Mevlânâ’nın Vehim Anlayışı
Hz. Mevlânâ Mesnevî’sinde vehmin sâlik (yâni “Hakk yolunun yolcusu”) için pek büyük bir engel olduğunu beyân etmektedir (V/2649)1. Bu gerçekten de öylesine büyük bir engeldir ki Hz. İbrâhim gibi bir peygamber bile vehme kapılınca, gözlerini ve sağduyusunu bağlayan vehim ve hayâl âlemi ona müşâhede ettiği yıldız için “İşte bu benim Rabb’imdir” dedirtmiş (V/2650); gördüğü rüyânın sahih rüyâ olduğu vehmiyle de, bu rüyânın te’vîle ihtiyâcı olduğunu idrâk bile etmeden, oğlunu kurban etmeğe kalkışmıştır ( Saffât/100-107)2.
Tepesinde vehim gibi bir zebellânın nöbet tuttuğu akl-ı cüz’î ise ancak mezara kadar olan şeyleri görür (IV/3311). Vehim zâten akl-ı cüz’înin âfeti olduğu içindir ki (III/1558) dağ gibi muhkem akıllar bile vehmin ve hayâlin denizlerinde iz bırakmadan kaybolur gider (V/2654). Akl-ı cüz’îye esir olan, sonunda usanırsa, bunun ne gibi bir ayak bağı olduğunu bâzen idrâk edebilir de gururundan dolayı Hakk erlerinden yüz çevirip nasıl bir vehim ve hayâl denizinde çırpınıp durmuş olduğunu anlayabilir (IV/3353-3356). Hz. Mûsâ ile cidalleşecek kadar akıllı ve filozof (V/2660) olan Firavun dahi halkın kendisini “Sen İlâhsın, Pâdişâhsın!” diye ululayıp secde etmesinden ötürü vehim marazına kapılmış (III/1556), tanrılık dâvâsında azmanlaşıp ejderhâ kesilmiş, doymak nedir bilmez bir Rubûbiyyet şehvetiyle mâlûl olmuş değil miydi? (III/1557). Bu ne büyük bir ibrettir!
Tepesinde vehim gibi bir zebellânın nöbet tuttuğu akl-ı cüz’î ise ancak mezara kadar olan şeyleri görür (IV/3311). Vehim zâten akl-ı cüz’înin âfeti olduğu içindir ki (III/1558) dağ gibi muhkem akıllar bile vehmin ve hayâlin denizlerinde iz bırakmadan kaybolur gider (V/2654). Akl-ı cüz’îye esir olan, sonunda usanırsa, bunun ne gibi bir ayak bağı olduğunu bâzen idrâk edebilir de gururundan dolayı Hakk erlerinden yüz çevirip nasıl bir vehim ve hayâl denizinde çırpınıp durmuş olduğunu anlayabilir (IV/3353-3356). Hz. Mûsâ ile cidalleşecek kadar akıllı ve filozof (V/2660) olan Firavun dahi halkın kendisini “Sen İlâhsın, Pâdişâhsın!” diye ululayıp secde etmesinden ötürü vehim marazına kapılmış (III/1556), tanrılık dâvâsında azmanlaşıp ejderhâ kesilmiş, doymak nedir bilmez bir Rubûbiyyet şehvetiyle mâlûl olmuş değil miydi? (III/1557). Bu ne büyük bir ibrettir!
Şehvet aklın zıddıdır; şehvetin menşei de akıl değil vehimdir. Şehveti dokuyan akla akıl denmez. O, akıl görünümü altında kendini izhâr eden, fakat aslında akıl altınının kalpı olan vehimdir. Vehim hep akılla savaşır durur; ona benzer ama o değildir! Vehmin akla nisbeti, baştanbaşa vehimle mülevves olan Firavun’un ahvâlinin hakikî akla (Akl-ı Meâd’a) sâhip olan Mûsâ’nın ahvâline olan nisbeti gibidir. Vehim, âlemleri yakıp yıkan Firavun’a, akıl ise canlara cilâ çeken Mûsâ’ya aittir (IV/2301 ve sonrası).
Vehmin gözü perdelidir; hakîkatı göremez (IV/3278). Ayrıca, zâhirde, vehmi akıldan tefrik etmek de çoğu kere mümkün olmaz. Bunun için her ikisini de şaşmayan-şaşırtmayan bir mehenk taşına vurmak gerekir ki vehmin ne kadar kalp olduğu kabak gibi ortaya çıksın. Bu işteki mehenk taşı ise Kur’ân’dır ve peygamberin sünnetidir, vesselâm! (IV/2304)
Vehimle akıllı adam bile delirir gider (III/1530). Yüzbinlerce taklîd ve istidlâl ehlini pek küçük bir vehim dahi hemen şüpheye düşürür; çünkü bunların taklîdleri de, delille bir hükme varmaları da ve hattâ bütün kolları kanatları da zan ile kāimdir (I/2125-2126). Zan ise insanı kıyâsa zorlar. İblîs’in ayağının kayması da kendisinin Hz. Âdem’den üstün olduğunu vehmetmesinden ve bunu bir kıyâsla dile getirmesinden ötürü değil midir? (A’raf/12)
Bulutlu bir günde ya da karanlık bir gecede Kıble’yi tesbit etmek gâyesiyle yapılan kıyâs isâbetli olur da gökte Güneş varken ya da Kâbe karşıda duruyorken insanı vehme yöneltecek kıyâsla işimiz ne? Kıyâsın hakîkatın anahtarı olduğu vehmine kapılıp da koskoca Kâbe hiç görmezlikden gelinir, ondan yüz çevrilir mi? (I/3404-3406). Kaşının üzerinden sarkmış bir kılı gördüğünde temyîz edemeyip de vehmine mağlûb olan ve bunu Ramazan hilâlini gördüm diye Hz. Ömer’e müjdelemeğe kalkışmış olanın durumu da ne kadar ibret vericidir! (II/113-119). Ya bir de, kurtardığı ayının kendisine hep idrâkli bir dost olarak kalacağını vehmeden, ama uyurken yüzüne konan sineği kovmak için ayının sineği taşla öldürmeğe kalkmasıyla yüzü de parçalanıp ölen ahmak adamın hâlini düşünün! (II/1932, 1970-1971, 2124-2129).
Putların anası, kendisi de bir put olan nefistir. Çünkü (herhangi bir) put bir yılandır, ama nefis putu bir ejderhâdır (I-772). Vehim ise aslında nefis, akl-ı cüz’î ve hayal ile birlikte sanki bir ayran gibi uyum içindedir. Rûh ise bu ayranın içinde gizli olan yağdır (IV/3029).
Vehmin Eserlerine
Örnekler
Pekiyi ama bunca muhkem akıllıyı, filozofu, hakîmi ve hattâ peygamberleri bile sihrinin hükmü altında tutmuş olan vehim nedir? Menşei nerededir? Vehmin beşer üzerindeki hükümranlığı nasıl ve ne zaman son bulur? Vehimsiz beşerin evsâfı nelerdir?
Örnekler
Pekiyi ama bunca muhkem akıllıyı, filozofu, hakîmi ve hattâ peygamberleri bile sihrinin hükmü altında tutmuş olan vehim nedir? Menşei nerededir? Vehmin beşer üzerindeki hükümranlığı nasıl ve ne zaman son bulur? Vehimsiz beşerin evsâfı nelerdir?
Vehim (ya da yeni deyimiyle kuruntu), en basit târifiyle, var olmayanı varmış gibi tahayyül etme melekesidir. Bu meleke beşerin bir inancı ya da kendi hayâlinde kurduğu bir fikri, gerçeğe uyup uymadığına aldırış etmeksizin, ısrarla savunması marazına kolaylıkla dönüşebilme potansiyeline de sâhiptir.
Hz. Mevlânâ, bir hikâyesinde, talebelerin hocalarının vehmini tahrik ederek kendisini hasta olduğuna nasıl inandırmış olduklarını tasvir etmekte, hocanın da bir kere hasta olduğuna inandıktan sonra hasta olmadığını söyleyen karısından dahi nasıl nefret ettiğini anlatmaktadır (III/1523 ve sonrası).
İşte gene bu sebeptendir ki Hz. İbrâhim bile, Rubûbiyyet sâhibi olmayan yıldızı Rabb’ı olarak vehmedebilmiştir. Kezâ rüyâsında, yâni Misâl Âlemi’nde, gördüğü olayların zahirî realitesinin Şehâdet Âlemi’nde de, istisnâsız, benzer realiteye tekābül ettiği kuruntusuyla oğlunu Rabb’ine kurban etmeğe de kalkışmıştır; hâlbuki, aslında, böyle bir istisnâsız tekābüliyet yoktur. Bunun için de rüyânın isâbetle tâbir edilmesi gerekirdi. İşte meleğin ona kurban etmek üzere bir koç getirmesi bu rüyânın zahirî tâbiridir.
Aynı şekilde Firavun da kendisinde Ulûhiyyet bulunduğunu tevehhüm etmiştir. Hz. Osman’dan önceki vahiy kâtibinin vahyin ışığı kalbine vurduğunda gönlüne doğanları Hz. Peygamber’den önce okuması ve, sonunda: “Bana da vahiy geliyor” diye azarak dinden dönmesi de böyle bir vehmin eseri değil midir? (I/3227 den sonrası).
Hz. Osman’ın kātillerini cezâlandırmak ve müslümanları içinde bulundukları fitneden kurtarmak için3 kendisinde sorumluluk ve yetki vehmeden, ve bu vehmi dolayısıyla daha da çok nifaka ve, halîfe makāmında oturan Hz. Ali’ye karşı bizzât riyâset ettiği savaşta, müslümanların kırılmasına sebep olan Hz. Âişe’nin durumu vehmin ne denli trajik boyutlara erişebileceğine ışık tutmuyor mu? Aynı durum, çıkacak nifakları hiç kaale almadan, 1) Kur’ân’ın apaçık “Emir sâhibine itaat ediniz!” (Nisâ/59) emrine ve 2) “İşte Allāh’ın îman eden ve iyi işler yapan kullarına müjdelediği nimet budur. De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret beklemiyorum” (Şûrâ/23) âyetinin medlûlüne rağmen, Hz. Peygamber’in amcaoğlu ve dâmâdı ve de seçilmiş halîfe olan Hz. Ali’ye bîat etmeyip de baş kaldırma hakkı olduğunu iktidar şehveti sâikiyle vehmeden Muâviye için de cârîdir.
Vehmin Menşei
Âriflere göre vehim: nefsin beşeri hakîkata erişmekden alıkoyan bir oyunu, bir hiylesidir. Buna göre vehmin menşei doğrudan doğruya beşerin nefsidir. Nefsin ise: 1) Nefs-i Emmâre (kötülüğü emreden nefis), 2) Nefs-i Levvâme (kendini kınayan nefis), 3) Nefs-i Mülhime (kendisine ilhâm vâki olan nefis), 4) Nefs-i Mutmainne (itminâna kavuşmuş nefis), 5) Nefs-i Râdıyye (Allāh’dan râzî olan nefis), 6) Nefs-i Mardıyye (Allāh’ın kendisinden râzî olduğu nefis, 7) Nefs-i Kâmile ya da Sâfiyye (kâmil ya da pâk nefis) denilen mertebeleri, vecheleri ya da boyutları vardır. Vehmin bu mertebelerin her birinde o mertebeye mahsus nice hiyleleri bulunmaktadır. Nefsin bu yedi mertebesine Etvâr-ı Seb’a ya da Nefsin Yedi Tavrı denilmektedir.
Âriflere göre vehim: nefsin beşeri hakîkata erişmekden alıkoyan bir oyunu, bir hiylesidir. Buna göre vehmin menşei doğrudan doğruya beşerin nefsidir. Nefsin ise: 1) Nefs-i Emmâre (kötülüğü emreden nefis), 2) Nefs-i Levvâme (kendini kınayan nefis), 3) Nefs-i Mülhime (kendisine ilhâm vâki olan nefis), 4) Nefs-i Mutmainne (itminâna kavuşmuş nefis), 5) Nefs-i Râdıyye (Allāh’dan râzî olan nefis), 6) Nefs-i Mardıyye (Allāh’ın kendisinden râzî olduğu nefis, 7) Nefs-i Kâmile ya da Sâfiyye (kâmil ya da pâk nefis) denilen mertebeleri, vecheleri ya da boyutları vardır. Vehmin bu mertebelerin her birinde o mertebeye mahsus nice hiyleleri bulunmaktadır. Nefsin bu yedi mertebesine Etvâr-ı Seb’a ya da Nefsin Yedi Tavrı denilmektedir.
Nefs-i Emmâre mertebesinde zuhur eden vehim dışadönüktür; daha çok, başkaları hakkında “kötü zan” olarak ortaya çıkar. Nefs-i Levvâme mertebesinde zuhur eden vehim ise içe dönüktür; daha çok beşerin kendinde mevcûd olmayan hasletleri ya da kusurları vehmetmesiyle ortaya çıkar. Mesnevî’deki hikâyelerin çoğu, vehmin sırf bu iki nefis mertebesindeki mârifetlerini çarpıcı bir biçimde dile getiren irşâd edici misallerdir.
Kur’ân’da ise beşerin vehimden sakınması gerektiği:
*
“Hakkında bir bilgin bulunmayan şeyin peşine düşme! Muhakkak ki kulak da, göz de, gönül de, hepsi de bundan sorumlu olacaktır” (İsrâ/36).
“Hakkında bir bilgin bulunmayan şeyin peşine düşme! Muhakkak ki kulak da, göz de, gönül de, hepsi de bundan sorumlu olacaktır” (İsrâ/36).
âyetiyle beyân ve emr edilmektedir. Bununla ilgili olarak Kur’ân, müminleri:
* “… Bu sizin gönüllerinize güzel göründü de kötü zanda bulundunuz ve helâk olmayı hak etmiş bir topluluk oldunuz” (Fetih/12),
* “Ey îmân edenler! Zannın bir çoğundan sakının. Muhakkak ki zannın bir çoğu günahtır. Biribirinizi ne tecessüs edin ve ne de çekiştirin” (Hucurât/12),
* “… Gerçekten de zan hak(ka, hakîkata uygun olanlar)dan hiçbir şeyin yerini tutmaz!…” (Yûnus/36, Necm/28)
diye uyarmaktadır. Bununla beraber, İslâm Âlemi’nde bu uyarılara karşı maalesef çok gevşek davranılmış olduğundan Kur’ân ve Sünnet’e uymayan pekçok gerçek dışı şey ya bid’at-i seyyie, ya bâtıl îtikad ya da hurâfe olarak dinî muâmelâtı istilâ etmiş bulunmaktadır. Kur’ân’a ve Sünnet’e dayanmadan pekçok mesele hakkında, sanki Hz. Peygamber’in kendisi imiş gibi ve hattâ Allāh adına fetvâ veren hamervahlara rastlamak da maalesef artık nâdirattan değildir.
Yazılı ve görüntülü basının hükümrân olduğu bugünkü Dünyâ’mızda ise halkın vehmini kamçılayarak onun sağlıklı düşünce sâhibi olmasını engelleyen, belirli kimselere ve kurumlara karşı kötü zanda bulunmasını temin eden, gerçeklere erişmesine engel olan bir “Vehim Üretim Sanâyii” ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu sanâyi: 1) patronları, 2) geniş para kaynakları, 3) hükûmetler ve bürokrasi içindeki gizli ortakları, 3) Dünyâ’yı saran iletişim şebekeleri, 4) plânlamacıları, 5) kütleleri istedikleri yönde manipüle eden sosyal mühendisleri, uzmanları ve stratejistleri, 6) uygulayıcıları, temsilcileri, 7) ajanları ve 8) tetikçileri ile halkta kollektif paranoya ihdâs etmeğe yönelik bir mel’anet aracıdır.
Mü’minlerin cehâlet, mel’anet ve vehme karşı açacakları cihâdda güvenle sığınacakları dayanaklar, her zaman olduğu gibi, Kur’ân ve Sünnet’tir. Nitekim Kur’ân’da: Allāh’dan çekinen mü’minlerin (iyiyi kötüden, hayrı şerden, temizi murdardan, helâli haramdan, sevâbı günahdan, doğruyu sapıklıkdan, İslâm’ı şirkden, ilmi vehimden ve gerçeği de bâtıldan ayırma gücü demek olan) Furkān ile donatılacağı müjdelenmiştir (Enfâl/29). Kezâ Allāh en güzel olanı tasdik edenlere güç yolu kolaylaştıracağını da vaad etmektedir (Leyl/5-7). Bu hususta ümitsizliğe kapılmamak gerekir; çünkü Allāh gerçeği kendi sözleriyle, ve mücrimlere rağmen, te’yid eder (Yûnus/82): ve bâtıl da zâten eninde sonunda yok olmağa mahkûmdur (İsrâ/80, Enbiyâ/18). Mü’min gerçeğin daima Rabb’dan olduğunu bilir ve bu hususta aslā şüpheye düşmez, gerçekten de yüzünü aslā çevirmez (Bakara/147, Âl-i İmrân/60); çünkü gerçeğin dışında yalnızca dalâlet vardır (Yûnus/32). Ve zâten: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Muhakkak ki bunları ancak ûlü-l elbâb (yâni akıllarını dirâyetle ve isâbetle kullanabilenler) hakkıyla düşünür” (Zümer/9). İlimde rüsuh sâhibi olanların mükâfatlarını ise Allāh verir (Nisâ/162).
Hz. Peygamber (a.s.) da hadîslerinde:
Hz. Peygamber (a.s.) da hadîslerinde:
* Gerçek, gerçek olanlarca bilinir.
* Gerçeğe boyun eğmek izzet ve şerefe, bâtıl ile kendini yüksek saymakdan daha yakındır. Kim bâtıl ile büyüklük iddiasında bulunursa Allāh onu da zilletle cezâlandırır.
* Gerçeği istemek gurbete düşmek demektir.
* Gerçek olun, çünkü gerçeklik cennet kapılarından bir kapıdır.
* İnsanlar iki kısımdır: “bilgin” ve “bilgi belleyen”; bu ikisinden başkasında hayır yoktur.
* Bilen kişinin bilgisizden vay başına gelenlere! Bilgisizin de bilginden vay başına gelenlere!
* Yazıklar olsun bilmeyene, yazıklar olsun bilip de bildiğini tutmayana!
* Ümmetimden bir tâife gerçeği savunmak için devamlı olarak Kıyâmet’e kadar cihâd edecek ve gālib gelecektir.
* Gerçeğe boyun eğmek izzet ve şerefe, bâtıl ile kendini yüksek saymakdan daha yakındır. Kim bâtıl ile büyüklük iddiasında bulunursa Allāh onu da zilletle cezâlandırır.
* Gerçeği istemek gurbete düşmek demektir.
* Gerçek olun, çünkü gerçeklik cennet kapılarından bir kapıdır.
* İnsanlar iki kısımdır: “bilgin” ve “bilgi belleyen”; bu ikisinden başkasında hayır yoktur.
* Bilen kişinin bilgisizden vay başına gelenlere! Bilgisizin de bilginden vay başına gelenlere!
* Yazıklar olsun bilmeyene, yazıklar olsun bilip de bildiğini tutmayana!
* Ümmetimden bir tâife gerçeği savunmak için devamlı olarak Kıyâmet’e kadar cihâd edecek ve gālib gelecektir.
demektedir. Bu hadîsler vehme ve zanna aldırmadan gerçeği savunanlar ile yalana ve bâtıla itibar edenler arasındaki farkı, temyiz ehli kimseler için, yeterince açık bir biçimde ortaya koymaktadırlar.
Vehmin İzâlesi İçin Nefse Karşı Cihâd
Yakîn “şek ve şüphenin, vehmin, hayâlin bulaşmamış olduğu kesin bilgi” demektir5. Hicr sûresinin son âyetinde: “Sana yakîn verilenceye kadar Rabb’ına ibâdet et!” denilmektedir. Vehmin menşei de nefis olduğuna göre, yakîne erişmek için nefsin izâle edilmesi gerekli görülmektedir. Bu ise nefse karşı bir savaşı, bir cihâdı gerektirir.
Cihâd “Allāh uğruna, yâni Allāh’ın emirlerini hükümrân kılmak üzere düşmanla savaş” demektir. Hz. Peygamber’den, bir savaş dönüşünde ifâde etmiş olduğu rivâyet edilen: “Küçük cihâddan (cihâd-ı asgar’dan) en büyük cihâda (cihâd-ı ekber’e) döndünüz; bu en büyük cihâd kulun nefsine karşı cihâdıdır (savaşıdır)” meâlindeki hadîs (Bk. Abdurraûf-al Munâvî: Kunûz-al Hakāik Fî Hadîsi Hayr-al Halâyık), ehl-i tarîk nezdinde, mürîdin kendi nefsi ile yapacağı savaşın hem önemini ve hem de mertebesini göstermesi bakımından bir rehber olarak kabûl edilegelmiştir.
Bu hadîs:
* Mücâhid nefsiyle cihâd edendir (Tırmizî: Fezâ’ilü-l cihâd).
* Mücâhid Allāh’a itaatte nefsiyle cihâd edendir (Ahmed bin Hanbel: Müsned).
* En kuvvetli düşmanın içindeki nefsindir (Abdurraûf-al Munâvî, a.g.e.)
* Cihâdın en büyüğü kişinin kendi nefsiyle, kendi hevâ ve hevesiyle savaşmasıdır (Süyûtî, a.g.e.)
* Cihâdın en fazîletlisi zâlim sultânın veyâ zâlim emîrin huzûrunda söylenecek adâletli sözdür (Ebû Dâvud: Melâhim; İbn Mâce: Sünen; Tirmizî: Fiten; Ahmed bin Hanbel, a.g.e.)
* Mücâhid Allāh’a itaatte nefsiyle cihâd edendir (Ahmed bin Hanbel: Müsned).
* En kuvvetli düşmanın içindeki nefsindir (Abdurraûf-al Munâvî, a.g.e.)
* Cihâdın en büyüğü kişinin kendi nefsiyle, kendi hevâ ve hevesiyle savaşmasıdır (Süyûtî, a.g.e.)
* Cihâdın en fazîletlisi zâlim sultânın veyâ zâlim emîrin huzûrunda söylenecek adâletli sözdür (Ebû Dâvud: Melâhim; İbn Mâce: Sünen; Tirmizî: Fiten; Ahmed bin Hanbel, a.g.e.)
hadîsleriyle tam bir uyum içindedir.
Kur’ân ise nefsin hakîkatını:
* Ben nefsimi her kötülükten berî tutamam. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emredicidir; ancak Rabb’imin esirgediği (nefis) müstesnâ. Şüphesiz ki Rabb’im bağışlayan ve esirgeyendir. (Yûsuf/53)
* Andolsun ki insanı Biz yarattık da onun nefsinin kendisine ne vesveseler telkîn ettiğini de biliriz. Muhakkak ki Biz ona şah damarından daha yakınız. (Kāf/16)
* Gördün mü hevâ ve hevesini (nefsin arzularını, kendisine) ilâh ittihaz edeni ve Allāh’ın onu bir ilim hakkında dalâlete düşürdüğü, ve kulağı ile kalbini mühürlediği, ve gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi? Ve ona Allāh’dan başka kim hidâyet verebilir? Hâlâ düşünmezler mi? (Câsiye/23)
şeklinde beyân etmektedir.
Bu âyetlere göre, Rabb’ın esirgediği kimseninki hâriç olmak üzere, nefis: 1)aşırı şekilde kötülüğü emredicidir, 2) insana vesvese ve vehimler telkin eder, 3) insanı, hevâ ve hevesine tapındıracak yâni onların dikte ettiklerinden daha üstün bir emir, ve nefsinden de daha üstün bir emir mercii tanımayacak kadar soysuzlaştırabilir; böyle bir kimsenin bu kabil bir şirk içinde bulunması Allāh’ın, onu, nefsinin ilmi hakkında dalâlete düşürmüş olmasındandır (Câsiye/23).
İşte Turûk-ı Aliyye denilen ve Hz. Ali’ye izâfe edilen tarîkatlarda ittihaz edilmiş olan Etvâr-ı Seb’a metoduyla nefse karşı bir cihâd açılır. Bu cihâd nefsin tezkiyesini (temizlenmesini), yâni her nefis mertebesinde nefsin kesâfetinin: 1) zikir, 2) sohbet, 3) nazar, 4) tefekkür, 5) râbıta, 6) murâkabe, ve 7) riyâzat aracılığıyla letâfete tebdîlini ve bunun tabiî sonucu olarak da vehmin hükümranlığının gitgide zayıflamasını hedef almaktadır.
Ancak, Etvâr-ı Seb’a'nın sonuna erişenlerde dahi belirgin bir letâfet kazanmış ve hattâ müslüman olmuş nefis gene de mevcûd olduğundan, bunların vehimden tamâmen âzâde oldukları söylenemez. Vehimsiz kalmak için vehmin menşeinin kurumuş, yâni nefsin ölmüş olması gerekir. Ölmeden önce ölünüz hadîsi şeksiz şüphesiz, vehimsiz, hayâlsiz, kesin bilgi demek olan Yakîn’e kavuşmak için nefsin, bedenin ölümünden önce, ölümü tatması gerektiğine dikkati çekmektedir. Öte yandan Bütün nefisler ölümü tadar, sonra bize rücû’ ederlerYakîn’e kavuşmakla eşanlamlı olduğuna da delâlet etmektedir. (Ankebût/57) âyeti de nefsin ölümü tatmasının tabiî sonucunun Hakk’a rücû’ olduğunu müjdelemektedir. İşte bu müjde, aynı zamanda, Hakk’a rücû’ etmenin
Bununla beraber, söz konusu hadîs ve âyetten çıkarılması gereken sonuç şudur ki: iki türlü ölüm vardır. Bunlardan biri ölmeden önceki ölüm, yâni bedenin ölümünden önce vuku bulan nefsin ölümü; ve diğeri de bedenin kabre konulmasıyla sonuçlanan bedenî ölüm. Bedenin ölümünden önce nefsin ölümü tatması Mi’râc’ın gerçekleşmesi için elzemdir. Mi’râc Rûh’un Hakk’ın huzûruna ve harîmine kabûlüdür. Bütün vehimlerin, şüphelerin, kuruntuların, gerçeğe uymayan hayâllerin zevâlidir. Yakîn’in, Akl-ı Meâd’ın ve Velâyet mertebesinin lûtfedilmesidir. İnsanda nefsin değil, Rûh’un mutlak saltanatının zuhurudur. Beşerin İnsân-ı Kâmil ismine mazhar, Hakk’ın aynası ve dolayısıyla da Allāh’ın Güzel İsimleri’nin kâmil tecellîgâhı olmasıdır.
Bu münâsebetle Hz. Mevlânâ şöyle demektedir:
* “Ey sırları arayan! (VI/742). Ölümden önce bu âlemden göçmüş, akılla değil de ancak sen de ölürsen anlayabileceğin bir hâle gelmiş; canı halkın canı gibi göçmemiş, bir duraktan bir durağa göçe göçe tâ son durağa varmış… (VI/745-746), diriler gibi şu toprak üzerinde ölü olarak yürüyen, canı göklere yücelmiş (VI/743), diri olan bir ölü (VI/742) (olmak istiyorsan), sevgiliyi perdesiz görmeyi diliyorsan ölümü seç, o perdeyi yırt!
* Fakat ölür mezara gidersin, hani; o ölümü değil, seni değiştiren, Nûr’a götüren ölümü seç! (VI/738-739). Ne mutlu o kişiye ki kendi nefsinden kurtulmuştur da Hayy’a (yâni Diri Olan’a) kavuşmuştur (I/1535). (Nefis) kafesinden kurtulan rûhlar Tanrı’ya lâyık ve halka rehber olan elçilerdir (I/1542). Öyle kişiye her nefeste husûsî Mi’râc vardır (I/1580). (O kişinin) cismi toprakta, rûhu Lâmekân Âlemi’ndedir; o Lâmekân Âlemi ki Hakk yolunun yolcularının ne vehimlerine sığar ve ne de hayallerinde doğar! (I/1580-1581).
En Büyük Vehim
Hikmet ehline göre beşer bu âlemde uyku hâlindedir. Yaşadığı, aslında, görmekte olduğu bir rüyâdan başka bir şey değildir; ama o, bu rüyânın gerçeğin ta kendisi olduğunu vehmetmekte ve ayrıca kendisine de bir atfetmektedir. Aslında onu Rabb’ından uzak tutan da işte bu vehimdir. Buna varlık vehmi a’zam ya da en büyük vehim denilmektedir. Bu vehmi üreten ise beşerin nefsidir. Beşer Hakk yolunun yolcusu olur da kâmil bir mürşidin idâresinde “… hevâ ve hevesden arınırsa gönlünde Er Rahmânu alel Arşistavâ sırrı zuhur eder” (I/3665) ve artık bütün görünen şeylerin ve kendi nefsinin yalnızca hayâl ve vehimden ibâret olduğunu idrâk etmeğe başlar. Çünkü Tanrı bize aslında yok olanı haşmetli, debdebeli bir şekilde var imiş gibi göstermekte ama gerçekten de var olanı yokluk şeklinde izhâr etmektedir (V/1026). İnsan Hakk’a giden yolun sonunda vehimlerden tamâmen kurtulmuş, hür ve saîd, Hakk’ın Ayna’sı ve Velî’si, ve bu vasfıyla da O’nun bu vehim âlemindeki Halîfe’si olmuş olur.
Hikmet ehline göre beşer bu âlemde uyku hâlindedir. Yaşadığı, aslında, görmekte olduğu bir rüyâdan başka bir şey değildir; ama o, bu rüyânın gerçeğin ta kendisi olduğunu vehmetmekte ve ayrıca kendisine de bir atfetmektedir. Aslında onu Rabb’ından uzak tutan da işte bu vehimdir. Buna varlık vehmi a’zam ya da en büyük vehim denilmektedir. Bu vehmi üreten ise beşerin nefsidir. Beşer Hakk yolunun yolcusu olur da kâmil bir mürşidin idâresinde “… hevâ ve hevesden arınırsa gönlünde Er Rahmânu alel Arşistavâ sırrı zuhur eder” (I/3665) ve artık bütün görünen şeylerin ve kendi nefsinin yalnızca hayâl ve vehimden ibâret olduğunu idrâk etmeğe başlar. Çünkü Tanrı bize aslında yok olanı haşmetli, debdebeli bir şekilde var imiş gibi göstermekte ama gerçekten de var olanı yokluk şeklinde izhâr etmektedir (V/1026). İnsan Hakk’a giden yolun sonunda vehimlerden tamâmen kurtulmuş, hür ve saîd, Hakk’ın Ayna’sı ve Velî’si, ve bu vasfıyla da O’nun bu vehim âlemindeki Halîfe’si olmuş olur.
Sonuç
Kısacası, Mesnevî’de, vehim “Hakk yolunun yolcusu” için pek büyük bir engel olarak beyân edilmekte ve bu husus hikâye tarzında irşâd edici örneklerle de dile getirilmektedir. Nefsin bir hiylesi olmak hasebiyle vehmin menşei de nefistir. Nefse karşı cihâd ise Hz. Peygamber’in beyânıyla Cihâd-ı Ekber’dir. Bu cihâddan başarı ile çıkana ise Yakîn yâni şeksiz, şüphesiz, vehimsiz, Kesin Bilgi’nin yolu açılır. Lâkin insan Yakîn’e ancak “Ölmeden evvel ölünüz!” hadîsinin hakîkatı kendisinde tecellî ettiği yâni nefsi ölüp de kendisi de Hakk’ın huzûruna çıkıp Velâyet mertebesine mazhar olduğu zaman erişir. Ve işte o zaman vehimlerden ibâret olan bu fânî hayattan uyanarak hakikî bâkî hayata doğmuş olur.
Kısacası, Mesnevî’de, vehim “Hakk yolunun yolcusu” için pek büyük bir engel olarak beyân edilmekte ve bu husus hikâye tarzında irşâd edici örneklerle de dile getirilmektedir. Nefsin bir hiylesi olmak hasebiyle vehmin menşei de nefistir. Nefse karşı cihâd ise Hz. Peygamber’in beyânıyla Cihâd-ı Ekber’dir. Bu cihâddan başarı ile çıkana ise Yakîn yâni şeksiz, şüphesiz, vehimsiz, Kesin Bilgi’nin yolu açılır. Lâkin insan Yakîn’e ancak “Ölmeden evvel ölünüz!” hadîsinin hakîkatı kendisinde tecellî ettiği yâni nefsi ölüp de kendisi de Hakk’ın huzûruna çıkıp Velâyet mertebesine mazhar olduğu zaman erişir. Ve işte o zaman vehimlerden ibâret olan bu fânî hayattan uyanarak hakikî bâkî hayata doğmuş olur.
* * *
[1]Parantez içindeki rakkamlar Çelebî Veled İzbudak’ın Maarif Vekâleti Şark-İslâm Klâsikleri dizisinde yayınlanmış olan Mesnevî çevirisinde, sırasıyla, cild numarası ve beyit sırasını göstermektedir.
[2]Parantez içindeki ifâde sûrenin ismi ve ilgili âyetlerin numaraları verilmektedir.
[3]Bk. İslâm Ansiklopedisi, Cild: 2, Âişe bendi, s. 201-205, Türkiye Diyânet Vakfı, İstanbul, 1989.
[4]Suyûtî: Câmi’al Sagıyr; A. Gölpınarlı (Hazreti Muhammed Ve Hadîsleri, Arkın Kitabevi, İstanbul 1957) tarafından nakledildiği şekliyle.
[5]A. Gölpınarlı Mesnevî Tercümesi Ve Şerhi (İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1981) başlıklı eserinin I/6. sayfasında yakîn (onun imlâsıyla yakıyn) kelimesini “tam inanış” ile çevirmiş olduğunu ifâde etmektedir. Bu isâbetsiz ve iltibâsa yok açan bir yakıştırmadır. Zîrâ “tam inanış” ile ne kastedilmektedir? İnanış niceliksel (kantitatif) bir büyüklük değildir ki tam ve yarım inanışların bir anlamı olsun! Buna rağmen Gölpınarlı, çevirisinin III. cildinin 111. sayfasında: ve kezâ V. cildinin 187. sayfasında:”… bilgide, zanla yakıyne örnek” “Perde açılsaydı yakıynim artmazdı” ibârelerini kullanmaktadır. Buradaki yakıyn kelimesinin içeriğinin “tam inanış”ı tazammun etmediği âşikârdır. İzbudak’ın çevirisinin V/3908. beytinin: “O er, adamın kulağını tutup bu bâtıldır dedi, gözse haktır onun her şeye yakıyni vardır” şeklinde olmasına karşılık A. Gölpınarlı’nın çevirisinde bune tekābül eden V/3909. beyit: “O er, kulağını tuttu da bu dedi, yalandır; gözse gerçektir, gözle inanç elde edilir” şeklindedir. Bu son çevirinin ise Hz. Mevlânâ’nın murâdının medlûlüne uygun olmadığı âşikârdır. Çünkü gözle “inanç” değil, Gölpınarlı’nın da I/6. sayfada kaydetmiş olduğu vechile ayn-el yakîn türünden “bilgi” elde edilir. Gölpınarlı’nın yakıyn’i “tam inanç” ile eşanlamlı kılmasındaki tutarsızlık Mesnevî’nin VI. cildinde “Sultan Veled’in Tamamlaması” bölümünde Gölpınarlı’daki 40. (sayfa: 792) beyit ve bunun mütekābili olan İzbudak’daki 38. (sayfa: 394) beyitle karşılaştırıldığı zaman da apaçık görülmektedir.
[2]Parantez içindeki ifâde sûrenin ismi ve ilgili âyetlerin numaraları verilmektedir.
[3]Bk. İslâm Ansiklopedisi, Cild: 2, Âişe bendi, s. 201-205, Türkiye Diyânet Vakfı, İstanbul, 1989.
[4]Suyûtî: Câmi’al Sagıyr; A. Gölpınarlı (Hazreti Muhammed Ve Hadîsleri, Arkın Kitabevi, İstanbul 1957) tarafından nakledildiği şekliyle.
[5]A. Gölpınarlı Mesnevî Tercümesi Ve Şerhi (İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1981) başlıklı eserinin I/6. sayfasında yakîn (onun imlâsıyla yakıyn) kelimesini “tam inanış” ile çevirmiş olduğunu ifâde etmektedir. Bu isâbetsiz ve iltibâsa yok açan bir yakıştırmadır. Zîrâ “tam inanış” ile ne kastedilmektedir? İnanış niceliksel (kantitatif) bir büyüklük değildir ki tam ve yarım inanışların bir anlamı olsun! Buna rağmen Gölpınarlı, çevirisinin III. cildinin 111. sayfasında: ve kezâ V. cildinin 187. sayfasında:”… bilgide, zanla yakıyne örnek” “Perde açılsaydı yakıynim artmazdı” ibârelerini kullanmaktadır. Buradaki yakıyn kelimesinin içeriğinin “tam inanış”ı tazammun etmediği âşikârdır. İzbudak’ın çevirisinin V/3908. beytinin: “O er, adamın kulağını tutup bu bâtıldır dedi, gözse haktır onun her şeye yakıyni vardır” şeklinde olmasına karşılık A. Gölpınarlı’nın çevirisinde bune tekābül eden V/3909. beyit: “O er, kulağını tuttu da bu dedi, yalandır; gözse gerçektir, gözle inanç elde edilir” şeklindedir. Bu son çevirinin ise Hz. Mevlânâ’nın murâdının medlûlüne uygun olmadığı âşikârdır. Çünkü gözle “inanç” değil, Gölpınarlı’nın da I/6. sayfada kaydetmiş olduğu vechile ayn-el yakîn türünden “bilgi” elde edilir. Gölpınarlı’nın yakıyn’i “tam inanç” ile eşanlamlı kılmasındaki tutarsızlık Mesnevî’nin VI. cildinde “Sultan Veled’in Tamamlaması” bölümünde Gölpınarlı’daki 40. (sayfa: 792) beyit ve bunun mütekābili olan İzbudak’daki 38. (sayfa: 394) beyitle karşılaştırıldığı zaman da apaçık görülmektedir.
Yorumlar
Yorum Gönder