Tasavvuf, nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesi ile ruhu pâk ederek lâhût âlemine yükselmek yoludur. Ruh o âlemde Hakk’ın vuslatına kavuşur. Yakîn nurunu örten perdelerin açıldığını görür, böylece ruh nefsin kötü arzularından kurtulur ve hakîkat âlemine yükselir. İşte bu âlemde ruhun tattığı lezzet başka hiçbir lezzete benzemez. Bu makam riyazete, mücâhedeye ve zühde kendini vermekle elde edilir. Aslında nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesi de insanı aksâ’l-gayeye ulaştırmak için bir vesiledir. Mutasavvıflar maddî basiretlerini bağlayan sebepler dediğimiz emrâz-ı bâtıniyyeden kurtulmak için beden riyazetine ve bu yolda mücahedeye devam ederler. Gölgenin belirmeden önceki aslına dönmesi demek olan fenâ fillah makamına yükselmek ve Allah (c.c)’ya vuslat için benliklerinden kurtulmak isterler.
Evliyaullah hazerâtı buyurmuşlardır ki: “Marifet iki kısımdır”:
Âlem-i kebîrin mârifeti
Âlem-i sağîrin mârifeti
Bu babların her biri üçer asla ve asıllar da muhtelif fasıllara ayrılarak mütalaa edilir. Yaratılış hakîkatlerini mümkün mertebe anlatmaya gayret edeceğiz. Fakat her şeyden evvel şunu arz edelim ki; tasavvuf hâl ilmidir, kâl ilmi değildir. Tasavvuf özdür, söz değildir. Tasavvuf sîrettir, sûret değildir.
Bu sözleri mârifete bir yakîn hâsıl olsun diye sarf ediyoruz. Zira tekemmül ilme’l-yakîn ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn ile gerçekleşir.
Âlem-i kebîrin mârifeti: Âlem-i kebîr, cevâhir ve arazdan ibârettir. Yani araz ve cevâhirin mecmûuna “âlem” denir. Âlem de iki kısma ayrılır: Âlem-i gayb, âlem-i şuhûd. Ey Hak talibi insan, ey irfanu istidadı, meal-i idrakine kabiliyetli ve insanlık sıfatına tam müdrik mahluk! Bil ki sen âlem-i kebîrin bir nüsha ve nümunesisin yani sen bir âlem-i sagîrsin, bu âlem-i kebîrde (kainatta) her ne var ise, âlem-i sagîrde (insanda) mukâbili vardır. Ey insanoğlu, sen kendinin evvelini, ahirini, zahir ve batınını bilmiş ve anlamış olasın. Zira dünyaya gelmekten murad kesb-i kemal seyr-i cemâl içindir. Nefsi tezkiye edip sonra marifetullaha nâil olmaktır. Hadis-i kutsîde: “Nefsini bilen Rabbini bilir” buyurulur.
Onun içindir ki Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerîm’de:
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ
“Cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” [1] buyuruyor.
Başka bir hadis-i kutsîde: “Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi murad ettim, mahlukatı yarattım”[2] buyurulmuştur.
Hülâsâ her kim kemâl tahsil etmek, kainatı ve içindeki mevcudatı hakkıyla bilip anlamak isterse kendi nefsini bilip anlamaya gayret eylesin. Zira Hakk’ı bilmeye yol buradan gider ve insan için yaratılışında ki maksad ve aksâ’l gaye marifetullahdır.
Âlem-i kebîrin evveli bir cevherdir, kezâ âlem-i sagîrin evveli de bir cevherdir. Âlem-i kebîrin evveli olan cevher, âlem-i kebîrin tohumudur ve âlem-i sagîrin evveli olan cevher de âlem-i sagîrin tohumudur. Yakînen bilmiş olalım ki her iki âlemde ne oldu ve ne olacaksa ancak bunlar onların tohumlarında mevcuttur. Yani tohumlarda ne varsa âlemde o zâhir oluyor. Misâl: Bir zerdali çekirdeği zümrüt bir toprağa atılsa zirâî terbiyesine dikkat ve ihtimam edilse ancak ondan zerdali ağacı zuhura gelir de başka ağac meydana gelmez, yani zerdali tohumundan ceviz ağacı hâsıl olmaz. Zira zerdali tohumunda yalnız zerdali ağacının bütün teferruatı gizlidir. Bu tohumda kendi ağacının bütün fürûu mevcut olmasa idi ağaç meydana gelebilir miydi? Gelemezdi. Şu kadar ki tohumda icmâl idi, ağaçta tafsil oldu. Tohumda bir kuvve idi ağaçta bir fiil oldu. Aslı ne ise seyri o oldu ve başka olmadı.
Âlem-i sagîrin ise cevher-i evveli nutfedir ve her ne ki âlem-i sagîr olan insanda vücuda geldi, zâhir oldu. O nutfede aynen mevcut idi mevcud olmasa vücuda gelir miydi?
Ehl-i Şeriat âlem-i kebîrin cevher-i evveline, yâni tohumuna ruh-ı evvel der. Ehl-i hikmet ise Akl-ı evvel der. Ehl-i vahdet ise, âlem-i kebîrin cevheri evveline sırr-ı evvel der.
Şeriat ehlince âlem-i kebîrin beyânı şöyledir: Mevcûd-i kadîmin evveli ve âhiri yoktur. Mevcûd-i hadis için evvel ve âhir vardır. Bu söz bedîhidir. Zira mevcût, var olan iki halden hâli olamaz. Onun ya evveli olur yahut olmaz. Eğer evveli olmazsa kadîm olur. Evveli olursa hadis olur. İşte bu iki mevcûttan mevcûd-i kadîm Allah’tır. İlk mevcût O’dur. Bütün mevcûtların vücuduna sebep olan Hâlık-ı Teâlâdır.
Mevcûd-i hâdise âlem denir. Sonradan zuhura gelmiştir ki mahlukdur. Allah (c.c) yarattığı hiçbir şeye benzemez. Allah âlemden gayridir ve âlem de Allah’tan gayridir. Allah sânidir, âlem masnûdur. Allah hâlıktır, âlem mahluktur. Allah fâildir, âlem mef’uldur. Allah râzıktır, âlem merzukdur. Allah kemal sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzehdir. Allah muhtardır, istediği vakitte dilediği âlemi vücuda getirir, var eyler ve eğer dilerse yine yok eyler. Bu işi işleyip işlememesinde irade sahibi ancak Allah’tır. Hâlık Teâlâ bu âlemi vücuda getirmeyi murad eyledi. Evvelâ kudret eliyle tabii kanunları buyurdu sonra âlem-i kebîrin cevher-i evveli olan rûh-i evveli halk eyledi. Bu rûh-i evvel tohumdur. Bu tohumda vasat olarak zaman ve mekanı yarattı. Tohum eriyip cûşa geldi, zübdesinden âlem-i ervah halk olundu. Kışrından âlem-i ecsam vücut buldu. Âlem-i ervaha âlem-i melekût, âlem-i emir, âlem-i nurânî, âlem-i latif, âlem-i gayb denildiği gibi mütekabilen âlem-i ecsâma; âlem-i halk, âlem-i zulmânî, âlem-i kesif, âlem-i şuhûd denilir.
Âlem-i ervah mertebeleri tohumla beraber ondörtdür. Âlem-i ecsâmın mertebeleri de tohumla beraber ondörtdür.
Ruh, âlem-i ervah ve bunların mertebelerinin beyanı şöyledir: Ruh, latif cevherdir, cismin muharrikidir, taksim ve tecezzi kabul etmez, âlem-i emirdendir. Belki kendisi bizzat âlem-i emirdir.
Cisim kesif cevherdir; taksim, tecezzi kabul eder; âlem-i halktandır. Belki kendisi âlem-i halkdır.
Allahu Teâlâ âlem-i ervahı mertebeler üzere halk etmeyi murad eyledi. Cevhere nazar buyurdu ol zübde-i nûr eriyip cûşa geldi. Sâfîsinden ilk olarak Fahr-i Kâinat Hz. Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi vesellem Efendimizin ruhunu yarattı. Sonra ulülazim peygamberlerin ruhları, sonra rasûllerin, sonra nebîlerin ruhları, sonra velilerin ruhları, sonra ariflerin, sonra zâhidlerin, sonra âbidlerin, sonra müminlerin ruhları, sonra bâtıl dinde olanların, sonra kâfirlerin, sonra hayvanların, sonra nebatların ruhları halk olundu.
Böylece onüç mertebe üzerine âlem-i ervah tamam oldu. Her bir ruh ile nice bin melâike de halk olunarak âlem-i melekût yaratılmış oldu.
Âlem-i ecsâmın mertebeleri: Rabbü’l-âlemin âlem-i ecsâmı halketmeyi diledi; cevhere nazar buyurdu. Bundan iki âlem zuhura geldi. Nuranî, latîf, öz kısmından âlem-i ervah, zulmânî kesif kısmından âlem-i ecsam meydana geldi. Bu cisimler âlemi de onüç mertebe üzre yaratıldı ve cevherle beraber ondört oldu ki ruhlar âlemindeki mertebelere tekabül etmektedir. Hak Celle ve âlâ cevherin kışrına tecelli buyurarak evvela zübde hülasasından Arş-ı Alâ’yı yarattı. Sonra Kürsî’yi yarattı. Sonra yedinci semâyı yarattı, sonra altıncı semâyı, sonra beşinci, sonra dördüncü semâyı, sonra üçüncü, sonra ikinci, sonrada birinci semâyı yarattı. Sonra ateş unsurunu, sonra hava unsurunu, sonra su unsurunu, sonrada toprak unsurunu yarattı. Böylelikle âlem-i ervâhın ve âlem-i ecsâmın müfredâtı toplamı yirmisekiz oldu.
Kur’an Allah’ın kitabıdır, bu kainat da Allah’ın kitabıdır. Kur’an harfleri yirmisekiz hece harfdir, kainât mertebeleri de yirmisekiz mertebedir.
Kur’an-ı Kerîm’in harflerinin ondördü noktasızdır. Ondördü noktalıdır. Kainat mertebelerininde ondördü âlem-i ervâha ait, ondördü âlemi ecsama aittir.
Âlem-i sagîrin mârifeti: Ârifler bilirler ki Kur’an’daki İsm-i Âzam kainatta insana tekabül eder, onun için insan mazhar-ı kül, âlem-i sagîr ve nüsha-i kübrâdır. Mücahede, mükaşefe ve müşahede erbâbı olan arifler kitap yapraklarındaki sahifelerle birlikte kâinatın mertebelerini, mürekkeblerini ve onların hikmet ve tekâbüllerini okurlar. Sahifedeki satırları herkes okuyabilir, fakat kainattaki mertebelere tekabül ettirerek tam mânâsını anlamak, ancak âriflerin kârıdır. Kainat harflerinin herbirinde nice bin esrâr münderic ve her kelimesinde sayısız mânâ mündemicdir. Kur’an harfleri kainat harflerinin bir delilidir, remzidir. Biri lafız, diğeri mânâdır.Biri şekil,biri ruhtur. Biri ilm-i zâhirle biri ilm-i ledün ile bilinir. Fahri Kainat Efendimiz büyük kainat kitabını okurdu. Onunla meşguldü. Ancak zahir harflerin ümmîsi idi.
Âlem-i ervâhın mertebelerine tekabül eden âlem-i ecsâmın mertebeleri: Âlem-i ervâhın her bir mertebesine, âlem-i ecsâmın mertebelerinden biri tahsis kılındı. Şöyle ki:
Arş-ı Âlâ: Menbâ-i feyz-i Hudâ, Hâtemü’l-Enbiyâ aleyhi ekmelüttehâyâ Efendimizin ibâdetgâhı ve halvethânesi oldu.
Kürsî: Ulül-azm peygamberlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
Yedinci kat semâ: Rasûllerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
Altıncı kat semâ: Nebîlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
Beşinci kat semâ: Velîlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
Dördüncü kat semâ: Ariflerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
Üçüncü kat semâ: Zâhidlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
İkinci kat semâ: Âbidlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
Birinci kat semâ: Müminlerin ruhlarının makâmı ve halvethânesi oldu.
Ateş ve hava unsuru; zındıkların ruhlarına,
Su ve toprak unsuru da; kafirlerin ruhlarına mekân oldu.
Keza hayvanların ve nebâtların cisimleri de, bunlar için makam oldu.
Hülâsâ; kafirler ve zındıklar unsurda ve tabiatta kalmış kimselerdir. Unsurlar makamı ise, esfel-i safilîndir. (En aşağı makam) Aynı zamanda bunlar Vâcibü’l-vücûd hazretlerinin ahsen-i takvim sırrına mazharvemüsemma olarak yarattığı selim tabiatlı insanları Makam-ı Ulyâ’dan, Makam-ı Süflâ’ya indirmeye ve düşürmeye çalışırlar.
İnsan Allahu Zülcelâl Hazretleri tarafından teklifât-ı ilâhiyyeye tâbi tutulmuştur. Hiç bir mevcut başı boş olmadığı ve teklifâttan münezzeh bulunmadığı gibi sorumsuzca da kalacak değildir. Makam-ı esfele düşmüş bir kimse bu makamda tevfikât-ı samedâniyye cümlesinden olarak nefsini ve Rabbini bilirse tekrar makam-ı ulyâya çıkabilir. Ve bu gibi zevât bu urucda (yükselmede) şeriat ehlince insanlar için en yüksek makam diye tarif olunan (Makam-ı Evvellerine) kadar yükselebilirler. Gayretlerinin azlığı, himmetlerinin kısırlığı ve bahanelerinin çokluğu ile nice kimseler makam-ı evvellerine kadar çıkamayıp yolda kalmışlardır. Esasen bu yolda kalma keyfiyyeti olmasa idi, Hâlık Teâlâ tarafından kitapların inzâli, Rasûllerin irsâlı ve muallimlerin talimleriyle, mürşidlerin irşâd-ı hep abes gibi görünürdü. İşte bu minval üzere âlem-i ervâhın ve âlem-i ecsâmın halk olunmasından sonra da sıra ile mâdeniyat, nebâtât ve hayvânât âlemi yaratıldı. Bütün bunlardan sonra Hâlık-ı Zülcelâl Adem (a.s) ile Havva validemizi yaratarak nev’i beşeri, sahâ-yı âleme göndermiş oldu. Her insan için yegâne gâye ve vâzife teklifât-ı ilâhiyyeyi kemâl-i itina ile bi-hakkın yerine getirmeye sayü gayret ve cehd ederek ve bu yolda kalmamaya azmü cezmü kasd eyliyerek makam-ı evveline dahil ve vasıl olmaktır. Acaba yolda kalmamanın çaresi nedir? İnsan, Hâlik Teâlâ’nın vahdâniyyetini Hâtemü’l-Enbiyâ’nın nübüvvetini tasdik edip kendini ve başkalarını aldatmayacak şekilde yasaklardan ictinap ve emirlere intisap ile güzel sıfatlarla muttasıf bulunmalıdır.
Varlık Hakk'ın varlığıdır. Bizim varlığımız Hakk’a nisbetledir, izâfîdir. Biz varlığımızı Hakk’dan alırız. Yıldızların ve ayın ziyâyı güneşten almaları gibi. Bizi tenvir eden yalnız Hakk’dır, Hakk’ın nurudur. Ziyâ-ı ruhumuzu Hüdâ bahşeder, yoksa bizâtihî var değiliz. Hakk’ın varlığı kendinden, halkın varlığı Hâlık’dandır. Bütün kâinatta tek bir vücut zâhirdir. O da Allah’ın vücududur (varlığıdır). Allah’ın vücûdundan (varlığından) başka hiçbir şeyin hakikî vücûdu yoktur. Eşyanın çokluğunda görünen her şey varlığını tek Hakk’tan alır. Allah bu kâinatın bütün zerrelerine kendi varlığını ve birliğini nakşetmiştir. Bu eşyanın hiçbiri yok iken O “bir” olan zat vardı. Var olan işte hep O zâttır. Ve O‘ndan başka da mevcut yoktur. Şânı mutlak O’dur. Senin benim varlığım bir hayal ve gölgeden ibarettir. Var sandığın herşeyin aslı yoktur. Aynaya akseden sûretin aslı olmadığı gibi. Biri vardır ki ezelî ve ebedî olan O’dur. O’ndan başka “var” yoktur. O’da alemlerin Rabbi olan Allah ‘tır.
Bu dünya ve cihan bir varmış bir yokmuş meali arzeder. Yani ezellerin ezelinde bir zat vardı. Ondan başka bir şey yoktu. O Zât’ın bilgisinde, ilminde bu alemin böyle olacağı vardı. Kendi vücudunun nuru ziyâsı ile O zât bu âlemi var eyledi ve bütün mevcutları yoktan var etti meydana çıkardı. O zat yine her anda bütün mevcutları varlıkla yokluk arasında gezdirerek sanatını kudretini gösterir. Şânı mutlak O’dur. Ezellerin ezelinde yok olan bir şey yine yoktur. İsterse var gibi görünsün. Ezelde var olan zat herşeyi kuşatıcı ve kendisinde helak edici manası ile var olandır. İşte yukarıdan beri andığımız varlık ALLAH’tır. Başka vücut başka mevcut yoktur. İşte bu mevcuda bu varlığa iman et. Varlık yalnız O’nundur. Bu varlık mahluka hayy ismi ile tecelli etmiştir, mahlukta hayy ismi ile hayat bulmuştur. Ey Mümin! Varlığını kendinden biliyor isen itikadını tashih et. Perdeler açılmadıkça maksud zâhir olup görülmediği gibi, Hakk’ın varlık vücudu sana nur bahşetmedikçe sen kendini bulamaz bilemezsin. Nurunu güneşten alan ay gibi sen de hayatını Allah’dan aldığını unutma! Ey insanoğlu varlığını kendinden bilip mağrur olma! Varlık senin değildir, sen bir hiçsin. Varlık Allah’ındır. Kendine bir göz gezdir. Sana ait dünyalık ne bulacaksın.
Hayat: İn’âm-ı Hakk’tır
Vücut: Vücud-ı Bâri’dir
Beden: Binâ-i Sübhanî’dir
Ruh: Emr-i İlâhî’dir
Kuvvet: Kudret-i Sübhânî’dir
Bilgi: İlm-i Alîm’dir
Mâl: Mülk-i Mâlik’tir
Güzellik: Bahş-i Yezdân’dır
Servet: Atây-ı Rahim’dir
Ahlâk: Kerem-i Kerîm’dir
Görüyorsun ki elinde bir şey kalmamıştır. Buna senin ilave edeceğin yalnız bir sözün var: “Ya Rabbi ben de seninim. İstersen ihya edersin; dilersen imha edersin.”
Allah cihana hayy ismi ile tecelli etti. Cihan feyzyâb oldu neşv-i hayat buldu. İnsan bu hayat benimdir, dedi. Zavallı insan, “kün” emri ile yok olacağını varlık namına bir şeyi kalmayacağını düşünmedi ki. Ne hilkat ve kanunları ne tabiat ve düsturları. Nâle ve hâlede, aşk ve meşkte, çiçek ve böcekte, gül ve bülbülde, hey ve neyde, dil ve gönülde aradığın hep O, hep O’nun varlığı, hep O’nun zuhurudur, hep Hakk’tır. Tabiat samûttur. Fakat onu dinleyebilirsen dinle. Hilkat sâkittir. Fakat onu okuyabilirsin. Her güzel şeyde O’nun sırrı vardır. Seni cezbeden O’nun sırrı ve O’nun hakîkatidir. Yoksa güzelin kaşı gözü değil. Hak bin yerden tecelli eyler. Kara balçığa et kemik giydirip sonra ona kıymet verip yürüten ve söyleten Allah’ım ete kemiğe gönül adlı ayna verip âşıklarına görünen Allah’ım. Maşukları ile dilsiz, sessiz, sözsüz kelimesiz, gönül lisanıyla konuşan Allah’ım sen ne güzelsin.
Hakk tarif edilemez, tarife sığmaz. Vasıflar kelamlar O’nu tasvir edemez. Kitablar, lügatlar O’nu anlatamaz. Onu daima düşünmek, gönülde O’nu taşımak sûreti ile nisbetini sağla. O’na nisbeti artır. Arif olanlar Allah’ı şöyle bilir Allah zât ile herşeyden âri fakat sıfatlarıyla her şeye sâridir. Allah vücud ile mevcûd, sıfat ile muhît, esmâsı ile mâlum, ef’âl ile zâhir, A’sâr ile meşhuddur. Allah (c.c)’ya böyle iman etmek ne güzeldir. Hülasa: Varlık senin değildir. Hakk’ındır. Feyyaz-ı mutlak O’dur. Varlığa iman et, başını yere koy, aczini bil, ALLAH de! Vesselam.
Yorumlar
Yorum Gönder