Ana içeriğe atla

İLİM VE SOHBET MECLİSLERİNİN GEREĞİ VE EDEPLERİ


İLİM VE SOHBET MECLİSLERİNİN GEREĞİ VE EDEPLERİ
* Din ancak ilim sayesinde hakkıyla yaşanabilir. Bu sebeple sadatlar ilme, özellikle kişiye lazım olan ilmihale çok önem vermişlerdir.
Hangi ilim?
İlmin, bilmenin önemini vurgulamayan hiç bir dinî sohbet, hiç bir tartışma yok. İman ve yaşantıyla ilgili her konu dönüp dolaşıp ilme, bilgiye bağlanıyor. Anlıyor ve kabul ediyoruz; bilmekle, öğrenmekle yükümlüyüz.
Ama neyi?
Yaşadığımız çağa “bilgi çağı” deniyor. Gazeteler, kitaplar, dergiler, bilgisayar, internet ve her türünden kitle iletişim araçları ile bir bilgi sağanağı altında yaşıyoruz. Hayatımızla ilgili veya ilgisiz her konu üzerine, müthiş vurgular yapılıyor. Herkese göre kendi sunduğu bilgi çok önemli, hatta en önemlisi. Ve biz sade insanlar, neyi ne kadar öğreneceğimizi şaşırmış olarak bir selin önünde sürüklenip gidiyoruz.
Sonuçta öyle bir hale geldik ki, artık hayatî bilgilere de kayıtsızız. Oysa bilgiye kayıtsızlık hayata, hayatın ötesine kayıtsız kalmak demek.
Bir müslüman olarak bu konuyu yerine oturtup, beynimizi ve kalbimizi bir düzene sokmamız gerekiyor. Ancak bu şekilde dünyamızı ve dünya sonrası yaşantımızı düzene koymuş ve riskten korumuş oluruz.
Herkese Farz Olan İlim
“Şüphesiz, ilim öğrenmek erkek-kadın her müslümana farzdır.” (Beyhakî, İbnu Mâce, Tabarâni, Heysemî) hadisini her müslüman biliyor; ancak farz olan bu ilmin hangi ilim olduğu tam olarak bilinmiyor.
Hadis, farz-ı ayn ilimden bahsetmektedir. Farz-ı ayn ilim, her müslümanın bizzat öğrenmesi ve bilmesi gereken ilimdir. Bu ilmi ona farz kılan Allahu Teâlâ ve O’nun Rasulü’dür. Akıllı olup büluğ yaşına ulaşan her müslüman bu ilimlerden sorumludur. Çünkü bu durumdaki bir insan, iman ve ibadetle yükümlüdür. Helâl ve harama dikkat etmesi gerekmektedir. Görevli melekler tarafından amelleri yazılmaya başlanmıştır. Amele yükümlü olan bir kimseye ilk gereken iş, yapacağı işin ilmini öğrenmektir.
Temel kaide şudur: Yapılması farz olan bir şeyin ilmini bilmek de farzdır. Bu şeyleri temelde üç ana gruba ayırabiliriz: (Gazâli, İhyâ, I, 25)
* İnanılması şart olan esaslar.
* Yapılması icap eden farzlar.
* Terkedilmesi gereken haramlar.

Bunlarla birlikte vacip, sünnet, mendub, müstehab, mübah, mekruh ve müfsid olan ameller mevcuttur ki, onların bilinmesi farzlardan sonra gelir.
Önce İmanın Bilgisi
Farz olan ilimlerin başında, imanla ilgili konular gelir. Bunlara kısaca akâid ilmi denir. Allahu Teâlâ’nın zat ve sıfatları, peygamberler, kitaplar, melekler, kader, kaza, ahiret, hesap, ceza, Cennet, Cehennem gibi konular, bu ilmin esasını oluşturur. Bunların gerçeği her müslüman tarafından bilinmelidir. Bu esaslara topluca ve kısaca iman etmek, mü’mini mesuliyetten kurtarır. Ancak her birini derince incelemek, bildiklerini yakîn hâline getirmek, taklidi tahkike çevirmek, iman ettiklerini görürcesine kabullenmek, yapabilenler için büyük bir fazilettir.
Akâid ilmi temelde kalbin iman ve kabulüyle ilgilidir. Bu kabul ve teslimiyet her kalpte aynı seviyede değildir. Kalbin, manevi yönden sıhhat ve hastalık durumuna göre bu ilimdeki hazzı ve nasibi değişir. Yani iman nuru ve kalbin şuuru artar ve eksilir.
Kalple ilgili ilimler sadece imanla ilgili konular değildir. Kalpte meydana gelen ve kalple işlenen bir çok büyük günah vardır ki, onları bilmek ve kalbi onlardan temizlemek de farzdır. Şirk, riyâ, kibir, ucub, hased, aşırı dünya sevgisi, cimrilik, tamah, insanları küçümseme gibi hastalıklar bunların başında gelir. İnsanların çoğu, bunları ihmal eder, yeterince öğrenmez. Hatta bunları öğrenmenin farz olduğunu çoğumuz bilmiyor. Onun için çok kimse, namazın zahirî bütün farz ve edeblerini öğrendiği halde, batınî (kalbimizle ilgili) farzlardan huşû ve huzuru hiç önemsemez. Ayrıca, namazın sevap ve faziletini ortadan kaldıran gösteriş, amelini beğenme, ameline güvenme, yaptıklarıyla övünme, gaflet gibi mânevi hastalıklara hiç aldırış etmez, onları tedavi yoluna gitmez.
Allâme İbn-i Âbidin (Rh.A.), “Reddü’l-Muhtâr” adlı meşhur fıkıh kitabında bu konuya şöyle dikkat çekiyor:
“İhlası öğrenmek, ucbu, hasedi ve riyâyı bilmek farz-ı ayndır. Kibir, cimrilik, kin, hile, gazap, düşmanlık, tamah, böbürlenme, hiyânet, yağcılık, hak söze karşı kibretmek, kalp katılığı, uzun emelli olmak gibi kötü ahlâklar da aynı hükümdedir. İmam Gazâlî’nin belirttiği gibi, hiç kimse bunlardan tamamen kurtulmuş değildir. Bu durumda, onlardan herhangi birine müptelâ olan insanın onu öğrenmesi ve tedavi edip kalbinden gidermesi farz-ı ayındır. Bu da ancak, onların ne olduğunu, sebeplerini, alâmetlerini ve tedavi yollarını bilmekle mümkün olur. Çünkü, kötülüğün ne olduğunu bilmeyen kimse, içine düşer.” (İbn-i Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, I, 126)
Şâfiî fakihlerinden Allâme İbnu Hacer el-Heytemî’nin de dikkat çektiği gibi; (İbn-i Hacer el-Heytemî, ez-Zevâcir an İktirâfi’l-Kebâir, I, 49) kalpte işlenen bâtınî günahlar, azalarla zahirde işlenen günahlardan daha tehlikeli, daha devamlı ve daha tesirlidir. Çünkü şirk, riyâ, kibir ve hased gibi batınî günahlar, işleyeni zalim ve fasık yaptığı gibi, aynı zamanda iyi amelleri de yok eder. Diğer günahlar arada bir yapıldığı halde, kalbe yerleşen günahlar ona müptelâ olan kimseden hiç ayrılmaz. Mesela bir hırsız devamlı başkasının malını çalamaz. Bir içki müptelâsı durmadan şarap yudumlayamaz. Bir eşkiya, dakika başı yol kesip can yakamaz. Halbuki kibirli bir insandaki kibir ve kendini beğenme hali, ondan hiç bir halde ayrılmaz. Hasedle içi yanan kimse, bir an olsun ondan kurtulamaz. Öyle ki, otururken, yürürken, konuşurken, yerken, içerken, herhangi bir iş yaparken, hatta namaz kılarken, sohbet ederken, zikir çekerken bile bu hastalık kendisini gösterir. Dış azalarla işlenen günahlar, güzel bir tevbe ve istiğfarla temizlendiği halde, kalbe yerleşen günahlar, ancak tevbe, istiğfar ve güzel bir terbiye ile temizlenebilir. Şu halde, bu tür günahları tanımak ve sakınmak, diğerlerinden daha önemlidir.
“Halbuki onlar, ancak, ihlasla Allah’a ibadet etmekle emrolundular.” (Beyyine/5) âyeti, ihlasın farz olduğunu beyan eder. İhlâs farz olduğu gibi, onu ortadan kaldıran ve zedeleyen şirk, riyâ, gösteriş, kendini beğenme, böbürlenme, kibretme gibi şeyleri bilmek de farz olmaktadır.
Temel kâide şudur: “Bir farzın yerine getirilmesini temin eden şeyler de farzdır.” (Sühreverdî)
Sonra Amellerin Bilgisi
İmandan hemen sonra namaz farz olduğundan, her mükellefin namazla ilgili farzları ve namazın kılınış şeklini öğrenmesi farzdır.
Namazın evelinde gerekli olan taharet şekillerini, namaza mani olan pislikleri ve bunları giderme yollarını, abdest ve guslün farzlarını öğrenmek de farzdır.
Namaz içinde farz olan kıraatı yerine getirmek için, yeterli miktar Kur’an âyetlerini düzgün bir şekilde öğrenmek ve ezberlemek de farzdır.
Namazla mükellef olan bir kadının, adet ve hastalık kanının şekil ve hükümlerini, doğum yapıp lohusalık halini gördüğünde onunla ilgili hükümleri öğrenmesi farzdır.
Ramazan ayına ulaşan bir mü’minin, oruçla ilgili gerekli bilgileri, orucu bozup, kaza ve keffâreti gerektiren durumları öğrenmesi ve hastalık, yolculuk, ihtiyarlık, hamilelik gibi dinen kabul edilen bir mazereti yoksa, oruç tutması farzdır.
Ailesini geçindirmekle yükümlü olan bir mü’minin rızkını helâlinden kazanması farzdır. Bunun için, meşgul olduğu mesleğin ve kazancının içine haram karıştırmamak da farzdır. Hepsinden evvel, bir işe veya ticarete girecek bir mü’minin o iş ve ticaretle ilgili dini hükümleri öğrenmesi farzdır. Bu öyle bir mühim konudur ki, haram mal her türlü ibadeti etkilemektedir. Öyle ki, midesinde haram gıda, üzerinde haram eşya bulunan bir insanın kıldığı namaz, çektiği zikir, gittiği hacc, verdiği sadaka ve yaptığı duâ hiç bir fayda vermeyecektir. Bu konunun önemini Hz. Rasûlullah (A.S.) şöyle belirtmiştir:
“Helâli aramak, her müslümana farzdır.” (Tabarânî, Beyhakî, Heysemî)
Hz. Ömer (R.A.), kendi zamanında esnaflar için şu talimatı yayınlamıştır:
“Bu çarşı ve pazarımızda, ancak (alış-verişle ilgili) dinî hükümleri iyi bilen kimse ticaret yapsın. Aksi takdirde, isteyerek yahut istemeyerek faiz yer, harama girer.” (el-Mekkî, Kûtu’l-Kulüb, I, 129-130)
Kazandığı mal, zekât verecek nisaba ulaştığı zaman, zekâtla ilgili hükümleri bilmek ve zekâtını vermek farzdır.
Maddi durumu daha ileri seviyeye çıkan bir mü’min, hacc aylarında hac farizasını yerine getirecek imkâna ulaştığında, haccı öğrenmesi ve yerine getirmesi farzdır.
Harama düşme tehlikesi olan ve maddi imkanları bulunan bir kimsenin, nikahın şartlarını öğrenip evlenmesi ve ayrıca nikahı düşüren şeyleri bilmesi farzdır.
Hanımını boşayan bir erkeğin, ona karşı bundan sonra nasıl davranacağını ve hukukunun ne olduğunu bilmesi farzdır.
Her müslümanın, kendisine haram kılınan düşünce, fiil ve fikirleri öğrenmesi farzdır. İmam Gazâlî’nin (Rh.A.) dikkat çektiği gibi; (Gazâlî, İhyâ, I, 26) bid’atların yayıldığı, batıl fikir ve cereyanların her yanı sardığı, haramların güzel bir şey gibi anlatıldığı bir beldede büluğ çağına gelen bir genci, bu haramlara karşı bilgilendirip onlardan korumak gerekir. Çünkü haram fiil ve fikirler, kalbe ve beyne işlemeden giderilmelidir; yoksa tedavileri çok zor olur.
Her mükellefin, anne-baba hukukunu ve onlara karşı gereken vazifelerini öğrenmesi farz-ı ayndır.
Her mü’minin, kimleri Allah için sevip, kimlere Allah için buğz edeceğini öğrenmesi, kimlerle birlik içinde hareket edip kimleri terketmesi gerektiğini bilmesi farzdır.
Her mü’minin, kendisini Hakk yolunda sevk ve idare eden imam, mürşid veya halifeye, yani “ülû’l-emr” sıfatında olan kimseye karşı vazifelerini bilmesi ve gereğini yerine getirmesi farzdır.
Zengin ve imkânı olan müslümanların, farz olan dini ilimlerin korunması ve yayılması için gerekli müesseseleri kurmaları ve korumaları farzdır. İlmi ve ilim ehlini sevmek de farzdır.
Bu ilimlerin her mükellef tarafından bilinmesi farz olduğu halde, günümüzde ihmal ve gaflet biribirine eklenince, ortaya Rabbini tanımaz, dinini yaşamaz, edebini ve haddini bilmez, kendi menfaatından başka kimseyi sevemez bir sürü insan çıkıverdi. Bütün bu arızalar ve cehalet giderilmeden hakkıyla ne din yaşanabilir, ne de tasavvufun neşesine ulaşılabilir.
Öyleyse ilme koşmalıdır. Meclis ve halkalarımızda ilim konuşulmalıdır. Çantamızda, masamızda bir kitap bulunmalıdır. İlim bir çeşit zikirdir. Rahmet sebebidir. İlim halkası Cennet bahçesidir. İlmin bir kelimesi de kıymetlidir. İlmin başı Allah sevgisi, sonu edebtir. İlmin edebiyatını yapıp edebinden uzak kalmak felakettir. Kişiyi Hakk’a yaklaştırmayan ilim, kuru bir zahmettir. Gerçek âlim, âlem için bir rahmettir.[1]
İlmihâl
İlmihal kapsamına giren bilgiler, dinin mükellef saydığı herkesin öğrenmesi gereken bilgilerdir. Çünkü her müslümanın dinî hayatını tanzim ederken lazım olanı bilmesi bir borçtur.
Dolayısıyla ilmihal denince, bir kitap türünden önce İslâm’ın bir müslümanın hayatına tatbiki anlaşılmalı ve bu mantık üzerinden ilm-i hal denen bilgiler öğrenilmelidir.
İlmihal (ilm-i hâl), içinde bulunulan duruma dair bilgi demektir. Gündelik hayata dair dinî bilgiler bütününe bu ismi vermek adet olmuştur. Osmanlı Anadolusu’nda temel dinî bilgileri içeren kitaplar bu isimle anılmaya başlanmış, böylece yaygınlaşmıştır.
İslâmî bir kavram olarak ilmihal, kişinin kendisine, yaratıcısına ve çevresine karşı nasıl davranacağını belirleyen, günlük ihtiyaçlara cevap veren asgari bilgiler toplamını ifade eder.
İlmihal muhteva çerçevesi belirlenirken genellikle “Cibrîl Hadisi”nden istifade edilmiştir. Bu hadis, Hz. Peygamber s.a.v.’e sahabilerle bulunduğu bir sırada Cebrail a.s.’ın gelip din hakkında bazı sorular sorması, bu soruları Hz. Peygamber s.a.v.’in cevaplaması şeklindedir. Bu sorular “İman nedir?”, İslâm nedir?” ve “İhsan nedir?” şeklinde vuku bulmuş, böylece dinin üç temel unsuru olan inanç, ibadet ve ahlâk gündeme getirilmiştir. İşte ilmihal kitapları bu üç esastan hareketle ve bu hadisi delil alarak telif edilmişlerdir.
İlmihal kapsamına giren bilgiler, dinin mükellef saydığı herkesin öğrenmesi gereken bilgilerdir. Çünkü her müslümanın dinî hayatını tanzim ederken lazım olanı bilmesi bir borçtur. Dolayısıyla ilmihal denince, bir kitap türünden önce İslâm’ın bir müslümanın hayatına tatbiki anlaşılmalı ve bu mantık üzerinden ilm-i hal denen bilgiler öğrenilmelidir.
Başucu kitap ihtiyacı
Bir kitap türü olarak ilmihalin tarihî seyri incelendiğinde, eldeki mevcut bilgilere bakarsak, ilmihal ismi verilen eserlere ancak yakın dönem Osmanlı’da rastlanılmaktadır. Fakat çağlar boyunca değişik isimler altında yazılan başucu eserler bu sahadaki ihtiyaca cevap vermişlerdir.
Son yarım asırda ülkemizde Hanefî mezhebine tabi olan müslümanların en çok kullandığı ilmihali yazan Ömer Nasuhi Bilmen hazretlerine göre, iyi bir ilmihalde bulunması gereken en önemli özelliklerden biri, ne çok basit ve kısa yazılması ne de çok uzun ve ayrıntılı olmasıdır. İyi bir ilmihal, bu ikisinin ortası olmalıdır. O şöyle der:
“Bilindiği gibi İslâm dininin içerdiği hükümler başlıca şu dört kısma ayrılır:
• İtikada ait hükümler,
• İbadetlere ve muamelata ait hükümler,
• Helala, harama, mübah ile mekruha ait hükümler,
• Ahlâka ait hükümler.
Bu dört kısım hüküm hakkında pek ayrıntılı, mükemmel kitaplar yazılmış olduğu gibi, pek kısa, basit kitaplar da yazılmıştır. Bununla birlikte bu dört kısımdan her biri çok kere başka başka kitaplar halinde yazılmış, bu dört kısmı bir araya toplayan eserler nisbeten az bulunmuştur.
Elbette ayrıntılı eserlere ihtiyacımız yok diyemeyiz. Fakat öyle uzun uzadıya yazılmış eserleri okumaya, onlardan kendisi için en lüzumlu meseleleri ayırt etmeye de herkesin gücü yetmez. Mesleği ve vakti de buna elverişli olmaz. Pek kısa yazılmış eserler ise ihtiyacı yeteri derecede karşılayamaz, maksadı temin edemez. Hele bu gibi eserler pek kapalı ibarelerle yazılmış bulunursa istenilen faydaların elde edilmesi büsbütün güçleşir.”
Günümüzde oldukça çeşitlenmiş olan ilmihal kitaplarının yanında, oldukça zayıf kalan ilmihal eğitimimize geçmeden önce Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v. rehberliğinde İslâm’ın nasıl öğretildiğini görelim.
İlk dönemde dinî eğitim
Efendimiz s.a.v.’in tebliğ hayatı Mekke ve Medine olmak üzere iki safhadan oluşur. Siyasî ve sosyal şartlar farklı olduğu için süreçler de farklı gelişmiştir.
Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v. peygamberliğinin ilk günlerinde Hz. Ebu Bekir r.a.’ı İslâm’a şöyle davet etmişti:
“Ben Allah’ın rasulü ve nebisiyim. Beni emirlerini insanlara tebliğ etmem için gönderdi. Seni Hak olan Allah’a çağırıyorum. Vallahi o Hak’tır. Ey Ebu Bekir, seni bir olan, ortağı bulunmayan Allah’a davet ediyorum. O’ndan başkasına ibadet etmemeye, O’nun emirlerine boyun eğmeye çağırıyorum.” (İbn İshak)
Hz. Hatice, Hz. Ali, Hz. Ömer, Hz. Osman ve diğer ilk müslümanları da -Allah onlardan razı olsun- bu sözlere yakın ifadelerle İslâm’a davet etmiş, önce Allah’ın bir olduğunu öğretmişti. Sonra da kulluğun gereği olarak abdest almayı ve namaz kılmayı, ayrıca Allah’ın kullarına yakışan dürüstlüğü ve ahlâkı…
İlk Müslümanlar Mekke’de Efendimiz s.a.v. ile gizlice görüşüyor ve O’ndan İslâm’ı öğreniyorlardı. Özellikle Dârü’l-Erkâm denilen toplanma yeri bu yönüyle hem ilk okul, hem de ilk mescid hükmündeydi. Orada gizlice toplanıp Kur’an okuyorlar, İslâm’ın hükümlerini öğreniyorlar ve namaz kılıyorlardı. Dışarıdan geçenler duymasınlar diye sureleri gizlice okuyorlardı. Nitekim daha sonra müslümanlar emniyete kavuşmalarına rağmen bu günlerden kalan bir sünnet olarak öğle ve ikindi namazları cemaatle kılındığında gizli okumaya devam ettiler.
Efendimiz s.a.v.’den İslâm’ı öğrenen sahabilerin her biri yeterli bilgiyi öğreniyor ve kendi ibadet hayatlarının yanında, özellikle müşriklerle girdikleri tartışmalarda onlara galip geliyorlardı. İmana, ibadetlere, adalete ve sosyal hayata dair hükümleri en ince ayrıntısına kadar öğreniyorlar, bilmediklerini Efendimiz s.a.v.’e soruyorlardı. Bu sayede Efendimiz s.a.v. ile birlikte diğer müslümanlar da İslâm’ı tebliğ ediyorlardı. Bunu bizzat Efendimiz s.a.v. buyuruyor, kendisinden duyduklarını diğer insanlara iletmelerini söylüyordu.
Efendimiz s.a.v. hac mevsiminde Medine’den gelen altı kişiyi İslâm’a davet etmiş ve onlar da ertesi sene, ilk Akabe Biatı denilen görüşmeye sayıları artarak gelmişlerdi. Bir sonraki sene sayıları yetmişi geçmişti. Allah Rasulü s.a.v. de onlarla birlikte Mus’ab b. Umeyr r.a.’ı İslâm’ı öğretmesi için göndermişti. Mus’ab r.a. Medine’ye varır varmaz kolları sıvamış ve İslâm devletinin ilk merkezi olacak bu şehrin insanlarına İslâm’ı öğretmişti.
İlk öğretmenler: Ashab-ı Kiram
Hicret’ten sonra Medine’de müslümanlar rahatladılar ve İslâm’ı baskı altında kalmadan öğrendiler. Bu konuda Sahabe-i Kiram efendilerimiz çok gayretlilerdi. Her fırsatta Allah Rasulü s.a.v.’e sorular soruyorlardı. Onlar sormadıklarında da Allah Rasulü s.a.v. çoğu zaman bir soru ile konuşmaya başlıyor, dikkatleri konuya yönlendiriyor ve sonra meseleyi izah ediyordu. Zaten her yeni hüküm O’nun tarafından mescidde insanlara tebliğ ediliyor, sonra da Medine sokaklarında duyuruluyordu. Nitekim içkinin haram olduğu böyle duyurulmuş, sonrasında Medine sokaklarında dökülen şaraplar akmıştı.
İslâm’ın yayılışı ve öğretilmesi de Sahabe-i Kiram ile oldu. Onlar dinimizi öğretmek için ilk olarak komşu kabilelerden başlayarak topluca gitmişlerdi. Hatta bazı seriyyeler (küçük bir birlikle yapılan sefer) bu öğretmen sahabilere saldırılması sonucu gönderilmiştir. Medine’de dinin öğrenilmesinde Suffe Ashabı denilen yoksul ve Mescid-i Nebevî’nin bitişiğinde yaşayan sahabilerin payı büyüktür.
İslâm tarihi bir süreç olarak göz önüne alındığında başlangıç dönemi olan Asr-ı Saadet’te dinî ihtiyacın karşılanması, doğrudan vahiyle ve bizzat Hz. Peygamber s.a.v. ile olmuştur. Sahabe karşılaştığı problemleri Allah Rasulü s.a.v.’e arz etmiş, duruma göre çözüm bazen vahiy şeklinde, bazen de Hz. Peygamber’in bir sözüyle olmuştur. Sahabe ve sonraki nesil olan Tâbiûn döneminde ise Kur’an-ı Kerim’in yanında sahabenin Hz. Peygamber s.a.v.’den ve tâbiûnun sahabeden duydukları ile ortaya çıkan problemler çözüme kavuşturulmuştur. Böylece Kur’an ve Sünnet, karşılaşılan sorunlarda iki ana kaynak olmuştur. Bu süreçte ayet ve hadislerin yorumlanmasında içtihad veya fetvanın da kaçınılmaz olarak devreye girdiğini belirtmemiz gerekir.
Diğer taraftan bu anlama ve yorumlama sırasında değişik anlayışlardan hareketle farklı ekollerin ve mezhepleşme sürecinin de başladığı görülür. Nitekim İslâm’ın ilk üç asrı bitmeden bugüne ulaşan itikadî ve amelî hak mezhepler teşekkül etmiş durumdadır.
Mezheplerin oluşmasından önceki döneme ait, fıkhî konuları içeren birtakım risaleler günümüze ulaşmakla birlikte asıl yazma faaliyetinin mezheplerin teşekkülünden sonraya denk geldiği görülmektedir. Bu sürecin ilk örnekleri arasında Ebu Hanîfe rh.a.’in (v. 150/767) el-Fıkhü’l-Ekber, el-Fıkhü’l-Ebsat, er-Risâle, el-Âlim ve’l-Müteallim ve el-Vasiyye adlı beş eseri gelir. Ancak bunlar fıkhî konuları değil de inanç konularını içermektedir. Ebu Hanîfe rh.a. de dahil olmak üzere mezhep imamlarının fıkhî konulardaki içtihatları kendilerinden sonra öğrencileri tarafından derlenmiş ve böylece ilk yazma faaliyeti başlamıştır. Bununla birlikte Ahmed b. Hanbel rh.a.’e (ö. 241/855) Kitâbü’s-Salât ve Kitâbü’l-Eşribe (Namaz Kitabı ve İçecekler Kitabı) gibi risaleler atfedilmektedir. Yine onun fıkıh, akaid ve ahlâka dair sorulara verdiği cevaplar bazı talebeleri tarafından Mesâil adıyla bir araya getirilmiş ve bu derlemelerden bazıları günümüze ulaşmıştır.
İlk ilmihaller
İslâm dünyasının her yerinde olduğu gibi müslüman çoğunluğun yaşadığı Anadolu’da da halkın bilgilenme ihtiyacına dönük olarak sade bir üslupla yazılmış akaid ve temel bilgileri içeren küçük fıkıh kitaplarıyla karşılaşıyoruz. Osmanlı’daki âmentü şerhleri, inanç esasları ve ilmihal bilgilerini içeren eserler bu meyandadır. İbadet ve muamelâtla ilgili bütün konuları içeren eserlerin yanında yalnızca namaz, oruç veya hacla ilgili kaleme alınmış risâlelere de rastlanmaktadır. Mev’ize, irşad ve nasihat türü eserler de ilmihallerde yer alan ahlâk ve adap ile ilgili konuları anlatan kitaplar arasında yer almaktadır.
Doğrudan ilmihal başlığı altına girmeyen bu tür eserlerin her biri, ilmihalle amaçlanan dinî bilgiyi vermeyi esas alan eserler olarak işlev görmüşlerdir. Bazen bu tür eserler sonradan yeni başlıklar eklenmesiyle genişletilmiş, böylece ilmihal kitaplarının oluşum süreci yaşanmıştır. Bahsedilen bu süreçte zaman zaman inanç, ibadet ve ahlâk esaslarının bir araya geldiği görülmektedir.
Bütün bir İslâm coğrafyası göz önüne alındığında -bugün elimize geçmeyenler bir yana- farklı dillerde on binlerce ilmihal yazılmıştır. Allah dostlarının bile bu konularda kaleme aldıkları birçok eser vardır. Mesela Seyyid Yahya Şirvanî, Cemal Halvetî, İmam-ı Rabbanî, İsmail Hakkı Bursevî ve Mevlanâ Halid Bağdadî gibi zatlar akait sahasında eserler yazmışlardır. (Allah cümlesinin sırrını mukaddes kılsın.)
İlmihallerde esas, yukarıda da belirttiğimiz gibi sade bir dille inanç, ibadet ve ahlâka dair konuların anlatılmasıdır. Mesela âmentü diye bildiğimiz esaslar bir cümleden meydana gelir ve Cibril hadisindeki ifadelerin “Allah’a, meleklerine, kitaplarına … inanıyorum” şeklinde uygulanmış halidir.
Yine kolay ezberlensin diye manzum -şiir halinde- yazılmış (Arapça, Farsça, Türkçe, Kürtçe) birçok ilmihal de günümüze kadar ulaşmıştır. Osmanlı döneminde yazılmış, yazarı belli olmayan Mızraklı İlmihal de üslubunun kolaylığı sebebiyle Türkçe konuşulan bütün İslâm coğrafyasına yayılmış; mekteplerde, camilerde okutulmuştur. Günümüzde de yaygın biçimde okunmaya, okutulmaya devam edilmektedir.
Yine Osmanlı’nın son yıllarında Mehmet Zihni Efendi’nin kaleme aldığı Ni’metü’l-İslâm çok kısa sürede büyük yaygınlık kazanmıştır. Günümüzde en çok okunan ilmihalin sahibi Ömer Nasuhi Bilmen hazretleri de Büyük İslâm İlmihali’ni, Nimetü’l-İslâm ve İbn Abidin hazretlerinin oğlunun Arapça kaleme aldığı ilmihal olan Hediyyetü’l-Alâiyye’yi esas alarak günümüz şartlarına göre yazmıştır.
İlmihalsiz dindarlık olur mu?
Yukarıda belirttiğimiz gibi İslâm’ın temel hükümleri itikad, ibadetler ve muamelat, helal, haram, mübah, mekruh ve ahlâka dairdir. Onlarca ciltlik eserlerden küçücük namaz hocalarına kadar her eser bu konuları detaylı yahut kısaca ele almaktadır. Bu konuların her birinin önemi anlaşılmalı ve öğrenilmesi için gayret sarf edilmelidir.
Ömer Nasuhi Bilmen hazretleri Büyük İslâm İlmihali’nin önsözünde ilmihalin gerekliliğini şöyle anlatır:
“Müslümanlar için her hususta bilgi sahibi olmak bir vazifedir. Din hususunda bilgi ise ‘İlmihal’ adını alarak en birinci vazifeyi teşkil eder.
Her müslüman için en büyük vecibedir ki, mensup olduğu mukaddes İslâm dini hakkında yeterli derecede bilgi sahibi olsun, bu bilgisine göre dinî vazifelerini yapsın, dinî hayatını düzenlesin.
Zaten bütün insanlığın bir manevi ruhu karşılığında olan dine, din bilgisine ihtiyaç duymaması düşünülemez. En eski zamanlardan beri gerek ilkel kavimlerden gerekse medeni milletlerden hiçbiri yoktur ki dine bağlı bulunmuş olmasın.”
Günümüzde, müslüman değilken ihtida edip müslüman olan kişilerin İslâm öncesi ve sonrasındaki hayatında maalesef önemli bir değişiklik olmuyor. Bunun temel sebebi İslâm’ın kuldan istediği görevlerin ve bütün bir hayat tarzının yeterince öğrenilmiyor olmasıdır. Biz müslümanlar İslâm olmuş kişilere dinimizi öğretemiyorsak bu konudaki eksikliğimizi görmemiz gerekiyor. Aynı şekilde aileden müslüman olan fakat kul olarak görevlerini yerine getirmeyen milyonlarca kişi, kimi zaman çeşitli sebeplerle dine yöneliyor, dinine muhabbet beslemeye başlıyor. Ancak yine günlük hayatında bir değişiklik olmuyor. Dolayısıyla “ilmihalsiz bir dindarlık” ortaya çıkıyor.
Ebubekir Sifil, Semerkand dergisi Ekim 2001 sayısında kulluk sahasını ve gereklerini şöyle izah ediyordu:
“İslâm dairesine giriş itikad ile, orada kalış ise fıkıh ile mümkündür. Kelime-i şehadeti dil ile ikrar, kalp ile tasdik etmek suretiyle ‘kurtuluş gemisi’ne ilk adımı atan kişi, o andan itibaren hayatını ilahî emir ve hükümlere riayet ederek yaşama konusunda Yüce Yaratıcı’ya söz vermiş oluyor. Hayatı O’nun muradı doğrultusunda yaşamak, ancak O’nun emir ve yasaklarını hakkıyla kavramak ve detaylarıyla hayata intikal ettirmek suretiyle mümkün olur. İşte bunu sağlayacak olan, ancak ve yalnız fıkıhtır.”
Ailede ilmihal eğitimi
Çocukluk çağı altın yıllardır, kıymeti bilinmelidir. İleriki yaşlardaki kişilik ve yaşantıya dair olumsuzlukların temelleri büyük ölçüde bu yıllarda atılmaktadır. Hadis-i Şerif’te buyrulduğu gibi “Her çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar.” Daha sonra anne-babası ve çevresi çocuğu şekillendirirler.
Bizim dünyamız müslüman bir dünya. Telakkimiz de böyle olmalı. Arka plan ve kültür dünyamız müslüman bir ailenin ve cemiyetin kültürü ve anlayışı çerçevesinde oluşmalıdır. Şair Sezai Karakoç “Çocukluğumuz” şiirinde bir çocuğun nasıl bir anlatıma ihtiyaç duyduğunu çok güzel dile getirir:
“Annemin bana öğrettiği ilk kelime / Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde / Annem bana gülü şöyle öğretti / Gül, O’nun, o sonsuz iyilik güneşinin teriydi.”
Asırlar boyunca İslâm toplumları çocuklarına dinini öğretmeyi öncelik bilmişlerdir. Ebeveyn, çocuklarına ilmihal bilgilerini, İslâm’ın kavramlarını öğretmelidir. Sonra İslâm tarihini sevdirecek, öğretecek, çocuğun o dünyaya girmesini sağlayacak kitaplar, belgeseller tercih edilmelidir. Bu yöntem de bıktırmadan, usandırmadan, tepki doğurmadan tatbik edilmelidir.
İslâm alimlerimizin hayatını okuduğumuzda ilk dinî eğitimlerini çoğunlukla ailelerinden aldıklarını görürüz. Mesela Kur’an’ı annesinden, namaz kılmayı babasından öğrenmiştir. Ailenin dindar bir birey yetiştirmede büyük rolü vardır. Çocuk Kur’an eğitimine onların teşvikiyle başlar, namazı onlardan öğrenir, babasıyla camiye gider gelir. Efendimiz s.a.v.’in mübarek ahlâkını, hayatını, çocuklarını, sahabilerini onlardan dinler. Büyüklerine özenerek oruç tutar, kurban ibadetini onlarla yaşar. İslâm ahlakını, sadaka vermeyi, mukaddesata hürmeti büyüklerinden öğrenir.
Bir eğitim kurumu olarak camilerimiz
İslâmiyet’in başlangıcında ilim camilerde okutulurdu. Sonraları medreseler ve mektepler yapıldıysa da, alimler halka dönük derslerini camilerde vermeye devam ettiler. Nitekim yakın tarihe kadar İstanbul ve Türkiye’nin bütün şehir ve kasabalarında bazı medrese dersleri camilerde okutulurdu.
Özellikle Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı’nın ilk üç asrında “fakih”lik kurumu çok yaygın biçimde din öğretiminde kullanılıyor ve on binlerce fakih köylerde, kasabalarda, şehirlerin cami ve mescitlerinde öğretici olarak görev yapıyorlardı. Dolayısıyla camiler dinî hayatın en güzel ve yaygın biçimde öğretildiği yer konumundaydı. Cumhuriyet döneminde bu durum resmî olarak zayıflamış ise de, gayret sahibi nice imam cemaatine Kur’an ve ilmihal öğretmeye devam etmiş ve etmektedir. Özellikle son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yaz aylarında camilerde yoğun biçimde eğitim faaliyeti yürütülmektedir. Kış aylarında ise daha çok cami cemaatine yönelik eğitim faaliyetleri devam etmektedir.
Halihazırda Diyanet İşleri Başkanlığını yürüten Prof. Dr. Mehmet Görmez’in göreve geldiğinde ilk icraatlarından biri merkezî vaaz sistemini kaldırması olmuştu. Gerekçe olarak da merkezî vaaz sisteminin imamları tembelleştirdiğini, cemaatine faydalı olamadığını göstermişti. Gerçekten de Osmanlı ve öncesindeki fakihlik kurumunun görevini, belli ölçüde bugünün imamları üstlenmiş durumdalar. Dolayısıyla her imam önce cemaati, sonra da çevresi için bir fakih konumundadır. İmamlarımızın kendilerine bir de bu yönden bakmaları, gayret göstermeleri dinimizin öğretilmesi bakımından büyük önem arz eder. Sadece iyi hazırlanmış cuma vaaz ve hutbeleri bile son derece kıymetlidir.
Ashab-ı Kiram’dan günümüze dinin öğretilmesinde, resmî görevlilerin dışında özel gayretlerin büyük etkisi vardır. Tarih boyunca mutasavvıflar, meşayih, salih zatlar, ihvan öncelikle dini yaşamayı, sonra örneklemeyi ve öğretmeyi hedef edinmişlerdir. Günlük hayatlarında, sohbetlerinde, kitaplarında daima bu esasa göre hareket etmişlerdir. Nitekim tasavvuf erbabı dinin yayılmasında asırlar boyunca birinci etken olmuştur. Dinin öğrenilmesindeki bu rolü sebebiyle dergâhlara “halk mektebi” de denmiştir. Günümüzde de bütün İslâm coğrafyasında dergâhlar, cemaatler, onların sohbet meclisleri ve vakıfları aracılığıyla bu eğitim faaliyeti -şükürler olsun- devam etmektedir.
Okullarımız ve ilmihal
Okullar, günlük hayatın rutininden meslekî yetkinliğe kadar bütün eğitimin verildiği kurumlarımız. Buralar çocuklarımızın kişiliklerinin oluştuğu, kimliklerini edindikleri/pekiştirdikleri, dünyaya ve hayata dair bilgileri öğrendikleri yerler. Neredeyse nüfusunun tamamına yakını müslüman olan ülkemizde, okullarda din eğitimi ihtiyacın çok uzağında.
Bunun temel sebebi kuşkusuz, ülkemizde din konusunun büyük ölçüde ideolojik/politik bir arka plan üzerinden ele alınmasıdır. Oysa mesele basit ve nettir. Bugün bütün dünyanın fark ettiği üzere din eğitimi belli hükümleri, ibadetleri öğrenmekten ibaret bir süreç değil, aslında ve öncelikle bir “değerler eğitimi”dir. Dinî eğitim, nesiller arası iletişim kanallarını işler kıldığı için geçmişi bugüne bağlayan, böylece sosyal ve kültürel bütünlüğü sağlayan, bireye toplumsal sorumluluklarını öğreten komple bir süreçtir.
Müslüman denince akla gelmesi gerekenlere bir bakalım: Takva, samimiyet, fedakârlık, cömertlik, diğergâmlık, vatan sevgisi, sevgi-saygı, nezaket, cesaret, tevazu, kanaat ve buna benzer insanlığın muhtaç olduğu değerler…
İşte dinî eğitim, özelde de ilmihal eğitimi dediğimizde bu kavramların ete kemiğe büründüğü, hayatın içine girdiği bir dokudan bahsediyoruz demektir. Yani kişinin hem Rabbiyle hem de insanlarla ve diğer varlıklarla hukukunu idrak ettiği bir insan ve böyle insanlardan oluşan toplum yapısı… Eğer bu olumlu bir çaba olarak görülüyorsa başlangıcında ve merkezinde ilmihal eğitimi olmak zorundadır.
Çocuklara İlmihali Nasıl Öğretmeliyiz?
Osmanlı’nın son döneminde eğitim üzerine çalışmalarıyla öne çıkan Satı Bey’in (d. 1880 – ö. 1969) ilmihal eğitimi konusundaki yazısından bir bölüm şöyle:
“Bütün derslerde olduğu gibi ilmihal derslerinde de bir meyve alabilmek için konuları çocukların fikrî durumuna indirmek ve daha somut olanlardan başlayarak soyut olanlara doğru bir derecelendirmeye uymak gereklidir..
İlkokul çocuklarına başlangıç olarak itikada dair öğretilebilecek şeyler, Cenab-ı Hakk’ın birliği, Hazreti Muhammed s.a.v.’in peygamberliği ve bir hesaplaşma gününün, kıyametin varlığı… gibi meselelerdir. Bunlarda bile kendilerine yalnız anlayabilecekleri şeyleri söylenmelidir. Şartlar, rükünler, taksimler, tasnifler daha o yaşta çocukların zihinlerinin alamayacağı şeylerdir.
Cenab-ı Hakk’ın varlığı fikri kendilerine etraflarında gördükleri eşya ve olaylardan bir Yaratıcı’nın varlığı delillendirilmek şeklinde anlatılmalıdır. Cenab-ı Hakk’ın sıfatları da yalnızca tesirleri ile anlatılmalı, bu sıfatların sadece isimlerini söyleyerek ve kısımlara ayırarak anlatmaktan uzak durmalıdır. Efendimiz s.a.v.’in peygamberliği fikri de bir iki cümlenin kapalı ve soyut tarifleri ile değil, birçok siyer ve kıssa vasıtasıyla öğretilmelidir. Hazreti Peygamber s.a.v.’in başlıca menkıbeleri, çocukların nazar-ı dikkatine en çok çarpacak, onların kalplerini en çok etkileyecek güzellikler anlatılmalıdır.
Amele dair bilgilere gelince, bunları yaptırarak ve göstererek öğretmelidir. Öncelikle bu amellerin şartlarını, rükünlerini, farzlarını, vaciplerini değil, onlar nasıl yapılmak ve işlenmek lazımsa öylece öğretmelidir. Abdest şöyle alınır, önce böyle yapılır, sonra şöyle yapılır, namaz böyle kılınır diye bizzat göstermeli ve tarif eylemelidir.
Bu hususlarda daha fazla açıklama vermeye ancak çocuklara gerek itikada ve gerekse amele dair yeterli derecede uygulamalı bilgi verildikten sonra başlanmalıdır. İlmihal dersinin ikinci tabakasını teşkil edecek olan bu açıklamalar da aşama aşama anlatılmalıdır. O vakte kadar anlatılan ameller ve itikadlar arasından farzları, vacipleri, sünnetleri, müstehapları, haramları, mekruhları ayırmalı, fakat işe bunları isimlendirme veya tarif ile girişmemeli, öncelikle bunların neticelerini göstermelidir. Mesela “Her müslüman oruç tutmaya mecburdur; oruç tutmazsa günah işlemiş olur. Fakat bununla da kalmaz da oruç tutmak lazım değildir derse dinden çıkar.”, “Abdest alırken yüzünü yıkamalı; eğer insan unutsa da yıkamazsa abdesti boşa gider, yeniden abdest almak lazım gelir.”, “Abdest alırken ağzını, burnunu yıkamalı; yıkamazsa abdest boşa gitmez, fakat yıkayan sevap kazanır.” yolunda bilgi verilmeli. Bu şekilde değişik ameller arasında netice itibariyle olan farklar gösterildikten sonra bunlar kısımlara ayrılmalı: “Hani bazı şeyler söylemiş idik ki, insan onları yapmak gerektiğini inkâr ederse kâfir olur; işte böyle olan şeylere farz derler.” yolunda tarifler yapılmalı, daha sonra farzlar ile vacipler arasındaki farkı göstererek birinciler hakkındaki emrin kesin, ikinciler hakkındaki emrin zannî olduğu söylenmelidir. İşte böyle yapıldığı vakit, çocukların zihnine temelli, köklü dinî bilgi verilmiş olur.
‘Kellimu’n-nâse alâ kaderi ukûlihim.’ Yani insanlarla akılları derecesinde konuşun!”
İlmihal Türleri
İlmihal ve fıkıh kitaplarından faydalanırken öncelikle hangi mezhebe göre hazırlandığına dikkat etmek gerekiyor. Ülkemizde çoğunlukla Hanefî ve Şafiîler olduğu için bu mezheplere göre eserler yayınlanmaktadır. Özellikle Hanefîler için hazırlanmış eserler pek çoktur. Şafiîler için de son çeyrek asırda yapılan çalışmalar vardır. Bu konuda Halil Gönenç Hocaefendi’nin Büyük Şafiî İlmihali ilk akla gelen eserdir. Yine son on yılda Semerkand Yayınları tarafından yayınlanan Hasip Asutay ve Siraceddin Önlüer’in çalışmaları büyük bir boşluğu doldurmaktadır. Fakat yine de bu sahada yeni çalışmalara ihtiyaç duyulduğu bir gerçektir.
Konuların müstakil ele alındığı özel kitap çalışmaları da vardır. Mesela akaid, abdest, namaz, oruç, zekât, hac, alışveriş, hanımların özel halleri, evlilik ve nikâh gibi konularda yazılmış birçok eser mevcuttur. Bu gibi eserler de daha detaylı bilgi edinme imkanı sağlamaktadır.
Mızraklı İlmihal
Mızraklı İlmihal Osmanlı geleneğinde ilmihal kelimesinin geçtiği ilk eserdir. Eserin müellifi tespit edilememiştir. Ancak Süleymaniye Kütüphanesinde, Yazma Bağışlar nr. 1164’de kayıtlı bulunan nüshada müellifle ilgili “Mızraklı Efendi” kaydı geçmektedir. 1260‘da (1844) istinsah edilen bu nüshanın girişinde Halebî ve Mülteka’dan faydalanıldığından bahsedilmesi, kitabın telif tarihi hakkında bazı ipuçları vermektedir. Bu bakımdan Mızraklı İlmihal’in 16. yüzyıldan sonra telif edilmiş olma ihtimali söz konusudur.
Mızraklı İlmihal’in konuları arasında abdest, gusül, teyemmüm, namaz, oruç, hac, peygamberlerin sıfatları, imanla ilgili hususlar, meleklere ve kitaplara iman, Allah’ın sıfatları, elli dört farz, iman-İslâm-ihlâs, küfür ve şirk gibi hususlar vardır.
Osmanlı toplumunda çok okunmuş ilmihal kitaplarının başında gelen Mızraklı İlmihal yalnız okunmakla kalmayıp aynı zamanda ezberlenmiş, hatta İstanbul, Rumeli ve Anadolu’da sıbyan mektepleri gibi resmî eğitim kurumlarında da din bilgisine başlangıç kitabı olarak okutulmuştur. Etkinliği günümüze kadar devam etmiş olan eser günümüzde birkaç kez günümüz Türkçesine çevrilmiştir. Son olarak da Semerkand Yayınları tarafından basılmıştır.
Büyük İslâm İlmihali
Günümüzde Hanefîler için en ideal eser Ömer Nasuhi Bilmen hazretlerinin (d: 1882 v: 1971) ilmihalidir. Bu kıymetli eserin kıymetini biraz daha idrak edebilmek için biraz tanıtalım. Merhum Bilmen, eserini şöyle takdim ediyor:
“Çeşitli mesleklere ayrılmış olan dindaşlarımızın dinî ihtiyaçlarını yeterli derecede karşılayabilecek bir ilmihal kitabı yazılmasına birçok zat tarafından lüzum gösterilmekte ve bu hususta acizlerine müracaat edilmekteydi. Bunun üzerine mukaddes dinimizin itikada, temizliğe, ibadete, kerahet ve istihsana, ahlâka dair başlıca hükümlerine ve bir kısım büyük peygamberlerin mübarek sîretleri ile İslâm dininin tarihçesine ait ve on kısımdan oluşmak üzere oldukça büyük bir ilmihal kitabı yazmayı bir vazife bildim. Allah Tealâ hazretlerinden yardımlar dileyerek bu vazifeyi yerine getirmeye başladım. En muteber, en kıymetli kitaplarımıza müracaat ettim. İbadetler kısmını daha uzunca yazmaya çalıştım. O cömert ve çok feyizler verenin lütuf ve yardımıyla ortaya çıkan bu esere Büyük İslâm İlmihali adını verdim.”
Yazarın da belirttiği gibi, eser on bölümden oluşmaktadır. Bu bölümler şunlardır:
• Akaid, • Taharet ve sular, • Namazlar, • Oruçlar, yeminler, adaklar ve kefaretler, • Zekât ve fıtır sadakası, • Hac, • Kurban, diğer hayvanlar ve avlar, • Kerahet ve istihsan, yani helal, haram, mübah ve mekruhlar bahsi, • İslâm ahlâkı, • İsimleri Kur’an’da zikredilen büyük peygamberlerin mübarek sîretlerine ve tarihçelerine dair.
Ömer Nasuhi Bilmen hazretleri ilmihalin gerekliliğini, önemini ve özelliklerini sosyolojik olarak temellendirdiği gibi, ilmihalin konularını ele alırken de zaman zaman gerek duydukça ibadetin sosyal boyutlarına girmektedir. Buna toplumumuzda tartışılan bazı konulardan dolayı ihtiyaç duyduğu anlaşılmaktadır. Mesele İlmihal’in yedinci bölümünde kurban bahsinde “Kurbanın mahiyeti, gerekliliği ve hikmeti” başlığı altında söyledikleri bunu doğrular:
“Vacip olan kurban görevi, Hak yolunda fedakârlığın bir nişanıdır. Yüce Allah’ın verdiği nimetlere karşı yapılan bir şükürdür. Bunun sonucunda sevaba ulaşmak ve birtakım belalardan korunmaktır.
Şu gerçek bilinmeli ki, insanların ihtiyaçları için yeryüzünde binlerce hayvan kesiliyor. Fakat bunlardan yalnız durumları yeterli olanlar yararlanıyor. Kurban bayramında ise Hak rızası için birçok hayvan kesiliyor. Bunların etlerinden ve derilerinden çok fakir kimseler de yararlanıyor. İktisadî olan mesele, dinî ve ahlâkî bir mahiyet kazanıyor. Şahıs menfaati yerine toplumun menfaati bulunmuş oluyor. Bunun için kurban kesilmesi, İslâm’a ait insanî ve sosyal büyük bir fedakârlıktır. Kurban kesilmekle, kesilen hayvanların sayısı çok artmış olmaz çünkü kurban kesilen günlerde kasapların kestiği hayvan sayısı azalır ve böylece o günlerde aynı miktarda hayvan kesilmiş olur.
Kendi zevkleri için her gün binlerce hayvanın kesilmesini çok görmeyenlerin, senede bir defa Allah rızası için bir miktar hayvanın muhtaçlar yararına kurban adı altında kesilmelerini çok görmeleri, doğrusu büyük bir düşüncesizliktir.”
Ömer Nasuhi Bilmen’in kurbanın dışında dinin gerekliliği, namaz, oruç, zekât, hac, ilim, aile, ahlâk gibi konulara dair de sosyolojik yorumlarda bulunduğu ve ikna edici olduğu görülür. Merhum Bilmen, muamelatla ilgili konulara da önemli bir yer vererek gündelik hayatın dine göre şekillenmesi gerektiğini belirtir. Gündelik hayatta halk dindarlığının ilmihal çerçevesinde şekillenmesinin önemine işaret eder. Ömer Nasuhi Bilmen hazretleri hem İslâmî ilimlere olan vukufiyeti hem de İslâm hukukçusu olması dolayısıyla son derece güzel bir eser yazmıştır. Hoca’nın samimiyeti ve bütün ömründeki takva ehli hali eserine de yansımış ve büyük bir tecevvüh görmüştür, görmektedir.[2]
İlmin Fazileti ilgili Sahabe ve Allah Dostlarının Sözleri

Basra alimlerinden birisi demiştir ki: “Kalblerin ilmini bilmek, ona gelen düşünce çeşitlerini ve tafsilatını tanımak farzdır. Çünkü düşünceler kula, Allahu Teala’dan gelip onu bir ilim ve hayra davet eden elçiler veya nefisle şeytandan kaynaklanan vesveselerdir.”

Zahidlerin imamı Hasan-ı Basrî (r.a) demiştir ki: “Kalbe ait ilimleri öğreniniz.”

Şamlı abidlerin bu konuda söyledikleri ise şudur: “Helalin ilmini bilmek farzdır. Çünkü Allahu Teala onu emretmiştir. Müslümanlar da, haram yiyen kimsenin fasık olduğunda icma etmişlerdir.”

Cündüb (r.a) demiştir ki:

“Rasûlullah (s.a.v), bize önce iman sonra Kur’an’ı öğretiyordu ve imanımız artıyordu. Bir zaman gelecek ki, bir grup, imandan önce Kur’an’ı öğrenecekler.” [İbnu Mace, Mukaddime, 9]

Hz. Ebu Bekir (r.a.) şöyle dua ederdi:

“Allahım! Hakkı bize hak olarak göster ki ona tâbi olalım. Batılı da batıl olarak göster de ondan sakınalım. Onları bize karışık etme, yoksa hevamıza tâbi oluruz.”

(Ebu Talib el-Mekki (rh.a), Kalplerin Azığı, Sf.1, Semerkand Yayınları.)


Ömer b. Abdülaziz (r.a) diyor ki: “İlimsiz amel edenin, ifsat ettiği (bozduğu, yanlış yaptığı) ameli, doğru yaptıklarından çok olur” (Ahmed b. Hanbel, Zühd, s. 422)


Gavs Seyyid Abdülhakim Hüseynî hazretleri [kuddise sırruhû] de buyurdular ki: "İlimsiz tarikat olmaz. İlimsiz tarikat taklit olur. Tarikattan maksat, kalbi arındırmak, Kur'an'ı idrak ve sünnete yapışmak ise bunlar ilim ister.”

(Mehmet Ildırar, Risale-i Nur’da Tasavvuf, Sf.33, Semerkand Yayınları 2012.)

Şeyh Abdülhalık Gücdevanî Hazretleri (k.s.) buyuruyor ki: “ilmi olmayan sufi şeytana maskara olur. İlmi olmayan, vesvese ve nefsin hilelerinden kurtulamaz. Az bir ibadetle mağrur olur veya ibadetin şeklini değiştirerek dalalet çukuruna düşer.”

(Mehmet Ildırar, Nefis Terbiyesi ve İlahi Huzur, Sf.12, Semerkand Yayınları.)

*İlim, sohbet ve zikir meclislerine ilahi rahmet ve sekinet iner. Melekler gelirler ve bu halkalarda bulunanları rahmetiyle kuşatıp dergah-ı izzete takdim ederler.

Zikir meclislerine ilâhî rahmet, nur ve feyiz iner. Melekler zikredenlerin meclisine gelir, onların affı için Allah'a yalvarırlar. Zikreden kimseyi Allah Teala kendi katındaki melekler arasında zikreder, melekler onu tanır ve kendisiyle dost olurlar. Böylece kulun göklerde ismi anılır, cismi tanınır, hatırı sayılır.

(S.Saki Erol, Aile Saadeti, Semerkand Yayınları, Sf.27.)


“Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere bir araya gelirse, melekler onların etrafını kuşatır. Allah’ın rahmeti onları kaplar, üzerlerine sekinet iner ve Allahu Tealâ onları yanında bulunanlar arasında zikreder.” (Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, İbn-i Mace)

Allah’ı zikretmek, O’nu anlatmak, Rasulü’nün sünnetinden ve yolundan gidenlerden bahsetmek ne büyük lütuf!

“(İnsanları) Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden kimin sözü daha güzel olabilir?” (Fussilet, 33)

İşte bu gaye ile bir araya gelen insanların oluşturdukları meclislere sohbet meclisleri denir. Çünkü bu meclislere katılanlar, birbirlerini Allah için seven, Allah için arkadaş olan ve Allah için bir araya gelen insanlardır.

Sohbet meclislerinde, hadis-i şeriften de anlaşılacağı gibi, akıl ile izah etmekte zorlanacağımız manevi işler cereyan eder. İnsan ruhunun ihtiyacı olan manevi gıdalar ikram edilir, kalpler huzur bulur. Meleklerin teşrif ettiği ruhanî bir meclis kurulmuş olur.

Allahu Tealâ’nın kendi yanında bulunanlar arasında bir insanı zikretmesi nasıl bir ikramdır, bilemiyoruz. Herhalde yaşanarak anlaşılabilecek veya anlaşılması Yüce Huzur’a bırakılmış olan bir haldir. Ama şuna kesin olarak inanıyoruz ki, insanın ulaşabileceği en yüce hal, işte bu haldir.

(Kemal Süleymanoğlu, Nur Sofrası Sohbet Meclisleri, Semerkand Dergisi, Şubat 2002.)


Ben O Rahmetin Peşindeyim

Sâdât-ı Kiram’ın büyüklerinden Muhammed Diyauddin k.s. Hazretleri, zaman zaman küçük çocukları başına topluyor, onlara sohbet ediyor. Yine böyle bir sohbetin ardından hanımı soruyor:
- Onlar daha küçük, sohbetten ne anlar?

Hazret şöyle cevap veriyor:

- Benim amacım esasen onların bir şey anlaması değil. Sohbet meclisleri Allah’ın rahmetini çeker. Ben o rahmetin peşindeyim. Bu çocuklar bir vesile...

(Kemal Süleymanoğlu, Nur Sofrası Sohbet Meclisleri, Semerkand Dergisi, Şubat 2002.)


*İlim ve zikir meclisleri insanı günah ve bunalımdan kurtarır. Belirli aralıklarla gelerek bu meclisten istifade etmelidir.

Fakih Ebü'l-Leys [rahmetullahi aleyh] der ki: Senedleriyle bize kadar ulaşan bir rivayete göre, Şehr b. Havşeb [rahmetullahi aleyh] demiştir ki: Bir rivayete göre, Lokman [aleyhisselâm] oğluna şu tavsiyede bulunmuştur:

"Oğlum! Şayet Allah'ı zikreden bir topluluk görürsen sen de onların arasına katıl. Zira eğer sen âlim isen, bu davranışınla ilmin sana fayda verecektir. Eğer cahil isen, onlar sana bir şeyler öğretecektir. Umulur ki, Allah Teâlâ onlara rahmetiyle nazar eder ve sen de bu rahmetten nasiplenirsin. Eğer Allah'ı zikretmeyen bir topluluk görürsen onların arasına karışma, onlarla birlikte oturma! Eğer onların arasına karışırsan, âlim isen, bu yaptığınla onlardan hiçbir fayda göremezsin. Yok, eğer cahil isen daha da sapıtırsın. Bununla beraber şayet Allah Teâlâ onlara gazabını indirirse, sen de bundan nasiplenirsin."


Allah'ı Zikredenleri Arayan Melekler

Fakih Ebü'l-Leys Semerkandî [rahmetullahi aleyh] der ki: Senedleriyle bize, Ebû Saîd Hudrî'den ve Ebû Hüreyre'den [radıyallahu anhümâ] ulaşan bir rivayete göre Resûl-i Ekrem [sallallahu aleyhi vesellem] şöyle buyurmuştur: "Allah'ın yeryüzünde dolaşan melekleri vardır. Bunlar Allah'ı zikreden bir topluluk görünce 'Aradığınıza koşun!' diye birbirlerine seslenirler. Melekler hemen oraya gelerek onları (rahmet kanatlarıyla) çepeçevre kuşatırlar. Melekler semaya çıktığında Allah Teâlâ (kullarının yaptıklarını çok iyi bildiği halde yine de) onlara sorar:

- Kullarımı hangi hal üzere bıraktınız? Onlar,

- Biz onların yanından ayrıldığımızda sana hamd ediyorlar, seni tesbih ediyorlar, seni zikrediyorlardı, derler. Allah Teâlâ (yine kullarının ne istediğini çok iyi bildiği halde),

- Onlar neyi istiyorlar? diye sorar. Melekler,

- Cenneti istiyorlar, diye cevap verirler. Allah Teâlâ

- Onlar cenneti görmüşler mi? buyurur. Melekler,

- Hayır, derler. Allah Teâlâ,

- Peki şayet görmüş olsalardı ne yaparlardı? diye sorar. Melekler,

- Cenneti görmüş olsalardı onu daha çok isterler ve hırslanırlardı, derler. Allah Teâlâ,

- Hangi şeyden sığınıyorlar? diye sorar. Melekler,

- Cehennemden sana sığınıyorlar, derler. Allah Teâlâ,

- Peki, onlar cehennemi görmüşler mi? diye sorar. Melekler,

- Hayır, derler. Allah Teâlâ,

- Onlar cehennemi görselerdi ne yaparlardı? der. Melekler, (sf.167)

- Onlar cehennemi görselerdi elbette ondan daha çok kaçarlar, ondan daha çok korkarlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ,

- Ey meleklerim, sizleri şahit tutuyorum ki, ben onları bağışladım, buyurur. Melekler,

- O topluluğun içinde isteyerek oraya gelmeyen fakat bir ihtiyaç için orada bulunan günahkâr bir kimse de vardı, derler. Allah Teâlâ,

- Onlar öyle bir topluluktur ki onlarla beraber oturanlar bedbaht olmazlar, buyurur." (Buhârî, nr. 6408; Müslim, nr. 2689; Tirmizî, nr. 3600.)


İyi ve Kötü Kimselerle Bir Arada Bulunan Kişinin Misali

Abdullah b. Mesud [radıyallahu anh] şöyle demiştir: "Salih bir kimseyle beraber bulunan, misk taşıyan biriyle oturan gibidir. Bu kimse sana miskten vermese bile onun kokusu sana da siner. Kötü kimseyle beraber olan da demirciyle birlikte oturan kimse gibidir. Her ne kadar onun ocağından bir ateş senin elbisene sıçramasa da, oranın dumanı senin üstüne siner."( Buhârî, nr. 2101; Müslim, nr. 2628.)

Kâ'b b. Ahbâr [rahmetullahi aleyh] demiştir ki: "Allah Azze ve Celle iki kelime yazmış ve bütün mahlûkatı yaratmadan önce bunu Arşın altına koymuştur. Melekler dahi onun ilmine sahip değildir. Ancak ben, semavî kitaplardan birinden öğrendiğime göre, orada ne yazılı olduğunu biliyorum."

Bunun üzerine biri, "Ey Ebû İshak (Kâ'b'ın künyesi)! O iki cümle ne idi?" diye sorar. Kâ'b b. Ahbâr [rahmetullahi aleyh] şöyle anlatır: "O iki kelimeden birincisinde şöyle yazılıdır:

• Bir adam, bütün salihlerin amellerini işlemiş olmasına rağmen o, günahkâr kimselerle oturup kalksa, ben onun bütün amellerini kötülüğe çevirir ve kıyamet gününde de onu kötülerle birlikte haşrederım.

İkinci cümlede şöyle yazılıdır:

• Bir adam bütün kötülerin amellerini işlemiş olmasına rağmen o, iyilerle beraber oturup kalksa, ben onun bütün kötülüklerini iyiliğe çevirir ve kıyamet gününde de onu iyilerle birlikte haşrederim."


Âlimlerle Bir Arada Bulunmak

Fakih Ebü'l-Leys Semerkandî [rahmetullahi aleyh] der ki: Bir kimse bir âlimin yanına gider ve onun sohbetine katılırsa, her ne kadar onun anlattıklarından, ilminden bir şeyler ezberleyemese de, onun için yedi güzel haslet vardır:

1. İlim öğrenenlerin faziletine nail olur.

2. Âlimin yanında bulunduğu müddetçe, günahlardan ve hatalardan korunur.

3. Âlimin yanına gitmek için evinden çıktığı andan itibaren Allah'ın rahmeti üzerine iner.

4. Âlimin yanında bulunduğu müddetçe, onların bereketi sebebiyle kendisi de ilâhî rahmetten nasiplenir.

5. Onu dinlediği müddetçe kendisine sevap yazılır.

6. Adam, âlimlerin yanında bulunduğu müddetçe meleklerin rahmet kuşatması içinde olur.

7. Âlimin yanına gidip gelirken, kaldırdığı ve indirdiği her adım, onun bir günahına kefaret olur. Ayağını her indirip kaldırması onun derecesini yükseltir ve iyiliklerinin fazlalaşmasına sebep olur.

Sonra Allah Teâlâ o kişiye altı ikramda bulunur:

1. Allah Teâlâ o kimseye, âlimlerin meclislerinde bulunma sevgisini ikram eder.

2. Kendisine uyan herkesin kazandığı sevap kadar, onların sevaplarından hiçbir şey eksiltilmeden aynısı ona da verilir.

3. O mecliste bulunanlardan biri Allah Teâlâ tarafından bağışlanılsa, o da diğerlerine şefaatçi olur.

4. Fasıkların meclislerine karşı kalbi soğur.

5. İlim taliplerinin ve salihlerin yoluna girmiş olur.

6. Allah'ın emirlerini yerine getirmiş olur.


Zikir Meclisleri Dünyadaki Cennettir

Hikmet ehli bir zat, "Allah'ın bu dünyada da bir cenneti vardır; oraya girenin hayatı ve geçimi güzel olur" dedi. Kendisine, "O cennet hangisidir?" diye sorulunca, "Zikir (ilim) meclisleridir" diye cevap verdi.

Rivayet edildiğine göre, Ömer b. Hattâb [radıyallahu anh] şöyle söylemiştir: "Bir adam, üzerinde Tihâme dağı büyüklüğünde günahları olduğu haldeyken evinden çıksa, sonra ilimden bir mevzu dinlese, Allah'tan korksa, yaptığı günahlara pişman olup bir daha işlememeye niyet etse, günahlarından temizlenmiş olarak evine döner. Âlimlerin meclislerinden ayrılmayınız, onlarla beraber olunuz. Çünkü Allah Teâlâ şu yeryüzünde, âlimlerin meclislerden daha kıymetli bir yer daha yaratmamıştır."


Kişi Sevdiği ile Beraberdir

Humeyd'in [rahmetullahi aleyh] rivayet ettiğine göre Enes b. Mâlik [radıyallahu anh] şöyle anlatmıştır: Adamın biri Resûlullah'ın [sallallahu aleyhi vesellem] yanına geldi ve,

- Kıyamet ne zaman kopacak? diye sordu. Resûlullah [sallallahu aleyhi vesellem],

- Kıyamet için ne hazırladın? buyurdu. Adam,

- Kıyamet için çok fazlaca namaz ve oruç hazırlayamadım, ancak ben Allah'ı ve Resûlü'nü seviyorum, dedi. Bunun üzerine Resûlullah [sallallahu aleyhi vesellem],

- Kişi sevdiğiyle beraberdir, sen de sevdiğinle beraber olacaksın, buyurdu.

Enes b. Mâlik [radıyallahu anh] demiştir ki: "Ben o gün sahabilerin buna sevindikleri kadar bir şeye sevindiklerini görmemiştim."( Buhârî, nr. 6171; Müslim, nr. 2639; Tirmizî, nr. 2385; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/104,110, 165.)



Resûlullah'ın Mirası

Bir gün Ebû Hüreyre [radıyallahu anh] çarşıya gitmişti. Çarşıdakilere,

- Sizler burada duruyorsunuz ancak Hz. Muhammed'in mirası mescidde taksim ediliyor, dedi.

Bunun üzerine herkes, çarşıyı terkederek mescide koştu. Bir zaman sonra geri geldiklerinde Ebû Hüreyre'ye [radıyallahu anh],

- Ey Ebû Hüreyre! Biz mescidde taksim edilen bir miras falan göremedik! dediler. Ebû Hüreyre [radıyallahu anh],

- Peki, ne gördünüz? dedi. Onlar,

- Allah'ı zikreden ve Kur'an okuyan bazı kimseleri gördük, dediler. Bunun üzerine Ebû Hüreyre [radıyallahu anh],

- İşte gördükleriniz Resûlullah'ın [sallallahu aleyhi vesellem] mirasıdır, diye karşılık verdi.

Resûlullah [sallallahu aleyhi vesellem] buyuruyor:

"Bir topluluk Allah Teâlâ'yı zikretmek üzere bir araya geldikleri zaman, semadan bir ses işitilir: 'Kalkınız! Şüphesiz ki ben sizin kötülüklerinizi iyiliklerle değiştirdim; hepinizin günahlarını bağışladım.' Bir topluluk Allah'ı zikretmek üzere bir araya gelip oturduklarında, meleklerden bir grup da gelip onlarla birlikte oturur." (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, nr. 3/142; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 10/76.)

Zâhid Şakîk-i Belhî [rahmetullahi aleyh] şöyle demiştir "İnsanlar benim meclisimden şu üç halden biriyle muttasıf olarak kalkarlar. Ya tam kâfir ya tam münafık ya da tam mümin. Çünkü ben meclisimde Kur'an'ı tefsir ederim ve Allah Teâlâ ile Resûlü'nün [sallallahu aleyhi vesellem] sözlerini aktarırım. İşte her kim benim bu dediklerimi tasdik etmezse, o tam bir kâfir olur. Söylediğim âyet ve hadisler karşısında kalbi daralan kimse, tam münafık olur. Benim söylediklerimden sonra, geçmişte yaptığı günahlarına pişman olan ve bundan sonra da bir daha günah işlememeye niyet eden kimse de tam bir mümin olur."

Fakih Ebü'l-Leys Semerkandî [rahmetullahi aleyh] demiştir ki: Her kim şu sekiz sınıf insanla beraber olursa, Allah Teâlâ onların şu hasletlerini artırır:

1. Her kim zenginlerle oturup kalkarsa, Allah Teâlâ o kimsenin dünya sevgisini ve dünyaya olan rağbetini artırır.

2. Her kim fakirlerle oturup kalkarsa, Allah Teâlâ o kimsenin şükrünü ve nimetlerin taksimatındaki hüsn-i niyetini ve rızasını artırır.

3. Her kim sultanlarla (devlet ricaliyle) oturup kalkarsa, Allah Teâlâ o kimsenin kibrini ve kalp katılığını artırır.

4. Her kim kadınlarla oturup kalkarsa, Allah Teâlâ o kimsenin cahilliğini ve şehvetini artırır.

5. Her kim çocuklarla oturup kalkarsa, Allah Teâlâ o kimsenim boş işlere ve mizaha karşı olan isteklerini artırır.

6. Her kim fasıklarla beraber oturup kalkarsa, Allah Teâlâ o kimsenin isyana, günah işlemeye ve tövbeyi geciktirmeye karşı olan cüretini ve meylini artırır.

7. Her kim salihlerle beraber olursa, Allah Teâlâ o kimsenin ibadet ve taatlere karşı olan istek ve arzusunu artırır.

8. Her kim de âlimlerle beraber oturup kalkarsa, Allah Teâlâ o kimsenin ilmini ve takvasını artırır.


Kaç Çeşit Uyku Vardır?

Denilmiştir ki: Üç çeşit uyku vardır ki Allah Teâlâ bunlara buğz etmektedir. Üç çeşit gülmek vardır ki, Allah Teâlâ bunlara da buğz etmektedir:

Allah Teâlâ'nın buğz ettiği uykular:

1. Zikir meclislerinde uyumak ve bu sûretle o meclisin hakkını vermemek.
2. Sabah namazından sonra ve yatsı namazından önce uyumak.
3. Namaz kılarken uyumak.

Allah Teâlâ'nın buğz ettiği gülmeler:

1. Cenazenin arkasından gülmek.
2. İlim ve zikir meclislerinde gülmek.
3. Kabirlerin yanında gülmek.

Ebû Yahya Verrâk [rahmetullahi aleyh] demiştir ki: "Musibetler dört tanedir:

1. İmamın iftitah (başlangıç) tekbirini kaçırmak (zira başlangıç tekbirinin fazileti çok büyüktür. Kişi bile bile bu tekbiri, oyalanmak vs. gibi sebeplerle kaçırmamalıdır).
2. Zikir meclislerinden geri kalmak, bu meclislere katılmamak.
3. Düşmanla karşı karşıya gelip savaşma fırsatını elden kaçırmak.
4. Hacılar Arafat'ta vakfeye çıktıklarında, bu vakfeye yetişememek.

Denilmiştir ki: "Âlimlerle beraber olmak, kişinin dinini ıslah eder ve onlarla beraber olmak kendisi için bir süs olur. Fasıklarla beraber olmak ise kişinin dininde yaralar açar ve onların yanında olmak kendisi için bir ayıp meydana getirir."

Resûlullah [sallallahu aleyhi vesellem] buyuruyor:

"Anne babanın yüzüne bakmak ibadettir. Kabe'ye bakmak ibadettir. Mushafa (Kur'ân-ı Kerîm) bakmak ibadettir. Âlimin yüzüne bakmak ibadettir."( Deylemî, Müsnedü 'l-Firdevs, nr. 6867; Sehâvî, el-Makâsıdü'l-Hasene, s. 446. V)


Süfyan-ı Sevri: "Sultanların/liderlerin en hayırlısı, ilim ehlinin meclislerinden ayrılmayandır" der.

İmam-ı Gazali (rh.a.), Yöneticilere Altın Öğütler, Semerkand Yayınları, Sf.184


Ben Alimim Ama...

Büyük mezhep imamı Ahmed b. Hanbel rh.a. Hazretleri sık sık büyük veli Bişr-i Hafî k.s. Hazretleri’nin yanına gider, onunla sohbet ederdi. Tam manasıyla ona bağlanmıştı.

Bir defasında talebeleri dediler ki:
- Sen, Kur’an ve Sünnet ilimlerinde müçtehit bir alimsin. Buna rağmen böyle basit bir insanın yanına gidip gelmen sana yakışır mı?

Büyük İmam şu cevabı verdi:

- Evet, saymış olduğunuz hususları ben ondan daha iyi bilirim. Ama o Cenab-ı Hakk’ı benden daha iyi bilmekte ve tanımaktadır. (Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya, 167)


(Kemal Süleymanoğlu, Nur Sofrası Sohbet Meclisleri, Semerkand Dergisi, Şubat 2002.)


*İlim ve zikir halkalarından istifade edebilmek için meclisin edebine riayet etmek gerekir. Bu edeplerin başında tavazu, güzel niyet, sukunet, temiz giyim, güzel geçim ve hizmet vardır. (Kaynaklar: Avarifu’l-Mearif, Arifler Yolunun Edepleri, Kuşeyri Risalesi)

Sohbet meclislerinde çoğunlukla bir kişi konuşur, diğerleri dinler. Allah’a ve O’nun razı olduğu değerlere davet eden konuşmalar, sohbet meclislerinin konularını oluşturur.

Sohbet meclislerinin, hadis-i şerifte bahsi geçen nimetlerin devşirildiği manevi sofralar olabilmesi için konuşanın ve dinleyenlerin dikkat edeceği bir takım edebler vardır.


Sohbet Edenlerin Dikkat Etmesi Gereken Edebler

·         Sohbet meclisine sırf Allah rızası için gitmek. Dünyevî veya uhrevî hiçbir menfaat gözetmemek.

·         Sohbet meclisine başkalarını faydalandırmak için değil, kendi affına vesile olması için gitmek.

·         Sohbet meclislerinde kendisi arzu ettiği için değil, görevlendirildiği için veya kendisinden talep edildiği için konuşmak.

·         Anlatacağı konuyu çok iyi bilse dahi tekrar hazırlanmak. Mesela kırk dakikalık bir sohbet için asgari iki saat hazırlanmak.

·         Kendi adını bildiği gibi emin olduğu konuları anlatmak. Az da olsa şüpheye düştüğü konuları kesin olarak öğrenmeden anlatmamak.

·         Sohbete başlamadan önce hatalarından, nefsinin ve şeytanın vesvesesinden Allah’a sığınmak. Kendi hatalarını ve günahlarını gelecek rahmete engel kılmaması için Allahu Tealâ’ya yalvarmak.

·         Dinin sahibinin Allah olduğunu, tebliğ ve irşad vazifesinin Resul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e verildiğini, O’na vekaleten bu vazifeyi takva imamlarının hakkıyla yaptığını kabul edip itiraf etmek. Bu vesile ile bu meclislerde aslında konuşanın Rasulullah s.a.v. olduğunu veya O’nun vazifesini hakkı ile ifa eden takva imamları olduğunu düşünerek, meydana gelecek hiçbir güzelliği kendine mal etmemek.

·         Sorulan sorulara kesin olarak biliyorsa cevap vermek, bilmiyorsa bilenlere havale etmek. Eğer araştırıp cevabı öğrenmesi mümkün ise, mühlet istemek.

·         Her sohbet meclisini bir tevbe vesilesi görüp, sohbet meclisinden ayrılmadan tekrar Allah’tan (c.c) af dilemek ve dinleyenleri tevbeye davet etmek.


Sohbet Dinleyenlerin Dikkat Edecekleri Edebler

·         Sohbet meclisine sırf Allah rızası için gitmek.

·         Gideceği meclisin hakikaten Allah’ın zikrinin yapıldığı, O’nun razı olduğu konuların ele alındığı sohbet meclisi olduğunu iyi araştırmak.

·         Kalbini Allah’tan gelecek rahmete açarak, meleklerin teşrif ettiği bir mecliste bulunduğundan kesin olarak emin olmak.

·         Hatalarından ve günahlarından Allah’a sığınarak, hiç kimsenin kendisi sebebi ile zarara uğramamasını samimi olarak Allah’tan istemek.

·         Konuşanın veya orada bulunanların hal ve hareketleri ile kalbini meşgul etmemek.

·         Dinin sahibinin Allah olduğunu, tebliğ ve irşad vazifesinin Resul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e verildiğini, O’na vekaleten bu vazifeyi takva imamlarının hakkıyla yaptığını kabul edip, bu meclislerde aslında konuşanın Rasulullah s.a.v. olduğunu veya O’nun vazifesini hakkı ile ifa eden takva imamları olduğunu düşünerek, meydana gelecek güzellikleri konuşana veya bir başkasına mal etmemek.

·         Öğrenmek istediği bir konu varsa, konuşma bittikten sonra müsait zamanı kollayarak edebe uygun olarak sormak.

·         Her sohbet meclisini bir tevbe vesilesi görüp, sohbet meclisinden ayrılmadan tekrar Allah’tan af dilemek.

“Vusulsüzlüğümüz, usulsüzlüğümüzdendir” der büyüklerimiz. Eğer anlatılan bu edeblere riayet edilirse, sohbete katılan herkes hadis-i şerifte bahsi geçen üstün nimetlere Allah’ın izniyle ulaşır.

Günümüz hayat şartlarında sohbet meclisleri, insanın kendini bulacağı, hakikati soluklayacağı, ruhunu doyuracağı mana sofralarıdır. Bu meclislere mümkünse her gün, her hafta, hiç olmazsa ayda bir katılmak her müminin ihtiyacıdır.









[1] Dilaver SELVİ - Semerkand Dergisi, Mart 1999
[2] Ali SÖZER – Semerkand Dergisi , Şubat 2012

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kalp Gözü Açmak İsteyenlere tavsiyeler - kalp gözünü açmak için dua ve zikirler

Aşağıdaki verilen tavsiyeler çok ağır olmakla birlikte süreyi kısaltmaya yöneliktir. Esma zikri yapanlar muhakkak Esmaül hüsnayı tamamen okumakla hergün dengeleme yapmaldır. Pek çok bereket ve feyz'e menba olan şu ayetler ayrıca kalb gözünü açmada tesirlidir. Necm Suresi Ayet 58 i  gunde 1153 defa okuyanin kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Defa Ya Rahman diyenin kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Defa Ya Basit diyenin Kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Defa Ya Basir diyenin kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Defa Ya Nur diyenin kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Defa Ya Habir diyenin kulagi Ruhanilerin sesini duyar. Gunde 13.000 defa Ya Semi'u diyenin kulagi Ruhanilerin sesini duyar. Gunde 2207 defa Kaf suresi Ayet 22 i  okuyanin kalp gozu acilir. Gunde 7.000 defa Ya Allamul Guyub diyenin Kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Ya Batin diyenin kalp gozu acilir. Gunde 7.000 defa Ya Hayyu Ya kayyum diyenin kalp gozu acilir. Gunde 7.000 Defa Besmele okuyanin kalp gozu acilir. ...

Ödemişli Merhum Ziya Sunguroglu’nun notları

HERŞEY RABITALIDIR Bu alemde mevcut olan bütün eşya her gün  razbıta  yapar. Mesela : Su,ateş,toprak ve eşcar gibi cümle mevcudat  rabıta  ile nurunu güneşten alır. Dünya güneşe rabıta yapar,güneş de Arş-ı A’la’ya . Arş-ı A’la da nurunu Cenab-ı Hakk’tan alır .  Eger dünya rabıta yapmamış olsa, içindekiler yaşayamaz.Çünkü nur olmayınca nebatat yetişmez ve agaçlar meyvedar olmaz .Ay ve semadaki diger yıldızlar dahi güneşe rabıta yaparak nuru ondan alırlar. Süleyman Hilmi Tunahan ( k.s.) Ödemişli Merhum Ziya Sunguroglu’nun notlarından. Bu yazıyı gönderen  Betül hoca ’ya teşekkür eder, sizlerinde dualarını bekleriz. . SİGORTA MESELESİ SİGORTA MESELESİ Bilcümle  menkul  ve  gayrimenkul  emvalin sigortası caizdir.Lakin hayat sigortası Hazreti Mevla’ya karşı yakışıksızlıktır.Hayatı sigorta etmek: ‘’  Ya Rabbi !  Ben senin verdigin bu hayatı satıyorum  ’’ manasına gelir. Süleyman Hilmi Tunahan ( k.s.) Ödemişli Merhum Ziya Sungu...

kalp gözü nasil acilir

Aşağıdaki verilen tavsiyeler çok ağır olmakla birlikte süreyi kısaltmaya yöneliktir. Esma zikri yapanlar muhakkak Esmaül hüsnayı tamamen okumakla hergün dengeleme yapmaldır. Pek çok bereket ve feyz'e menba olan şu ayetler ayrıca kalb gözünü açmada tesirlidir. Necm Suresi Ayet 58 i  gunde 1153 defa okuyanin kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Defa Ya Rahman diyenin kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Defa Ya Basit diyenin Kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Defa Ya Basir diyenin kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Defa Ya Nur diyenin kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Defa Ya Habir diyenin kulagi Ruhanilerin sesini duyar. Gunde 13.000 defa Ya Semi'u diyenin kulagi Ruhanilerin sesini duyar. Gunde 2207 defa Kaf suresi Ayet 22 i  okuyanin kalp gozu acilir. Gunde 7.000 Subbuhun Kuddusun vel melaiketu ver ruh diyenin kalp gozu acilir. Gunde 7.000 defa Ya Allamul Guyub diyenin Kalp gozu acilir. Gunde 13.000 Ya Batin diyenin kalp gozu acilir. Gunde 7.000 defa Ya Hayyu Ya kayyum di...