakk ile beraber bulunduğu (maiyyet-i ilâhiyye) bilincini yakalamak O’na teslim olup O’ndan razı olmaktır. Her iş ve fiilin gerçek fâilinin Allah olduğunu kavramak ve varlık iddiâsından kurtulup gerçek tevhîde ermektir. Can mülkünde ve cihan mülkünde Hakk’ı hâkim kılmaktır.” Bir insanın kalbini kırmak Sultan Baba, insanların kalbini kırmamaya dikkat ederdi. Talebelerine de kimsenin kalbini kırmamalarını tavsiye ederdi. Sultan Baba bu konu üzerinde çok dururdu. Bir insanın kalbini kırmanın ne kadar büyük bir günah olduğunu ise şöyle açıklardı: "Gerekirse Kâbe’yi yık, ama bir insanın kalbini yıkma. Çünkü Kâbe’nin mimarı, insan. O’nu yıkarsan yine yapılır. Fakat bir insanın kalbini yıkarsan o yapılamaz. Çünkü ustası yok.” Kime oy verelim? 20 Ekim 1991 seçimleri yapılacak. Üç tane üniversite öğrencisi Sultan Baba’ya “Kime oy verelim?” diye sormuş. Sultan Baba da: “Evladım benim kıyafetimi görünce tavsiye edeceğim partiyi veya şahsı da tahmin etmişsinizdir. Siz en iyisi bir tane Papaz ve bir Haham’a sorun. Onlar kime oy vermeyin derse O’na verirsiniz” karşılığını verir. Gençler giderler, bir Papaz ve bir de Haham bulup sorarlar. Cevap, malumunuz: “Erbakan ve partisine (Refah’a) oy vermeyin de kime verirseniz verin” Bu cevaptan sonra Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan’a ve partisi Refah’a oy veren gençler, siyaset gerçeğini de öğrenmiş olurlar. Millî Gazete ve sabun Malkaralı zeytinci Ömer abi anlatıyor: “Sultan Baba, Zeytinburnu’ndaki dükkânına gidenleri boş çıkarmazdı. Adam hiçbir şey almadan çıkacak olsa, Sultan Baba, “Evladım bir Millî Gazete ile bir de sabun alır mısın” derdi. Adam, itiraz etmeden alırdı ama, parayı öderken içinde bir ukde kalmış gibi Sultan Baba’ya bakardı. Sultan Baba o insanın içinden geçenleri okurcasına: “Bak evladım, bu gördüğün sabun insanın bedenindeki maddi pislikleri temizler. Milli Gazete ise insanın kalbini ve ruhunu manevi pisliklerden temizler.” Zakir ile Şakir’in manası... Sultan Baba Allah için hiddetlenir, Allah için sevinirdi. Dünya için gam çekmezdi. Azimliydi ama haset değildi. Dilinde devamlı Mevla’nın ismi. Kısaca zikirle meşguldü. Dünya lezzetlerine küsmüş, mevki makam hırsı yoktu. Sultan Baba, “İman var ya iman; işte o ne büyük hazine. İnsan bir düşünebilse” derdi. Sultan Baba’nın zikir meclisi zahiriydi. Yani sesli zikir yapar ve yaptırırdı. Birgün H. Ahmet amca Sultan Baba’ya sordu: “Zakir ile Şakir’in manası nedir?” H. Ahmet amcayı çok seven Sultan Baba şu cevabı verdi: Zakir; Cenab-ı Allah’ın isimlerini zikreden, Şakir ise Cenab-ı Allah’ın verdiği nimetlere şükreden demektir.” Benlik duvarını yıkmış, maddeye asmıştı. Neşesi, eğlencesi, şükür ve zikirdi onun (Entel hadi, entel Hû) dilindeki terennüm, dilindeki ilahisi. En büyük kahraman kimdir? Sultan Baba diyordu ki; "En büyük kahraman, çavuşu (nefisi) esir alandır. Sen ona emret, o sana emretmesin. Onun ifadesi ile nefsin ismi çavuş. Öldür onu, Rabbine kavuş. Hak tokmağı ile vur, beynini patlat. Bu en büyük cihad. Bütün azalar kalbe, kalp teslim olmuş Rabbe. Gece feryat, gündüz cihad, Tam bir ömür hey hat!.. Ne muhteşem bir manzara. Yaratanla yaratılanın muhabbet tablosu. (Elhamdülillah) Onlar din, iman, mümin. Onlar peygamberimin sağ kolu. Sultan Baba, yurt içinde ve yurt dışında ikamet eden yüzlerce talebeye sahip. Talebelerine eğitimlerinde sadece kurtulmayı değil, başkalarını kurtarma iradesini empoze ediyor. Ashab-ı Kiram’ı, o gökteki yıldızları örnek gösteriyordu. Aynı coşkuyu bulamazsın Sultan Baba’nın talebelerinden Mevlüt Hoca: "Sultan Baba, tasavvufî hayat ferdî olarak yaşanamaz mı?" diye sormuş Sultan Baba şu cevabı vermiş: "Bu soruyla iki şey kasdedilmiş olabilir? Birincisi evrad ve ezkârıyla, riyâzat ve mücâhedesiyle, seyr-i sülûk ve tarikatıyla tasavvufun ferdî olarak yaşanıp yaşanamıyacağı; ikincisi kişinin kendi başına kitap ve sünnete uygun bir kulluk yapıp yapamayacağıdır. Tasavvuf öğrenileni yaşamayı fiilî olarak öğreten bir eğitim kurumudur. Eğitimde güçlü şahsiyetlerin başkalarını etkileyerek kendi boyası ile boyaması söz konusudur. Çünkü terbiye, olgunlaşmış şahsiyetlerin, insanın eksik ve ham tarafları üzerinde yaptığı olumlu etkidir. Türkçe’deki: "Kır atın yanında duran ya huyundan, ya suyundan" sözü bu etkileşimi gösterir. Birinci şekliyle; yani tasavvufun seyr-i sülûk ve tarikatıyla ferdî olarak yaşanması mümkün değildir. Tasavvufun amacı bir mürebbî ve mürşidi gerekli kılmaktadır. Bütün uygulamalı ilimlerde olduğu gibi tasavvufi terbiyede de üstâda ihtiyaç vardır. Bu konuda Şeyh ve mürşide âit meselelerde daha ayrıntılı bilgiler verilmiştir. İkinci şekliyle; yani insanın kendi kendine kitap ve sünnete göre kulluk yapması elbette mümkündür. Eldeki yazılı bilgilerden yararlanarak insan iyi bir müslüman olabilir. Ancak birlikteliğin heyecan ve coşkusu daha farklıdır." “Tasavvuf; Peygamber Efendimizi örnek alarak yaşamaktır” Sadık talebelerinden Erzurumlu rahmetlik Sadrettin amca bir gün: “Sultan Baba, tasavvuf ne demektir?” diye sormuş. Sultan Baba, Sadrettin amcanın bu sorusuna şu karşılığı vermiş: “Tasavvuf; Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaktır Sadrettin efendi. Yani kalp ve ruhunu, Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu sıfatlarla donatmaya çalışmaya tasavvuf diyoruz. İlahi ahlâk ise, en kısa ifadesiyle, Kur’an ahlâkıdır" Sultan Baba, tasavvuf ile ilgili tarifini şöyle sürdürmüş: “Tasavvuf; Sünnet-i seniyyeye ittibadır. Yani, Peygamber Efendimizin hayatını örnek almak, Onun gibi yaşamaya çalışmaktır. Sünnete ittiba, velayet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zenginidir. Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle Peygamber Efendimiz, "usve-i hasene"dir (Ahzab, 51) Yani, model insandır, yani en güzel örnektir. O halde bizim modelimiz de örneğimiz de O’dur.” Sultan Baba, “Nefsi terbiye nasıl izah edersiniz?” şeklindeki bir soruyu da şöyle cevaplar: “Günahlara meyilli olan nefis, ilk haliyle ham petrole benzer. Arındırılmazsa işe yaramaz, hatta zarar verir. İyi bir terbiyeden geçerse, ondan çok istifade edilir.” Müslümanların her türlü derdiyle uğraşan Sultan Baba, halkın gönlünde taht kurar. Sultan Baba’yı dükkanda ya da sokakta gören eline yapışır, nezaketle öperdi. O da "Cenab-ı Allah hayırlı ömürler versin. Allah doğru yolundan ayırmasın. Ayağını kaydırmasın" diye el öpenlere dua ederdi. Sultan Baba Zeytinburnu'nda küçük bir dükkan, İçinde nur yüzlü bir Sultan vardı. Müşteriye şefkat ile bakardı; Milli Gazete'yle sabun satardı. Yüzünü görene bir hal olurdu, Kapısına gelen şifa bulurdu. O’na dert olurdu ümmetin derdi. Ve "Edep ilimden üstündür" derdi. İnsanları kumaş gibi dokurdu, Dudakları her an Kur'an okurdu. Düşmezdi dilinden hiç Allah virdi, Uyurken, yürürken işi zikirdi. Eli gibi gönlü bol bir insandı, Bu güzel Sultan'ın ismi İhsan'dı. Bir Cumartesi vuslata erdi, Emanetleri ehline verdi. Bütün ilimleri serdi önüne; Herkesi çağırdı Güneyköy'üne. Alemi bir anda matem bürüdü, Ve Sultan Babamız Hakk’a yürüdü. Gönül dünyamızdan bir yıldız kaydı, Yıldızdan ziyade bir harikaydı. Selami Çalışkan 24 Kasım 1992 İslam Birliği’ni savunurdu Sultan Baba hayatı boyunca İslam Birliği’ni savunur, bu birliğin kurulması için elinden gelen çabayı harcardı. Müslümanlar arasında nifak çıkaranları kınar, ihanet edenlerin çok büyük bir azaba düçar olacaklarını söylerdi. Sultan Baba’nın talebelerinden Hüseyin Hoca (Sarıyer) “Sultan Baba, uzlet nedir? Faydaları ve zararları nelerdir?” diye sorar. Sultan Baba, Hüseyin Hoca’nın sorusuna şu cevabı verir: “Uzlet halkın arasından süresiz uzaklaşıp yalnızlık ve inzivâyı tercihtir. İnsanın maddî varlığı ile halktan uzaklaşmasıdır. Böyle bir uzlet ve yalnızlık genelde kabûl gören bir davranış değildir. Bu yüzden İmam Gazzâlî, uzletin fayda ve zararlarını değişik açılardan ele almıştır. Onun tesbitine göre uzletin faydaları şöyle özetlenebilir: Uzletin faydaları ve zararları 1- Huzûr içinde ibâdet ve tefekkür, kâinâttaki sırları araştırma imkânı, 2- İnsanlar arasında bulunmaktan doğacak gıybet, riyâ ve nemîme gibi âfetlerden, emr bi’l-ma’rûf yapamama gibi günahlardan kurtulmak, 3- Toplumun fitnelerinden ve onlarla mücâdele ile insanların şerrinden kurtulmak, 4- Kişinin insanlardan, insanların da kendisinden ümid kesmesi. Gazzâlî uzletin insana vereceği zararları da şöyle sıralar: 1- Okumak ve ilim öğrenmekten mahrûmiyet, 2- Çalışmak ve kazanç elde etmekten mahrum kalmak, 3- Terbiye ve edeb öğrenmekten mahrûm olmak, 4- İnsanlarla sevişmekten mahrum kalmak, 5- Sevap kazanmak ve kazandırmaktan mahrûmiyet, 6- Tevâzu sâhibi olmayı öğrenememek, 7- Tecrübe sâhibi olamamak. Görüldüğü gibi, uzletin zararları faydalarından daha çoktur. Bu yüzden dervişler devamlı inzivâ anlamına gelecek uzlet yerine halvet, çile veya erbaîn denilen süreli yalnızlığı tercih ederler.” Üzerine güneş doğmamıştı Sultan Baba, devrinin Mevlana’sı ve Yunus’u gibiydi. Çünkü O’nun da Hak’tan gayrısından korkusu yoktu. İnsanları incitmemeye çalışır, ayıplarını örter, kusurlarını görmemezlikten gelirdi. Talebelerine de “Settar’ıl Uyup olun” derdi. Çünkü o bir rehberdi. Yani narı nur edenlerdendi. Sultan Baba’nın hayatı boyunca, üzerine gün doğmamış, güneş onu yatakta bulamamış. Kerem sahibi Efendimizin “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış” Hadisi Şerif’ini Sultan Baba hayatında düstur edinmişti. Kerem sahibi Efendimizin iradesi, ifadesini bulunca ortaya maddi ve manevî gayretleri, talebelerinin de katkıları ile meydana gelen “Sultan Baba Külliyesi” kıyamete kadar hizmete açıktı. Adres: İstanbul, Yalova, Ankara Yozgat. “Bugün Allah için ne yaptın?” prensibine inanan ve bu inançla hizmet eden Sultan Baba, dünya ve Türkiye gündemini yakından takip eder, Millî Gazete okur ve okuturdu. Ziyarete gelene bir gazete bir sabun, hikmetini siz bulun... Mücahid şeyh Doğuştan mücahid Sultan Baba,”Müslüman nerde darda, nerde narda ise biz oradayız. Orada olmaya mecburuz. Bizi olur olmazla meşgul etmeyin”derdi. Sultan Baba’nın büyük oğlu Ahmet abi (Tamgüney) anlatıyor: “Bir Afgan mücahidi. Hindikuş Dağları’ndan kalkmış, Sultan Babamın Zeytinburnu’ndaki dükkânını aramış bulmuş. İçeri girer girmez, Sultan Baba’mın ayaklarına kapandı ve şöyle dedi: “Sizi verdiğiniz adresten buldum Ey Allah dostu. Ve Size mücahidlerden çok selam getirdim. Aç susuz yiğitlere su veren, sepetinden simit dağıtan sizdiniz? Buldum sizi.” Afganlı mücahit, masadaki zemzem tasını görünce, O’nu tanıdı. O da biz de şok olmuştuk.” Yine Sultan Baba’nın oğlu Hüseyin abi anlatıyor: “Arafat’ta bulunuyorduk. Bir anda Afgan mücahidleri Sultan Baba’mın etrafını sarıp ellerine sarılıp öpmeye başladılar. ‘Mücahid Şeyh!.. Mücahid Şeyh!.. Hindikuş Dağları’nda bizimle savaştın. Sen O’sun’ dediler. Ben de ‘Dergahından hiç ayrılmayan gözleri görmeyen babam nasıl olur?’ dedim ve hayretler içinde kaldım. Sultan Babam sanki bir ayıp işlemiş gibi, ‘Yapmayın, etmeyin, gençler. Açık vermeyin’ diyordu. Sultan Baba da diğer Allah Dostları gibi; tayyi mekân tayyi zaman sırrına sahip çağlar üstü insanlardan biriydi. Güzide insan Muhammet ümmetinin Hadimi idi. Şafak sökene kadar, makamı Hüda’da bazan kıyamda, bazan secdede yalvarır, ağlar dua yapardı. O yaralı kalplerin tercümanı idi. Geceleri sessiz sesiz ağlardı. Mübarek göz yaşları sakalını tel tel ıslatırdı. O bir Kur’an Aşığıydı O mübarek insan sihir yapanların dinden çıktığını ve kafir olduğunu söylerdi. Kendisi devamlı Kur’an okurdu. Çünkü O Kur’an aşığıydı. Hz. Osman gibi her sohbetine Rahman ve Rahim olan Allah’ın Kur’anı ile başlar, sohbetini yine Fatiha ile bitirirdi. Zikir sohbetlerinden önce 3 defa “Allahu ekber, Allahu ekber, La ilahe illallahu vallahu ekber” diye tekbir getirilir, tekbirin Türkçesi olan “Ya yücelerin yücesi Allahım, Sen’den başka ilah yoktur. Vallahi Sen Ekbersin. Bütün Hamdü Senalar Sana aittir” cümlesi yine üç defa tekrar edilirdi. Sonra yine üç defa “Eşhedü en la ilahe illallah, ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluhu” denilerek kelime-i şehadet getirilirdi. Bunun Türkçesi olan “Şehadet ederim ki Allah’dan başka ilah yoktur. Yine Şehadet ederim ki Muhammed (a.s.) Allah’ın kulu ve elçisidir” cümlesi üç defa tüekrar edilirdi. Sonra 500 defa “Estağfirullah el azim” diye istiğfar edilirdi. Bir Fatiha-i şerif, 11 İhlas-ı şerif okunurdu. Felak ve Nas surelerinden sonra yine Fatiha-i Şerif okunur, bu surelerden sonra 500 kere “Allahümme salli Ala Seyyidina Muhammedinin ve ala alihi ve sahbihi vesellim” selavat-ı şerif okunurdu. Sultan Baba “Faelemennehu” dedikten sonra 1000 defa Lailahe İllallah=Yoktur İlah Allah’dan başka” denirdi. Bin defa da “Allah” denirdi. Sonra 100 defa Cenab-ı Allah’ın güzel isimlerinden (Bütün güzel isimler Allah’ındır) “Ya Tabib”, 100 defa “Ya Müsebbibel Esbab” 100 defa “Ya Hay”, 100 defa “Ya Kayyum” denir. Tekrar 100 defa “Allahümme salli Ala Seyyidina Muhammedinin ve ala alihi ve sahbihi vesellim” denir. Tekbir ve şehadet getirilir. Fatiha okunduktan sonra Sultan Baba’nın “Amin” demesiyle duaya başlanırdı. Okunan Kur’an-ı Kerim, tevhid, şehadet ve selavat-ı şeriften hasıl olan sevaplar Evvela bizzat,? Hace-i Kainat, sebeb-i mevcudat, Hz. Muhammed Mustafa (S.a.v.) Efendimize, ondan hasıl olan sevap Hz. Adem’den (as) Hz. Muhammed’e (a.sv.) kadar gelmiş geçmiş ne kadar Nebi, Resul Peygamber-i Zişan Efendimiz varsa cümlesinin ruhlarına bağışlanır. Ondan hasıl olan sevap, müctehid imamlarımızın, alimlerin, zahidlerin, meşayih-i kiram’ın, bütün akraba ve taallukat ve bütün Ümmet-i Muhammed’in ruhlarına bağışlanır, Allah Rızası için okunan Fatiha ile ders sona ererdi. Dersten sonra mutlaka çay ikram edilirdi. Ümmetin kurtuluşu için Sultan Baba, dualarında “Atma, ateşine atma Muhammed ümmetini, Yakma, Ümmetini yakma, Ciğerini yakma efendimin” diye yalvarıyordu. Beden ikliminde dert (aşk) ateşi çok yüksekti ki, gözlerini kaybetmişti. Cennet mekân Sultan Baba, gönül gözü ile görür, gönül gözü ile yürürdü (Son zamanlarda). O er oğlu er, “Ya Rabbi Adil ve Bayraktar Müslüman Türk Milleti’ni yeniden şahlandır” diye dua ederdi. Gelini’nin dilinden Sultan Baba Aynı zamanda iyi bir hatibe olan gelini Fatma Tamgüney, Sultan Baba’yı bir dörtlüğünde şöyle anlatıyordu: “Bu ne fevkalade ne güzel halmiş /Aşkın yaşları kitabın sayfalarını delmiş/ Her seher vakti mukabele okur. / Okur da muhabbet kemerini dokurdu..” Sultan Baba: "Şeyh Şerafeddin hazretlerini ziyaret etmeden kimse bize gelmesin” Sultan Baba’nın mürşidi Şeyh Şerafeddin hazretleri (r.a.), Yalova’nın Güneyköyü’nde medfun bulunuyor. Köyde şeyhin, türbesi, camisi ve çeşmesi var. Kafkasyalı Şeyh Efendi Camiyi yaptırırken ustalar işi ağırdan alırlar. Şeyh ile ustalar arasında şu konuşma geçer: “– Camiyi Ramazana yetiştirecektiniz. Niçin yavaş çalışıyorsunuz? – Bize verecek paranız yokmuş. – Onu size kim söyledi? (Yerden bir avuç çakıl alır ve ustalara uzatır) – Para istiyorsanız, alın size para. (Ustaların gözleri açılır. Çünkü şeyhin avucundaki çakıllar birer sarı altın oluvermiştir. Şeyh Şerafeddin hazretlerinin ünü Sultan Reşad’ın kulağına kadar gider. Saraya giden bir grup papaz, “Padişahım, bir Müslüman alimi çağırın. Sorularımıza cevap verirse, Müslüman olacağız. Veremezse, o hristiyan olacak” derler. Padişah kabul eder. Şeyh Şerafeddin çağrılır. Bütün sorulara cevap verince 8 papazdan 2’si Müslüman olur. Padişah, Şeyh Şerafeddin’e: “Dile benden ne dilersen” der. Şeyh Şerafeddin de “Bir çeşme yaptırın” der. Güneyköy’de Sultan Reşad’ın tuğrası bulunan bir de çeşme yapılır. Sultan Baba, “Şeyh Şerafeddin’i ziyaret etmeden kimse bize gelmesin” derdi ve kendisi 45 günde bir talebeleriyle birlikte Şeyh Şerafeddin hazretlerini ziyarete giderdi. Tekke, Mescid-i Nebevi örneğindeki Ashab-ı Suffe’den örnek alınmıştır Meşhur talebelerinden Fethi abi (Albayrak), Sultan Baba’ya: “Tekke, câmiin fonksiyonunu yerine getirebilir mi? Tekke, câmiin asr-ı saadetteki fonksiyonlarını kaybetmesi yüzünden mi doğmuştur?” diye sordu. Sultan Baba, Fethi abinin sorusuna şu cevabı verdi: “Bilindiği gibi câmi, asr-ı saâdette bir mabed olmanın yanısıra pekçok sosyal hizmetin icrâ edildiği bir merkezdi. Câmi bir istişâre, öğretim ve eğitim yeriydi. Çünkü hem devlet başkanı, hem ilmî otoritenin sâhibi, hem de manevî otoritenin temsilcisi olan Peygamber Efendimizin yeri câmi idi. Peygamber Efendimizden sonra otoriteler ayrılınca her otorite için ayrı mekân zarûreti oldu? Çünkü Peygamber Efendimizin yerine geçen 4 halifeden sonra onların yerine geçen halîfeler bütün otoriteleri değil, sadece siyâsî otoritesyi temsil ettiği için böyle bir durum ortaya çıkmış. Bununla birlikte tekkenin de medresenin de ilk merkezi câmidir. Öğretim için medreseler, eğitim için tekkeler, askerî hizmetler için ribat ve ordugâhlar kurulmuş. Bu müesseselerin hiçbiri diğerinin alternatifi değildir. Bu yüzden tekkenin câmiin yerini tutması ve onun bütün fonksiyonlarını yerine getirmesi mümkün değildir. Tekke, Mescid-i Nebevî örneğindeki ashab-ı suffeden alınmıştır. Nasıl mescidin yanında yatıp kalkan ashâb-ı suffe, Allah Rasûlü’nün devamlı talebeleri idiyse, aynı şekilde tekkelerin derviş hücrelerinde barınan müridler de tekke şeyhlerinin eğitiminden geçen talebeleridir. Tekkeyi câmiin asr-ı sâdetteki fonksiyonlarını kaybetmiş olmasından ortaya çıkmış bir kurum olarak görmek yerine onun hizmetlerini paylaşan bir kurum olarak görmek gerekir. Çünkü tekke, farklı karakter yapısına sahip insanların birbirine yakın olanlarını eğitmektedir. Câmi ise mezhep, meslek ve meşrepleri ne olursa olsun bütün müslümanlara mabed görevi yapmaktadır. Ayrıca tekkelerde mûsikî, semâ, riyâzat, mücâhede ve halvet türü özel eğitim yöntemleri uygulanır. Bu da câmi ile tekke ortamlarının farklı olmasını gerekli kılar.” Peygamber kabri üstünde namaz kılınır mı? Bindokuzyüzdoksanyedi’de Sultan Baba’nın talebeleriyle birlikte Umre ziyaretine gitmiştik. Yanımdaki arkadaşıma Beytullah’ın yanındaki hilal şeklindeki duvarı göstererek, “– Bu duvarın içinde namaz kılmak çok faziletliymiş” deyiverdim. Bu sırada konuşmamızı duyan bir Hacı Abi: “– Bilmeden konuşmayın. O duvarın çevrelediği yerde en az 15 Peygamber’in kabri bulunduğu rivayet edilir. Peygamber kabri üstünde namaz kılınır mı?” dedi. Serde gazetecilik var ya. O Hacı Abi’ye tekrar sordum: “– İyi de orada 15 Peygamberin kabri olduğunu siz kimden duydunuz?” Hacı Abi, gayet sakin: “– Sultan Baba’dan” Mescid-i Aksa’nın altını oyuyorlar Sene bindokuzyüzdoksan. Türkiye Gazetesi’nde muhabirim. Bir yakınım dedi ki: “– Yahudiler, yıkmak için Mescid-i Aksa’nın altını oyuyormuş.” Ona: “– Bunu kimden duydun?” diye sordum. “– Sultan Baba’dan” cevabını verdi. “– Peki Sultan Baba Kudüs’e gitmiş mi?” “– Ne gerek var, o bir Allah dostu” dedi. Aradan bir hafta geçmeden arkadaşım Şeref Özata, gazetenin yönetimine “Kudüs’e gidip röportaj yapmak istiyorum” diye teklif vermiş. Şeref’in röportaj teklifi olumlu karşılanmış. Ancak gazetenin sahibi Enver Ören, “Yanına akıllı bir adam alsın” demiş. Şeref iki arkadaşımın ismini vermiş, Enver Ören: “– Bunlarla yola çıkılmaz. Mesela Selami Çalışkan olabilir” demiş. Teklif bana geldi. Balıklama daldım ve “Hemen kabul ediyorum. Ne zaman gidiyoruz?” diye Şeref’e sordum. Arkadaşım: “– Her şey hazır, sadece İsrail’in İstanbul Başkonsolosluğu’ndan vize almamız gerekiyor” dedi? Onu da temin ettik? Tam bir haftalık seyahate çıktık? Gazze, Ramallah, Hayfa’yı da gezdik ama, günlerimizin çoğu Kudüs’te, tabii ki Mescid-i Aksa’da geçti. Mescid-i Aksa’nın altının “Tarihi eser arıyoruz” bahanesiyle Yahudilerce oyulduğunu gözlerimizle gördük ve fotoğrafını çektik. Ve Sultan Baba, Hakk’a yürüdü Bir cumartesi vuslata erdi. Emanetleri ehline verdi. Bütün ilimleri serdi önüne. Herkesi çağırdı Güneyköy'üne. Alemi bir anda matem bürüdü. Ve Sultan Babamız Hakk’a yürüdü. Gönül dünyamızdan bir yıldız kaydı. Yıldızdan ziyade bir harikaydı. Rahmi Amca (Aygör), Sultan Baba’ya sorar: “İnsan nasıl büyür? Ya da insan-ı kâmil nasıl olur?” Sultan Baba, Rahmi Amca’ya şu cevabı verir: “Kesb-i kemal, seyr-i cemâl. Yani Rahmi efendi, bedenen büyüyen insan, ruhen de büyümelidir. Büyük insan bedenen büyük olan değil, manen büyük olandır. Çekirdeğin ağaç olmaya çalışması gibi, insanın da hedefi, insan-ı kâmil derecesine ulaşmak olmalıdır. Bu dereceye gelen insan, İlâhi san’at eserlerini seyir ve temaşadan büyük bir haz ve lezzet alır. Kainat kitabının anlayışlı bir okuyucusu olur.” Kurbiyet ne demektir? Mansur abi sormuş: “Sultan Baba, Kurbiyet, ne demektir?” Sultan Baba, Mansur abiye şu cevabı vermiş: “Evladım Kurbiyet; Allah’a yakınlık demektir. Tasavvuf’ta bir makamdır. Yani insan belli bir mesafe kat ederek Allah’a yakınlık kazanır. Şüphesiz, bu kurbiyet, mekanî manada bir yakınlık değildir. Bir subayın rütbece ilerlediğinde padişaha daha yakın olması, veya bir talebenin ilimde ilerledikçe hocasıyla daha iyi muhatab olması gibi bir yakınlık.” İhsan mertebesi nedir? Bir ismi de “İhsan” olan Sultan Baba’ya Harun abi “Tasavvuf’ta ihsan ne demektir?” diye sormuş. Sultan Baba, Harun abi’nin sorusuna şu cevabı vermiş: “Bu sözlerimi iyi dinle Harun efendi. Tasavvuf’ta ulaşılan İhsan mertebesini en iyi izah eden Alemlerin Sultanı Peygamber Efendimizdir. Bu soruyu (Yani İhsan nedir’i) Cebrail aleyhisselam Peygamber Efendimize sormuş. O da buyurmuş ki, ‘Allah’ı görür gibi ibadet etmektir.’ Bir Müslümanın bu mertebeye erdiğini düşünsenize. Kendinizi Allah’ın huzurunda görüyorsunuz, o huzur içinde yaşıyorsunuz ve daha cennete girmeden, iç aleminizde cennetin lezzetlerini hissediyorsunuz. O zaman insan günah işler mi?” İhlasın zıddı, riya Sultan Baba’nın sevdiği talebelerinden birisi de şüphesiz Hüseyin Hoca idi. Bir gün Hüseyin Hoca, Sultan Baba’ya, “İhlas nasıl elde edilir?” diye sormuş. Sultan Baba, Hüseyin Hoca’ya şu cevabı vermiş: “İhlası elde etmek için güzel ameller işlemeliyiz. Bunun için de yaptığımız her ameli bizi yoktan var eden Allah emrettiği için yapmalıyız. Kurtuluş, ancak ihlas ve sıdk ile mümkündür. İhlasın zıddı, riyadır. Riya ise, yapılan işin Allah emrettiği için değil de, gösteriş için, yani desinlere yapılmasıdır. Ey Hüseyin Hoca, şunu hiç unutma, kendi haline bırakılan nefis, riyaya yönelir. Terbiye edilen nefis ise, böyle aşağı şeylere tenezzül etmez; doğrudan doğruya Allah’a müteveccih olur.” Mürşid-i Kâmil kime denir? Sultan Baba’nın talebelerinden Erzurumlu merhum Sadreddin amca Sultan Babaya sormuş: “Mürşid-i Kamil kime denir?” Sultan Baba, Sadreddin amcaya şu cevabı vermiş. “Mürşid; rehber, kılavuz ve yol gösteren demektir Sadreddin Efendi. Mürşid-i kamil ise Sırat-ı Müstakimi (dosdoğru yol, yani İslam’ı) gösteren, dalaletten hidayete sevkeden kişidir. Mürşid-i Kamil, tasavvufta seyr-i sülûkunu tamamlayıp, irşada ehliyetli ya da icazetli olan kişiler için kullanılan bir tabirdir. Şeyh ile aynı manaya gelir. Kamil bir mürşide bağlanmanın hükmü kişilerin durumuna göre değişir.” Huzura kavuşmak için neler yapmalıyız? Sultan Baba’nın talebelerinden Türkistanlı Taceddin abi: “Dünya ve ahirette huzura kavuşmak için neler yapmalıyız?” diye sormuş. Sultan Baba, Taceddin abi’ye şu cevabı vermiş: “İki cihan saadeti istiyorsanız, yani her iki dünyada da iyiliklere, rahat ve huzura kavuşmak istiyorsanız, şu sayacaklarıma sahip olmanız gerekir. Bunlar: 1- Sağlam ve doğru bir imana sahip olmak. Böyle bir imana kavuşmak için de, Ehl-i sünnet itikadını öğrenmek ve inanmak gerekir. 2- İnsanların saadeti için, dinin emir ve yasaklarını öğrenmek. (Dinimizde bildirilen helalı, haramı ve diğer hususları öğrenmek ve buna uygun hareket etmek.) 3- Kalbin kötülüklerden temizlenmesi ve nefsin terbiye edilmesi. Çünkü nefs hep kötülük yapmak ister. Onun bu isteklerinden kurtulmak ve Allah sevgisini kalbe yerleştirmek için, tasavvuf âlimlerinin eserlerini okuyup onlar gibi amel etmek gerekir. 4- Bir kimse doğru imana kavuşur, dinin emirlerini seve seve yerine getirirse enbiyaya, evliyaya ve melaikeye benzer ve onlara yaklaşır. Aynı cinsten olan şeyler, birbirini çektiği gibi onlar tarafından yanlarına çekilir. Çok büyük bir mıknatısın bir iğneyi çekmesi gibi onu yüksekliklere çekip Cennete kavuşmasına sebep olurlar.” Zikirin önemi nedir? Sultan Baba, bu konuyu enteresan bir misalle açıklamaya şöyle devam etmiş: “Taceddin efendi bu sözlerimi sakın unutma! Manen yükselmek, dünya ve ahiret saadetine kavuşmak; bir uçağın uçmasına benzetilirse, iman ile ibadet, bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi, yani benzinidir. Tasavvufun iki gayesi vardır: Birincisi, imanın yerleşmesi ve şüphe getiren tesirlerle sarsılmamasıdır. Ancak, akıl ile, delil ve ispat ile kuvvetlendirilen iman, böyle sağlam olmaz. Cenab-ı Allah, Rad Suresi’nin 28. ayetinde buyuruyor ki: ‘Kalblere imanın yerleşmesi ancak ve yalnız zikir ile olur.’ Şimdi zikirin önemini anladınız mı? Yine Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Zikir sofraları Cennet bahçelerinden bir bahçedir. Yer yüzünde Cennet Bahçelerinin kokusunu almak isteyenler, Cenab-ı Allah’ın zikredildiği yerlere gitsinler ve Allah’ı zikretsinler”. Ayrılık günü geldi Sultan Baba’nın merhum olduğunu Cumartesi günü duyduk. Pazar günü Tuzla’dan Zeytinburnu’na gittik. Talebelerinden kimi Kur’an okuyor, kimi tesbih çekiyordu. Dillerde tekbir, gözlerde yaş, gönüllerde hüzün vardı. Gökyüzü hüzünlüydü. Sultan Baba’nın evi ve dükkânının önü ana-baba günüydü. Arabası olanlar, kendi arabalarıyla, olmayanlar otobüs ve minibüslerle yola çıktılar. Biz de 50 kişilik bir otobüsle yola çıktık. Eskihisar-Topçular arasında çalışan arabalı vapurlar, Sultan Baba’nın talebeleriyle doluydu. Güneyköy Camii tıklım tıklım. Hafızlar hatimler indirirken, Caminin kubbesinde toplanan güvercinler de, sanki birbirine “Başın sağ olsun” diyordu. Öğle namazından önce bir de Güneyköy’de sela okundu. Öğle namazının ardından Hüseyin Hoca Sultan Baba’nın cenaze namazını kıldırdı. Cenazede kimler yoktu ki? Eski Bakanlar, Milletvekilleri, emekli askerler, hakimler, Belediye Başkanları ve Sultan Baba’nın talebeleri? Adalet eski Bakanı ve İstanbul Milletvekili Şevket Kazan
Yorumlar
Yorum Gönder