İLİM VE
SOHBET MECLİSLERİNİN GEREĞİ VE EDEPLERİ
* Din ancak ilim
sayesinde hakkıyla yaşanabilir. Bu sebeple sadatlar ilme, özellikle kişiye
lazım olan ilmihale çok önem vermişlerdir.
Hangi
ilim?İlmin, bilmenin önemini vurgulamayan hiç bir dinî sohbet, hiç bir tartışma yok. İman ve yaşantıyla ilgili her konu dönüp dolaşıp ilme, bilgiye bağlanıyor. Anlıyor ve kabul ediyoruz; bilmekle, öğrenmekle yükümlüyüz.
Ama neyi?
Yaşadığımız çağa “bilgi çağı” deniyor. Gazeteler, kitaplar, dergiler, bilgisayar, internet ve her türünden kitle iletişim araçları ile bir bilgi sağanağı altında yaşıyoruz. Hayatımızla ilgili veya ilgisiz her konu üzerine, müthiş vurgular yapılıyor. Herkese göre kendi sunduğu bilgi çok önemli, hatta en önemlisi. Ve biz sade insanlar, neyi ne kadar öğreneceğimizi şaşırmış olarak bir selin önünde sürüklenip gidiyoruz.
Sonuçta öyle bir hale geldik ki, artık hayatî bilgilere de kayıtsızız. Oysa bilgiye kayıtsızlık hayata, hayatın ötesine kayıtsız kalmak demek.
Bir müslüman olarak bu konuyu yerine oturtup, beynimizi ve kalbimizi bir düzene sokmamız gerekiyor. Ancak bu şekilde dünyamızı ve dünya sonrası yaşantımızı düzene koymuş ve riskten korumuş oluruz.
Herkese Farz Olan İlim
“Şüphesiz, ilim öğrenmek erkek-kadın her müslümana farzdır.” (Beyhakî, İbnu Mâce, Tabarâni, Heysemî) hadisini her müslüman biliyor; ancak farz olan bu ilmin hangi ilim olduğu tam olarak bilinmiyor.
Hadis, farz-ı ayn ilimden bahsetmektedir. Farz-ı ayn ilim, her müslümanın bizzat öğrenmesi ve bilmesi gereken ilimdir. Bu ilmi ona farz kılan Allahu Teâlâ ve O’nun Rasulü’dür. Akıllı olup büluğ yaşına ulaşan her müslüman bu ilimlerden sorumludur. Çünkü bu durumdaki bir insan, iman ve ibadetle yükümlüdür. Helâl ve harama dikkat etmesi gerekmektedir. Görevli melekler tarafından amelleri yazılmaya başlanmıştır. Amele yükümlü olan bir kimseye ilk gereken iş, yapacağı işin ilmini öğrenmektir.
Temel kaide şudur: Yapılması farz olan bir şeyin ilmini bilmek de farzdır. Bu şeyleri temelde üç ana gruba ayırabiliriz: (Gazâli, İhyâ, I, 25)
* İnanılması şart olan esaslar.
* Yapılması icap eden farzlar.
* Terkedilmesi gereken haramlar.
Bunlarla birlikte vacip, sünnet, mendub, müstehab, mübah, mekruh ve müfsid olan ameller mevcuttur ki, onların bilinmesi farzlardan sonra gelir.
Önce İmanın Bilgisi
Farz olan ilimlerin başında, imanla ilgili konular gelir. Bunlara kısaca akâid ilmi denir. Allahu Teâlâ’nın zat ve sıfatları, peygamberler, kitaplar, melekler, kader, kaza, ahiret, hesap, ceza, Cennet, Cehennem gibi konular, bu ilmin esasını oluşturur. Bunların gerçeği her müslüman tarafından bilinmelidir. Bu esaslara topluca ve kısaca iman etmek, mü’mini mesuliyetten kurtarır. Ancak her birini derince incelemek, bildiklerini yakîn hâline getirmek, taklidi tahkike çevirmek, iman ettiklerini görürcesine kabullenmek, yapabilenler için büyük bir fazilettir.
Akâid ilmi temelde kalbin iman ve kabulüyle ilgilidir. Bu kabul ve teslimiyet her kalpte aynı seviyede değildir. Kalbin, manevi yönden sıhhat ve hastalık durumuna göre bu ilimdeki hazzı ve nasibi değişir. Yani iman nuru ve kalbin şuuru artar ve eksilir.
Kalple ilgili ilimler sadece imanla ilgili konular değildir. Kalpte meydana gelen ve kalple işlenen bir çok büyük günah vardır ki, onları bilmek ve kalbi onlardan temizlemek de farzdır. Şirk, riyâ, kibir, ucub, hased, aşırı dünya sevgisi, cimrilik, tamah, insanları küçümseme gibi hastalıklar bunların başında gelir. İnsanların çoğu, bunları ihmal eder, yeterince öğrenmez. Hatta bunları öğrenmenin farz olduğunu çoğumuz bilmiyor. Onun için çok kimse, namazın zahirî bütün farz ve edeblerini öğrendiği halde, batınî (kalbimizle ilgili) farzlardan huşû ve huzuru hiç önemsemez. Ayrıca, namazın sevap ve faziletini ortadan kaldıran gösteriş, amelini beğenme, ameline güvenme, yaptıklarıyla övünme, gaflet gibi mânevi hastalıklara hiç aldırış etmez, onları tedavi yoluna gitmez.
Allâme İbn-i Âbidin (Rh.A.), “Reddü’l-Muhtâr” adlı meşhur fıkıh kitabında bu konuya şöyle dikkat çekiyor:
“İhlası öğrenmek, ucbu, hasedi ve riyâyı bilmek farz-ı ayndır. Kibir, cimrilik, kin, hile, gazap, düşmanlık, tamah, böbürlenme, hiyânet, yağcılık, hak söze karşı kibretmek, kalp katılığı, uzun emelli olmak gibi kötü ahlâklar da aynı hükümdedir. İmam Gazâlî’nin belirttiği gibi, hiç kimse bunlardan tamamen kurtulmuş değildir. Bu durumda, onlardan herhangi birine müptelâ olan insanın onu öğrenmesi ve tedavi edip kalbinden gidermesi farz-ı ayındır. Bu da ancak, onların ne olduğunu, sebeplerini, alâmetlerini ve tedavi yollarını bilmekle mümkün olur. Çünkü, kötülüğün ne olduğunu bilmeyen kimse, içine düşer.” (İbn-i Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, I, 126)
Şâfiî fakihlerinden Allâme İbnu Hacer el-Heytemî’nin de dikkat çektiği gibi; (İbn-i Hacer el-Heytemî, ez-Zevâcir an İktirâfi’l-Kebâir, I, 49) kalpte işlenen bâtınî günahlar, azalarla zahirde işlenen günahlardan daha tehlikeli, daha devamlı ve daha tesirlidir. Çünkü şirk, riyâ, kibir ve hased gibi batınî günahlar, işleyeni zalim ve fasık yaptığı gibi, aynı zamanda iyi amelleri de yok eder. Diğer günahlar arada bir yapıldığı halde, kalbe yerleşen günahlar ona müptelâ olan kimseden hiç ayrılmaz. Mesela bir hırsız devamlı başkasının malını çalamaz. Bir içki müptelâsı durmadan şarap yudumlayamaz. Bir eşkiya, dakika başı yol kesip can yakamaz. Halbuki kibirli bir insandaki kibir ve kendini beğenme hali, ondan hiç bir halde ayrılmaz. Hasedle içi yanan kimse, bir an olsun ondan kurtulamaz. Öyle ki, otururken, yürürken, konuşurken, yerken, içerken, herhangi bir iş yaparken, hatta namaz kılarken, sohbet ederken, zikir çekerken bile bu hastalık kendisini gösterir. Dış azalarla işlenen günahlar, güzel bir tevbe ve istiğfarla temizlendiği halde, kalbe yerleşen günahlar, ancak tevbe, istiğfar ve güzel bir terbiye ile temizlenebilir. Şu halde, bu tür günahları tanımak ve sakınmak, diğerlerinden daha önemlidir.
“Halbuki onlar, ancak, ihlasla Allah’a ibadet etmekle emrolundular.” (Beyyine/5) âyeti, ihlasın farz olduğunu beyan eder. İhlâs farz olduğu gibi, onu ortadan kaldıran ve zedeleyen şirk, riyâ, gösteriş, kendini beğenme, böbürlenme, kibretme gibi şeyleri bilmek de farz olmaktadır.
Temel kâide şudur: “Bir farzın yerine getirilmesini temin eden şeyler de farzdır.” (Sühreverdî)
Sonra Amellerin Bilgisi
İmandan hemen sonra namaz farz olduğundan, her mükellefin namazla ilgili farzları ve namazın kılınış şeklini öğrenmesi farzdır.
Namazın evelinde gerekli olan taharet şekillerini, namaza mani olan pislikleri ve bunları giderme yollarını, abdest ve guslün farzlarını öğrenmek de farzdır.
Namaz içinde farz olan kıraatı yerine getirmek için, yeterli miktar Kur’an âyetlerini düzgün bir şekilde öğrenmek ve ezberlemek de farzdır.
Namazla mükellef olan bir kadının, adet ve hastalık kanının şekil ve hükümlerini, doğum yapıp lohusalık halini gördüğünde onunla ilgili hükümleri öğrenmesi farzdır.
Ramazan ayına ulaşan bir mü’minin, oruçla ilgili gerekli bilgileri, orucu bozup, kaza ve keffâreti gerektiren durumları öğrenmesi ve hastalık, yolculuk, ihtiyarlık, hamilelik gibi dinen kabul edilen bir mazereti yoksa, oruç tutması farzdır.
Ailesini geçindirmekle yükümlü olan bir mü’minin rızkını helâlinden kazanması farzdır. Bunun için, meşgul olduğu mesleğin ve kazancının içine haram karıştırmamak da farzdır. Hepsinden evvel, bir işe veya ticarete girecek bir mü’minin o iş ve ticaretle ilgili dini hükümleri öğrenmesi farzdır. Bu öyle bir mühim konudur ki, haram mal her türlü ibadeti etkilemektedir. Öyle ki, midesinde haram gıda, üzerinde haram eşya bulunan bir insanın kıldığı namaz, çektiği zikir, gittiği hacc, verdiği sadaka ve yaptığı duâ hiç bir fayda vermeyecektir. Bu konunun önemini Hz. Rasûlullah (A.S.) şöyle belirtmiştir:
“Helâli aramak, her müslümana farzdır.” (Tabarânî, Beyhakî, Heysemî)
Hz. Ömer (R.A.), kendi zamanında esnaflar için şu talimatı yayınlamıştır:
“Bu çarşı ve pazarımızda, ancak (alış-verişle ilgili) dinî hükümleri iyi bilen kimse ticaret yapsın. Aksi takdirde, isteyerek yahut istemeyerek faiz yer, harama girer.” (el-Mekkî, Kûtu’l-Kulüb, I, 129-130)
Kazandığı mal, zekât verecek nisaba ulaştığı zaman, zekâtla ilgili hükümleri bilmek ve zekâtını vermek farzdır.
Maddi durumu daha ileri seviyeye çıkan bir mü’min, hacc aylarında hac farizasını yerine getirecek imkâna ulaştığında, haccı öğrenmesi ve yerine getirmesi farzdır.
Harama düşme tehlikesi olan ve maddi imkanları bulunan bir kimsenin, nikahın şartlarını öğrenip evlenmesi ve ayrıca nikahı düşüren şeyleri bilmesi farzdır.
Hanımını boşayan bir erkeğin, ona karşı bundan sonra nasıl davranacağını ve hukukunun ne olduğunu bilmesi farzdır.
Her müslümanın, kendisine haram kılınan düşünce, fiil ve fikirleri öğrenmesi farzdır. İmam Gazâlî’nin (Rh.A.) dikkat çektiği gibi; (Gazâlî, İhyâ, I, 26) bid’atların yayıldığı, batıl fikir ve cereyanların her yanı sardığı, haramların güzel bir şey gibi anlatıldığı bir beldede büluğ çağına gelen bir genci, bu haramlara karşı bilgilendirip onlardan korumak gerekir. Çünkü haram fiil ve fikirler, kalbe ve beyne işlemeden giderilmelidir; yoksa tedavileri çok zor olur.
Her mükellefin, anne-baba hukukunu ve onlara karşı gereken vazifelerini öğrenmesi farz-ı ayndır.
Her mü’minin, kimleri Allah için sevip, kimlere Allah için buğz edeceğini öğrenmesi, kimlerle birlik içinde hareket edip kimleri terketmesi gerektiğini bilmesi farzdır.
Her mü’minin, kendisini Hakk yolunda sevk ve idare eden imam, mürşid veya halifeye, yani “ülû’l-emr” sıfatında olan kimseye karşı vazifelerini bilmesi ve gereğini yerine getirmesi farzdır.
Zengin ve imkânı olan müslümanların, farz olan dini ilimlerin korunması ve yayılması için gerekli müesseseleri kurmaları ve korumaları farzdır. İlmi ve ilim ehlini sevmek de farzdır.
Bu ilimlerin her mükellef tarafından bilinmesi farz olduğu halde, günümüzde ihmal ve gaflet biribirine eklenince, ortaya Rabbini tanımaz, dinini yaşamaz, edebini ve haddini bilmez, kendi menfaatından başka kimseyi sevemez bir sürü insan çıkıverdi. Bütün bu arızalar ve cehalet giderilmeden hakkıyla ne din yaşanabilir, ne de tasavvufun neşesine ulaşılabilir.
Öyleyse ilme koşmalıdır. Meclis ve halkalarımızda ilim konuşulmalıdır. Çantamızda, masamızda bir kitap bulunmalıdır. İlim bir çeşit zikirdir. Rahmet sebebidir. İlim halkası Cennet bahçesidir. İlmin bir kelimesi de kıymetlidir. İlmin başı Allah sevgisi, sonu edebtir. İlmin edebiyatını yapıp edebinden uzak kalmak felakettir. Kişiyi Hakk’a yaklaştırmayan ilim, kuru bir zahmettir. Gerçek âlim, âlem için bir rahmettir.[1]
İlmihâl
İlmihal kapsamına giren
bilgiler, dinin mükellef saydığı herkesin öğrenmesi gereken bilgilerdir. Çünkü
her müslümanın dinî hayatını tanzim ederken lazım olanı bilmesi bir borçtur.
Dolayısıyla ilmihal
denince, bir kitap türünden önce İslâm’ın bir müslümanın hayatına tatbiki
anlaşılmalı ve bu mantık üzerinden ilm-i hal denen bilgiler öğrenilmelidir.
İlmihal (ilm-i hâl),
içinde bulunulan duruma dair bilgi demektir. Gündelik hayata dair dinî bilgiler
bütününe bu ismi vermek adet olmuştur. Osmanlı Anadolusu’nda temel dinî bilgileri
içeren kitaplar bu isimle anılmaya başlanmış, böylece yaygınlaşmıştır.
İslâmî bir kavram olarak
ilmihal, kişinin kendisine, yaratıcısına ve çevresine karşı nasıl davranacağını
belirleyen, günlük ihtiyaçlara cevap veren asgari bilgiler toplamını ifade eder.
İlmihal muhteva çerçevesi
belirlenirken genellikle “Cibrîl Hadisi”nden istifade edilmiştir. Bu hadis, Hz.
Peygamber s.a.v.’e sahabilerle bulunduğu bir sırada Cebrail a.s.’ın gelip din
hakkında bazı sorular sorması, bu soruları Hz. Peygamber s.a.v.’in cevaplaması
şeklindedir. Bu sorular “İman nedir?”, İslâm nedir?” ve “İhsan nedir?” şeklinde
vuku bulmuş, böylece dinin üç temel unsuru olan inanç, ibadet ve ahlâk gündeme
getirilmiştir. İşte ilmihal kitapları bu üç esastan hareketle ve bu hadisi
delil alarak telif edilmişlerdir.
İlmihal kapsamına giren
bilgiler, dinin mükellef saydığı herkesin öğrenmesi gereken bilgilerdir. Çünkü
her müslümanın dinî hayatını tanzim ederken lazım olanı bilmesi bir borçtur.
Dolayısıyla ilmihal denince, bir kitap türünden önce İslâm’ın bir müslümanın
hayatına tatbiki anlaşılmalı ve bu mantık üzerinden ilm-i hal denen bilgiler
öğrenilmelidir.
Başucu kitap ihtiyacı
Bir kitap türü olarak
ilmihalin tarihî seyri incelendiğinde, eldeki mevcut bilgilere bakarsak,
ilmihal ismi verilen eserlere ancak yakın dönem Osmanlı’da rastlanılmaktadır.
Fakat çağlar boyunca değişik isimler altında yazılan başucu eserler bu sahadaki
ihtiyaca cevap vermişlerdir.
Son yarım asırda
ülkemizde Hanefî mezhebine tabi olan müslümanların en çok kullandığı ilmihali
yazan Ömer Nasuhi Bilmen hazretlerine göre, iyi bir ilmihalde bulunması gereken
en önemli özelliklerden biri, ne çok basit ve kısa yazılması ne de çok uzun ve
ayrıntılı olmasıdır. İyi bir ilmihal, bu ikisinin ortası olmalıdır. O şöyle der:
“Bilindiği gibi İslâm
dininin içerdiği hükümler başlıca şu dört kısma ayrılır:
• İtikada ait hükümler,
• İbadetlere ve muamelata ait hükümler,
• Helala, harama, mübah ile mekruha ait hükümler,
• Ahlâka ait hükümler.
• İbadetlere ve muamelata ait hükümler,
• Helala, harama, mübah ile mekruha ait hükümler,
• Ahlâka ait hükümler.
Bu dört kısım hüküm
hakkında pek ayrıntılı, mükemmel kitaplar yazılmış olduğu gibi, pek kısa, basit
kitaplar da yazılmıştır. Bununla birlikte bu dört kısımdan her biri çok kere
başka başka kitaplar halinde yazılmış, bu dört kısmı bir araya toplayan eserler
nisbeten az bulunmuştur.
Elbette ayrıntılı eserlere
ihtiyacımız yok diyemeyiz. Fakat öyle uzun uzadıya yazılmış eserleri okumaya,
onlardan kendisi için en lüzumlu meseleleri ayırt etmeye de herkesin gücü
yetmez. Mesleği ve vakti de buna elverişli olmaz. Pek kısa yazılmış eserler ise
ihtiyacı yeteri derecede karşılayamaz, maksadı temin edemez. Hele bu gibi
eserler pek kapalı ibarelerle yazılmış bulunursa istenilen faydaların elde
edilmesi büsbütün güçleşir.”
Günümüzde oldukça
çeşitlenmiş olan ilmihal kitaplarının yanında, oldukça zayıf kalan ilmihal
eğitimimize geçmeden önce Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v. rehberliğinde İslâm’ın
nasıl öğretildiğini görelim.
İlk dönemde dinî eğitim
Efendimiz s.a.v.’in
tebliğ hayatı Mekke ve Medine olmak üzere iki safhadan oluşur. Siyasî ve sosyal
şartlar farklı olduğu için süreçler de farklı gelişmiştir.
Fahr-i Kâinat Efendimiz
s.a.v. peygamberliğinin ilk günlerinde Hz. Ebu Bekir r.a.’ı İslâm’a şöyle davet
etmişti:
“Ben Allah’ın rasulü ve
nebisiyim. Beni emirlerini insanlara tebliğ etmem için gönderdi. Seni Hak olan
Allah’a çağırıyorum. Vallahi o Hak’tır. Ey Ebu Bekir, seni bir olan, ortağı
bulunmayan Allah’a davet ediyorum. O’ndan başkasına ibadet etmemeye, O’nun
emirlerine boyun eğmeye çağırıyorum.” (İbn İshak)
Hz. Hatice, Hz. Ali, Hz.
Ömer, Hz. Osman ve diğer ilk müslümanları da -Allah onlardan razı olsun- bu
sözlere yakın ifadelerle İslâm’a davet etmiş, önce Allah’ın bir olduğunu
öğretmişti. Sonra da kulluğun gereği olarak abdest almayı ve namaz kılmayı,
ayrıca Allah’ın kullarına yakışan dürüstlüğü ve ahlâkı…
İlk Müslümanlar Mekke’de
Efendimiz s.a.v. ile gizlice görüşüyor ve O’ndan İslâm’ı öğreniyorlardı.
Özellikle Dârü’l-Erkâm denilen toplanma yeri bu yönüyle hem ilk okul, hem de
ilk mescid hükmündeydi. Orada gizlice toplanıp Kur’an okuyorlar, İslâm’ın
hükümlerini öğreniyorlar ve namaz kılıyorlardı. Dışarıdan geçenler duymasınlar
diye sureleri gizlice okuyorlardı. Nitekim daha sonra müslümanlar emniyete
kavuşmalarına rağmen bu günlerden kalan bir sünnet olarak öğle ve ikindi
namazları cemaatle kılındığında gizli okumaya devam ettiler.
Efendimiz s.a.v.’den
İslâm’ı öğrenen sahabilerin her biri yeterli bilgiyi öğreniyor ve kendi ibadet
hayatlarının yanında, özellikle müşriklerle girdikleri tartışmalarda onlara
galip geliyorlardı. İmana, ibadetlere, adalete ve sosyal hayata dair hükümleri
en ince ayrıntısına kadar öğreniyorlar, bilmediklerini Efendimiz s.a.v.’e
soruyorlardı. Bu sayede Efendimiz s.a.v. ile birlikte diğer müslümanlar da
İslâm’ı tebliğ ediyorlardı. Bunu bizzat Efendimiz s.a.v. buyuruyor, kendisinden
duyduklarını diğer insanlara iletmelerini söylüyordu.
Efendimiz s.a.v. hac
mevsiminde Medine’den gelen altı kişiyi İslâm’a davet etmiş ve onlar da ertesi
sene, ilk Akabe Biatı denilen görüşmeye sayıları artarak gelmişlerdi. Bir
sonraki sene sayıları yetmişi geçmişti. Allah Rasulü s.a.v. de onlarla birlikte
Mus’ab b. Umeyr r.a.’ı İslâm’ı öğretmesi için göndermişti. Mus’ab r.a.
Medine’ye varır varmaz kolları sıvamış ve İslâm devletinin ilk merkezi olacak
bu şehrin insanlarına İslâm’ı öğretmişti.
İlk öğretmenler: Ashab-ı
Kiram
Hicret’ten sonra
Medine’de müslümanlar rahatladılar ve İslâm’ı baskı altında kalmadan
öğrendiler. Bu konuda Sahabe-i Kiram efendilerimiz çok gayretlilerdi. Her
fırsatta Allah Rasulü s.a.v.’e sorular soruyorlardı. Onlar sormadıklarında da
Allah Rasulü s.a.v. çoğu zaman bir soru ile konuşmaya başlıyor, dikkatleri
konuya yönlendiriyor ve sonra meseleyi izah ediyordu. Zaten her yeni hüküm
O’nun tarafından mescidde insanlara tebliğ ediliyor, sonra da Medine
sokaklarında duyuruluyordu. Nitekim içkinin haram olduğu böyle duyurulmuş,
sonrasında Medine sokaklarında dökülen şaraplar akmıştı.
İslâm’ın yayılışı ve
öğretilmesi de Sahabe-i Kiram ile oldu. Onlar dinimizi öğretmek için ilk olarak
komşu kabilelerden başlayarak topluca gitmişlerdi. Hatta bazı seriyyeler (küçük
bir birlikle yapılan sefer) bu öğretmen sahabilere saldırılması sonucu
gönderilmiştir. Medine’de dinin öğrenilmesinde Suffe Ashabı denilen yoksul ve
Mescid-i Nebevî’nin bitişiğinde yaşayan sahabilerin payı büyüktür.
İslâm tarihi bir süreç
olarak göz önüne alındığında başlangıç dönemi olan Asr-ı Saadet’te dinî
ihtiyacın karşılanması, doğrudan vahiyle ve bizzat Hz. Peygamber s.a.v. ile
olmuştur. Sahabe karşılaştığı problemleri Allah Rasulü s.a.v.’e arz etmiş,
duruma göre çözüm bazen vahiy şeklinde, bazen de Hz. Peygamber’in bir sözüyle
olmuştur. Sahabe ve sonraki nesil olan Tâbiûn döneminde ise Kur’an-ı Kerim’in
yanında sahabenin Hz. Peygamber s.a.v.’den ve tâbiûnun sahabeden duydukları ile
ortaya çıkan problemler çözüme kavuşturulmuştur. Böylece Kur’an ve Sünnet,
karşılaşılan sorunlarda iki ana kaynak olmuştur. Bu süreçte ayet ve hadislerin
yorumlanmasında içtihad veya fetvanın da kaçınılmaz olarak devreye girdiğini
belirtmemiz gerekir.
Diğer taraftan bu anlama
ve yorumlama sırasında değişik anlayışlardan hareketle farklı ekollerin ve
mezhepleşme sürecinin de başladığı görülür. Nitekim İslâm’ın ilk üç asrı
bitmeden bugüne ulaşan itikadî ve amelî hak mezhepler teşekkül etmiş
durumdadır.
Mezheplerin oluşmasından
önceki döneme ait, fıkhî konuları içeren birtakım risaleler günümüze ulaşmakla
birlikte asıl yazma faaliyetinin mezheplerin teşekkülünden sonraya denk geldiği
görülmektedir. Bu sürecin ilk örnekleri arasında Ebu Hanîfe rh.a.’in (v.
150/767) el-Fıkhü’l-Ekber, el-Fıkhü’l-Ebsat, er-Risâle, el-Âlim ve’l-Müteallim
ve el-Vasiyye adlı beş eseri gelir. Ancak bunlar fıkhî konuları değil de inanç
konularını içermektedir. Ebu Hanîfe rh.a. de dahil olmak üzere mezhep
imamlarının fıkhî konulardaki içtihatları kendilerinden sonra öğrencileri
tarafından derlenmiş ve böylece ilk yazma faaliyeti başlamıştır. Bununla
birlikte Ahmed b. Hanbel rh.a.’e (ö. 241/855) Kitâbü’s-Salât ve Kitâbü’l-Eşribe
(Namaz Kitabı ve İçecekler Kitabı) gibi risaleler atfedilmektedir. Yine onun
fıkıh, akaid ve ahlâka dair sorulara verdiği cevaplar bazı talebeleri
tarafından Mesâil adıyla bir araya getirilmiş ve bu derlemelerden bazıları
günümüze ulaşmıştır.
İlk ilmihaller
İslâm dünyasının her
yerinde olduğu gibi müslüman çoğunluğun yaşadığı Anadolu’da da halkın
bilgilenme ihtiyacına dönük olarak sade bir üslupla yazılmış akaid ve temel
bilgileri içeren küçük fıkıh kitaplarıyla karşılaşıyoruz. Osmanlı’daki âmentü
şerhleri, inanç esasları ve ilmihal bilgilerini içeren eserler bu meyandadır.
İbadet ve muamelâtla ilgili bütün konuları içeren eserlerin yanında yalnızca
namaz, oruç veya hacla ilgili kaleme alınmış risâlelere de rastlanmaktadır.
Mev’ize, irşad ve nasihat türü eserler de ilmihallerde yer alan ahlâk ve adap
ile ilgili konuları anlatan kitaplar arasında yer almaktadır.
Doğrudan ilmihal başlığı altına
girmeyen bu tür eserlerin her biri, ilmihalle amaçlanan dinî bilgiyi vermeyi
esas alan eserler olarak işlev görmüşlerdir. Bazen bu tür eserler sonradan yeni
başlıklar eklenmesiyle genişletilmiş, böylece ilmihal kitaplarının oluşum
süreci yaşanmıştır. Bahsedilen bu süreçte zaman zaman inanç, ibadet ve ahlâk
esaslarının bir araya geldiği görülmektedir.
Bütün bir İslâm
coğrafyası göz önüne alındığında -bugün elimize geçmeyenler bir yana- farklı
dillerde on binlerce ilmihal yazılmıştır. Allah dostlarının bile bu konularda
kaleme aldıkları birçok eser vardır. Mesela Seyyid Yahya Şirvanî, Cemal
Halvetî, İmam-ı Rabbanî, İsmail Hakkı Bursevî ve Mevlanâ Halid Bağdadî gibi
zatlar akait sahasında eserler yazmışlardır. (Allah cümlesinin sırrını mukaddes
kılsın.)
İlmihallerde esas,
yukarıda da belirttiğimiz gibi sade bir dille inanç, ibadet ve ahlâka dair
konuların anlatılmasıdır. Mesela âmentü diye bildiğimiz esaslar bir cümleden
meydana gelir ve Cibril hadisindeki ifadelerin “Allah’a, meleklerine,
kitaplarına … inanıyorum” şeklinde uygulanmış halidir.
Yine kolay ezberlensin
diye manzum -şiir halinde- yazılmış (Arapça, Farsça, Türkçe, Kürtçe) birçok
ilmihal de günümüze kadar ulaşmıştır. Osmanlı döneminde yazılmış, yazarı belli
olmayan Mızraklı İlmihal de üslubunun kolaylığı sebebiyle Türkçe konuşulan
bütün İslâm coğrafyasına yayılmış; mekteplerde, camilerde okutulmuştur.
Günümüzde de yaygın biçimde okunmaya, okutulmaya devam edilmektedir.
Yine Osmanlı’nın son
yıllarında Mehmet Zihni Efendi’nin kaleme aldığı Ni’metü’l-İslâm çok kısa
sürede büyük yaygınlık kazanmıştır. Günümüzde en çok okunan ilmihalin sahibi
Ömer Nasuhi Bilmen hazretleri de Büyük İslâm İlmihali’ni, Nimetü’l-İslâm ve İbn
Abidin hazretlerinin oğlunun Arapça kaleme aldığı ilmihal olan
Hediyyetü’l-Alâiyye’yi esas alarak günümüz şartlarına göre yazmıştır.
İlmihalsiz dindarlık olur
mu?
Yukarıda belirttiğimiz
gibi İslâm’ın temel hükümleri itikad, ibadetler ve muamelat, helal, haram,
mübah, mekruh ve ahlâka dairdir. Onlarca ciltlik eserlerden küçücük namaz hocalarına
kadar her eser bu konuları detaylı yahut kısaca ele almaktadır. Bu konuların
her birinin önemi anlaşılmalı ve öğrenilmesi için gayret sarf edilmelidir.
Ömer Nasuhi Bilmen
hazretleri Büyük İslâm İlmihali’nin önsözünde ilmihalin gerekliliğini şöyle anlatır:
“Müslümanlar için her
hususta bilgi sahibi olmak bir vazifedir. Din hususunda bilgi ise ‘İlmihal’
adını alarak en birinci vazifeyi teşkil eder.
Her müslüman için en
büyük vecibedir ki, mensup olduğu mukaddes İslâm dini hakkında yeterli derecede
bilgi sahibi olsun, bu bilgisine göre dinî vazifelerini yapsın, dinî hayatını
düzenlesin.
Zaten bütün insanlığın
bir manevi ruhu karşılığında olan dine, din bilgisine ihtiyaç duymaması
düşünülemez. En eski zamanlardan beri gerek ilkel kavimlerden gerekse medeni
milletlerden hiçbiri yoktur ki dine bağlı bulunmuş olmasın.”
Günümüzde, müslüman
değilken ihtida edip müslüman olan kişilerin İslâm öncesi ve sonrasındaki
hayatında maalesef önemli bir değişiklik olmuyor. Bunun temel sebebi İslâm’ın
kuldan istediği görevlerin ve bütün bir hayat tarzının yeterince öğrenilmiyor
olmasıdır. Biz müslümanlar İslâm olmuş kişilere dinimizi öğretemiyorsak bu
konudaki eksikliğimizi görmemiz gerekiyor. Aynı şekilde aileden müslüman olan
fakat kul olarak görevlerini yerine getirmeyen milyonlarca kişi, kimi zaman
çeşitli sebeplerle dine yöneliyor, dinine muhabbet beslemeye başlıyor. Ancak
yine günlük hayatında bir değişiklik olmuyor. Dolayısıyla “ilmihalsiz bir
dindarlık” ortaya çıkıyor.
Ebubekir Sifil, Semerkand
dergisi Ekim 2001 sayısında kulluk sahasını ve gereklerini şöyle izah ediyordu:
“İslâm dairesine giriş
itikad ile, orada kalış ise fıkıh ile mümkündür. Kelime-i şehadeti dil ile
ikrar, kalp ile tasdik etmek suretiyle ‘kurtuluş gemisi’ne ilk adımı atan kişi,
o andan itibaren hayatını ilahî emir ve hükümlere riayet ederek yaşama
konusunda Yüce Yaratıcı’ya söz vermiş oluyor. Hayatı O’nun muradı doğrultusunda
yaşamak, ancak O’nun emir ve yasaklarını hakkıyla kavramak ve detaylarıyla
hayata intikal ettirmek suretiyle mümkün olur. İşte bunu sağlayacak olan, ancak
ve yalnız fıkıhtır.”
Ailede ilmihal eğitimi
Çocukluk çağı altın
yıllardır, kıymeti bilinmelidir. İleriki yaşlardaki kişilik ve yaşantıya dair
olumsuzlukların temelleri büyük ölçüde bu yıllarda atılmaktadır. Hadis-i
Şerif’te buyrulduğu gibi “Her çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar.” Daha sonra
anne-babası ve çevresi çocuğu şekillendirirler.
Bizim dünyamız müslüman
bir dünya. Telakkimiz de böyle olmalı. Arka plan ve kültür dünyamız müslüman
bir ailenin ve cemiyetin kültürü ve anlayışı çerçevesinde oluşmalıdır. Şair
Sezai Karakoç “Çocukluğumuz” şiirinde bir çocuğun nasıl bir anlatıma ihtiyaç
duyduğunu çok güzel dile getirir:
“Annemin bana öğrettiği
ilk kelime / Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde / Annem bana gülü
şöyle öğretti / Gül, O’nun, o sonsuz iyilik güneşinin teriydi.”
Asırlar boyunca İslâm
toplumları çocuklarına dinini öğretmeyi öncelik bilmişlerdir. Ebeveyn,
çocuklarına ilmihal bilgilerini, İslâm’ın kavramlarını öğretmelidir. Sonra
İslâm tarihini sevdirecek, öğretecek, çocuğun o dünyaya girmesini sağlayacak
kitaplar, belgeseller tercih edilmelidir. Bu yöntem de bıktırmadan,
usandırmadan, tepki doğurmadan tatbik edilmelidir.
İslâm alimlerimizin
hayatını okuduğumuzda ilk dinî eğitimlerini çoğunlukla ailelerinden aldıklarını
görürüz. Mesela Kur’an’ı annesinden, namaz kılmayı babasından öğrenmiştir.
Ailenin dindar bir birey yetiştirmede büyük rolü vardır. Çocuk Kur’an eğitimine
onların teşvikiyle başlar, namazı onlardan öğrenir, babasıyla camiye gider
gelir. Efendimiz s.a.v.’in mübarek ahlâkını, hayatını, çocuklarını,
sahabilerini onlardan dinler. Büyüklerine özenerek oruç tutar, kurban ibadetini
onlarla yaşar. İslâm ahlakını, sadaka vermeyi, mukaddesata hürmeti
büyüklerinden öğrenir.
Bir eğitim kurumu olarak
camilerimiz
İslâmiyet’in
başlangıcında ilim camilerde okutulurdu. Sonraları medreseler ve mektepler
yapıldıysa da, alimler halka dönük derslerini camilerde vermeye devam ettiler.
Nitekim yakın tarihe kadar İstanbul ve Türkiye’nin bütün şehir ve kasabalarında
bazı medrese dersleri camilerde okutulurdu.
Özellikle Selçuklu,
Beylikler ve Osmanlı’nın ilk üç asrında “fakih”lik kurumu çok yaygın biçimde
din öğretiminde kullanılıyor ve on binlerce fakih köylerde, kasabalarda,
şehirlerin cami ve mescitlerinde öğretici olarak görev yapıyorlardı.
Dolayısıyla camiler dinî hayatın en güzel ve yaygın biçimde öğretildiği yer
konumundaydı. Cumhuriyet döneminde bu durum resmî olarak zayıflamış ise de,
gayret sahibi nice imam cemaatine Kur’an ve ilmihal öğretmeye devam etmiş ve
etmektedir. Özellikle son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yaz
aylarında camilerde yoğun biçimde eğitim faaliyeti yürütülmektedir. Kış
aylarında ise daha çok cami cemaatine yönelik eğitim faaliyetleri devam
etmektedir.
Halihazırda Diyanet
İşleri Başkanlığını yürüten Prof. Dr. Mehmet Görmez’in göreve geldiğinde ilk
icraatlarından biri merkezî vaaz sistemini kaldırması olmuştu. Gerekçe olarak
da merkezî vaaz sisteminin imamları tembelleştirdiğini, cemaatine faydalı
olamadığını göstermişti. Gerçekten de Osmanlı ve öncesindeki fakihlik kurumunun
görevini, belli ölçüde bugünün imamları üstlenmiş durumdalar. Dolayısıyla her
imam önce cemaati, sonra da çevresi için bir fakih konumundadır. İmamlarımızın
kendilerine bir de bu yönden bakmaları, gayret göstermeleri dinimizin
öğretilmesi bakımından büyük önem arz eder. Sadece iyi hazırlanmış cuma vaaz ve
hutbeleri bile son derece kıymetlidir.
Ashab-ı Kiram’dan
günümüze dinin öğretilmesinde, resmî görevlilerin dışında özel gayretlerin
büyük etkisi vardır. Tarih boyunca mutasavvıflar, meşayih, salih zatlar, ihvan
öncelikle dini yaşamayı, sonra örneklemeyi ve öğretmeyi hedef edinmişlerdir.
Günlük hayatlarında, sohbetlerinde, kitaplarında daima bu esasa göre hareket
etmişlerdir. Nitekim tasavvuf erbabı dinin yayılmasında asırlar boyunca birinci
etken olmuştur. Dinin öğrenilmesindeki bu rolü sebebiyle dergâhlara “halk
mektebi” de denmiştir. Günümüzde de bütün İslâm coğrafyasında dergâhlar,
cemaatler, onların sohbet meclisleri ve vakıfları aracılığıyla bu eğitim
faaliyeti -şükürler olsun- devam etmektedir.
Okullarımız ve ilmihal
Okullar, günlük hayatın
rutininden meslekî yetkinliğe kadar bütün eğitimin verildiği kurumlarımız.
Buralar çocuklarımızın kişiliklerinin oluştuğu, kimliklerini
edindikleri/pekiştirdikleri, dünyaya ve hayata dair bilgileri öğrendikleri
yerler. Neredeyse nüfusunun tamamına yakını müslüman olan ülkemizde, okullarda
din eğitimi ihtiyacın çok uzağında.
Bunun temel sebebi
kuşkusuz, ülkemizde din konusunun büyük ölçüde ideolojik/politik bir arka plan
üzerinden ele alınmasıdır. Oysa mesele basit ve nettir. Bugün bütün dünyanın
fark ettiği üzere din eğitimi belli hükümleri, ibadetleri öğrenmekten ibaret
bir süreç değil, aslında ve öncelikle bir “değerler eğitimi”dir. Dinî eğitim,
nesiller arası iletişim kanallarını işler kıldığı için geçmişi bugüne bağlayan,
böylece sosyal ve kültürel bütünlüğü sağlayan, bireye toplumsal
sorumluluklarını öğreten komple bir süreçtir.
Müslüman denince akla
gelmesi gerekenlere bir bakalım: Takva, samimiyet, fedakârlık, cömertlik, diğergâmlık,
vatan sevgisi, sevgi-saygı, nezaket, cesaret, tevazu, kanaat ve buna benzer
insanlığın muhtaç olduğu değerler…
İşte dinî eğitim, özelde
de ilmihal eğitimi dediğimizde bu kavramların ete kemiğe büründüğü, hayatın
içine girdiği bir dokudan bahsediyoruz demektir. Yani kişinin hem Rabbiyle hem
de insanlarla ve diğer varlıklarla hukukunu idrak ettiği bir insan ve böyle
insanlardan oluşan toplum yapısı… Eğer bu olumlu bir çaba olarak görülüyorsa
başlangıcında ve merkezinde ilmihal eğitimi olmak zorundadır.
Çocuklara İlmihali Nasıl
Öğretmeliyiz?
Osmanlı’nın son döneminde
eğitim üzerine çalışmalarıyla öne çıkan Satı Bey’in (d. 1880 – ö. 1969) ilmihal
eğitimi konusundaki yazısından bir bölüm şöyle:
“Bütün derslerde olduğu
gibi ilmihal derslerinde de bir meyve alabilmek için konuları çocukların fikrî
durumuna indirmek ve daha somut olanlardan başlayarak soyut olanlara doğru bir
derecelendirmeye uymak gereklidir..
İlkokul çocuklarına
başlangıç olarak itikada dair öğretilebilecek şeyler, Cenab-ı Hakk’ın birliği,
Hazreti Muhammed s.a.v.’in peygamberliği ve bir hesaplaşma gününün, kıyametin
varlığı… gibi meselelerdir. Bunlarda bile kendilerine yalnız anlayabilecekleri
şeyleri söylenmelidir. Şartlar, rükünler, taksimler, tasnifler daha o yaşta
çocukların zihinlerinin alamayacağı şeylerdir.
Cenab-ı Hakk’ın varlığı
fikri kendilerine etraflarında gördükleri eşya ve olaylardan bir Yaratıcı’nın
varlığı delillendirilmek şeklinde anlatılmalıdır. Cenab-ı Hakk’ın sıfatları da
yalnızca tesirleri ile anlatılmalı, bu sıfatların sadece isimlerini söyleyerek
ve kısımlara ayırarak anlatmaktan uzak durmalıdır. Efendimiz s.a.v.’in
peygamberliği fikri de bir iki cümlenin kapalı ve soyut tarifleri ile değil,
birçok siyer ve kıssa vasıtasıyla öğretilmelidir. Hazreti Peygamber s.a.v.’in
başlıca menkıbeleri, çocukların nazar-ı dikkatine en çok çarpacak, onların
kalplerini en çok etkileyecek güzellikler anlatılmalıdır.
Amele dair bilgilere
gelince, bunları yaptırarak ve göstererek öğretmelidir. Öncelikle bu amellerin
şartlarını, rükünlerini, farzlarını, vaciplerini değil, onlar nasıl yapılmak ve
işlenmek lazımsa öylece öğretmelidir. Abdest şöyle alınır, önce böyle yapılır,
sonra şöyle yapılır, namaz böyle kılınır diye bizzat göstermeli ve tarif
eylemelidir.
Bu hususlarda daha fazla
açıklama vermeye ancak çocuklara gerek itikada ve gerekse amele dair yeterli
derecede uygulamalı bilgi verildikten sonra başlanmalıdır. İlmihal dersinin
ikinci tabakasını teşkil edecek olan bu açıklamalar da aşama aşama
anlatılmalıdır. O vakte kadar anlatılan ameller ve itikadlar arasından
farzları, vacipleri, sünnetleri, müstehapları, haramları, mekruhları ayırmalı,
fakat işe bunları isimlendirme veya tarif ile girişmemeli, öncelikle bunların
neticelerini göstermelidir. Mesela “Her müslüman oruç tutmaya mecburdur; oruç
tutmazsa günah işlemiş olur. Fakat bununla da kalmaz da oruç tutmak lazım
değildir derse dinden çıkar.”, “Abdest alırken yüzünü yıkamalı; eğer insan
unutsa da yıkamazsa abdesti boşa gider, yeniden abdest almak lazım gelir.”,
“Abdest alırken ağzını, burnunu yıkamalı; yıkamazsa abdest boşa gitmez, fakat
yıkayan sevap kazanır.” yolunda bilgi verilmeli. Bu şekilde değişik ameller
arasında netice itibariyle olan farklar gösterildikten sonra bunlar kısımlara
ayrılmalı: “Hani bazı şeyler söylemiş idik ki, insan onları yapmak gerektiğini
inkâr ederse kâfir olur; işte böyle olan şeylere farz derler.” yolunda tarifler
yapılmalı, daha sonra farzlar ile vacipler arasındaki farkı göstererek
birinciler hakkındaki emrin kesin, ikinciler hakkındaki emrin zannî olduğu
söylenmelidir. İşte böyle yapıldığı vakit, çocukların zihnine temelli, köklü
dinî bilgi verilmiş olur.
‘Kellimu’n-nâse alâ
kaderi ukûlihim.’ Yani insanlarla akılları derecesinde konuşun!”
İlmihal Türleri
İlmihal ve fıkıh
kitaplarından faydalanırken öncelikle hangi mezhebe göre hazırlandığına dikkat
etmek gerekiyor. Ülkemizde çoğunlukla Hanefî ve Şafiîler olduğu için bu
mezheplere göre eserler yayınlanmaktadır. Özellikle Hanefîler için hazırlanmış
eserler pek çoktur. Şafiîler için de son çeyrek asırda yapılan çalışmalar
vardır. Bu konuda Halil Gönenç Hocaefendi’nin Büyük Şafiî İlmihali ilk akla
gelen eserdir. Yine son on yılda Semerkand Yayınları tarafından yayınlanan
Hasip Asutay ve Siraceddin Önlüer’in çalışmaları büyük bir boşluğu
doldurmaktadır. Fakat yine de bu sahada yeni çalışmalara ihtiyaç duyulduğu bir
gerçektir.
Konuların müstakil ele
alındığı özel kitap çalışmaları da vardır. Mesela akaid, abdest, namaz, oruç,
zekât, hac, alışveriş, hanımların özel halleri, evlilik ve nikâh gibi konularda
yazılmış birçok eser mevcuttur. Bu gibi eserler de daha detaylı bilgi edinme
imkanı sağlamaktadır.
Mızraklı İlmihal
Mızraklı İlmihal Osmanlı
geleneğinde ilmihal kelimesinin geçtiği ilk eserdir. Eserin müellifi tespit
edilememiştir. Ancak Süleymaniye Kütüphanesinde, Yazma Bağışlar nr. 1164’de
kayıtlı bulunan nüshada müellifle ilgili “Mızraklı Efendi” kaydı geçmektedir.
1260‘da (1844) istinsah edilen bu nüshanın girişinde Halebî ve Mülteka’dan
faydalanıldığından bahsedilmesi, kitabın telif tarihi hakkında bazı ipuçları
vermektedir. Bu bakımdan Mızraklı İlmihal’in 16. yüzyıldan sonra telif edilmiş
olma ihtimali söz konusudur.
Mızraklı İlmihal’in
konuları arasında abdest, gusül, teyemmüm, namaz, oruç, hac, peygamberlerin
sıfatları, imanla ilgili hususlar, meleklere ve kitaplara iman, Allah’ın
sıfatları, elli dört farz, iman-İslâm-ihlâs, küfür ve şirk gibi hususlar
vardır.
Osmanlı toplumunda çok
okunmuş ilmihal kitaplarının başında gelen Mızraklı İlmihal yalnız okunmakla
kalmayıp aynı zamanda ezberlenmiş, hatta İstanbul, Rumeli ve Anadolu’da sıbyan
mektepleri gibi resmî eğitim kurumlarında da din bilgisine başlangıç kitabı
olarak okutulmuştur. Etkinliği günümüze kadar devam etmiş olan eser günümüzde
birkaç kez günümüz Türkçesine çevrilmiştir. Son olarak da Semerkand Yayınları
tarafından basılmıştır.
Büyük İslâm İlmihali
Günümüzde Hanefîler için
en ideal eser Ömer Nasuhi Bilmen hazretlerinin (d: 1882 v: 1971) ilmihalidir.
Bu kıymetli eserin kıymetini biraz daha idrak edebilmek için biraz tanıtalım.
Merhum Bilmen, eserini şöyle takdim ediyor:
“Çeşitli mesleklere
ayrılmış olan dindaşlarımızın dinî ihtiyaçlarını yeterli derecede
karşılayabilecek bir ilmihal kitabı yazılmasına birçok zat tarafından lüzum
gösterilmekte ve bu hususta acizlerine müracaat edilmekteydi. Bunun üzerine
mukaddes dinimizin itikada, temizliğe, ibadete, kerahet ve istihsana, ahlâka
dair başlıca hükümlerine ve bir kısım büyük peygamberlerin mübarek sîretleri
ile İslâm dininin tarihçesine ait ve on kısımdan oluşmak üzere oldukça büyük bir
ilmihal kitabı yazmayı bir vazife bildim. Allah Tealâ hazretlerinden yardımlar
dileyerek bu vazifeyi yerine getirmeye başladım. En muteber, en kıymetli
kitaplarımıza müracaat ettim. İbadetler kısmını daha uzunca yazmaya çalıştım. O
cömert ve çok feyizler verenin lütuf ve yardımıyla ortaya çıkan bu esere Büyük
İslâm İlmihali adını verdim.”
Yazarın da belirttiği
gibi, eser on bölümden oluşmaktadır. Bu bölümler şunlardır:
• Akaid, • Taharet ve
sular, • Namazlar, • Oruçlar, yeminler, adaklar ve kefaretler, • Zekât ve fıtır
sadakası, • Hac, • Kurban, diğer hayvanlar ve avlar, • Kerahet ve istihsan,
yani helal, haram, mübah ve mekruhlar bahsi, • İslâm ahlâkı, • İsimleri
Kur’an’da zikredilen büyük peygamberlerin mübarek sîretlerine ve tarihçelerine
dair.
Ömer Nasuhi Bilmen
hazretleri ilmihalin gerekliliğini, önemini ve özelliklerini sosyolojik olarak
temellendirdiği gibi, ilmihalin konularını ele alırken de zaman zaman gerek
duydukça ibadetin sosyal boyutlarına girmektedir. Buna toplumumuzda tartışılan
bazı konulardan dolayı ihtiyaç duyduğu anlaşılmaktadır. Mesele İlmihal’in
yedinci bölümünde kurban bahsinde “Kurbanın mahiyeti, gerekliliği ve hikmeti”
başlığı altında söyledikleri bunu doğrular:
“Vacip olan kurban
görevi, Hak yolunda fedakârlığın bir nişanıdır. Yüce Allah’ın verdiği nimetlere
karşı yapılan bir şükürdür. Bunun sonucunda sevaba ulaşmak ve birtakım
belalardan korunmaktır.
Şu gerçek bilinmeli ki,
insanların ihtiyaçları için yeryüzünde binlerce hayvan kesiliyor. Fakat
bunlardan yalnız durumları yeterli olanlar yararlanıyor. Kurban bayramında ise
Hak rızası için birçok hayvan kesiliyor. Bunların etlerinden ve derilerinden
çok fakir kimseler de yararlanıyor. İktisadî olan mesele, dinî ve ahlâkî bir
mahiyet kazanıyor. Şahıs menfaati yerine toplumun menfaati bulunmuş oluyor.
Bunun için kurban kesilmesi, İslâm’a ait insanî ve sosyal büyük bir
fedakârlıktır. Kurban kesilmekle, kesilen hayvanların sayısı çok artmış olmaz
çünkü kurban kesilen günlerde kasapların kestiği hayvan sayısı azalır ve
böylece o günlerde aynı miktarda hayvan kesilmiş olur.
Kendi zevkleri için her
gün binlerce hayvanın kesilmesini çok görmeyenlerin, senede bir defa Allah
rızası için bir miktar hayvanın muhtaçlar yararına kurban adı altında
kesilmelerini çok görmeleri, doğrusu büyük bir düşüncesizliktir.”
Ömer Nasuhi Bilmen’in
kurbanın dışında dinin gerekliliği, namaz, oruç, zekât, hac, ilim, aile, ahlâk
gibi konulara dair de sosyolojik yorumlarda bulunduğu ve ikna edici olduğu
görülür. Merhum Bilmen, muamelatla ilgili konulara da önemli bir yer vererek
gündelik hayatın dine göre şekillenmesi gerektiğini belirtir. Gündelik hayatta
halk dindarlığının ilmihal çerçevesinde şekillenmesinin önemine işaret eder.
Ömer Nasuhi Bilmen hazretleri hem İslâmî ilimlere olan vukufiyeti hem de İslâm
hukukçusu olması dolayısıyla son derece güzel bir eser yazmıştır. Hoca’nın
samimiyeti ve bütün ömründeki takva ehli hali eserine de yansımış ve büyük bir
tecevvüh görmüştür, görmektedir.[2]
İlmin Fazileti ilgili Sahabe ve Allah Dostlarının
Sözleri
Basra alimlerinden birisi
demiştir ki: “Kalblerin ilmini bilmek, ona gelen düşünce çeşitlerini ve
tafsilatını tanımak farzdır. Çünkü düşünceler kula, Allahu Teala’dan gelip onu
bir ilim ve hayra davet eden elçiler veya nefisle şeytandan kaynaklanan
vesveselerdir.”
Zahidlerin imamı Hasan-ı
Basrî (r.a) demiştir ki: “Kalbe ait ilimleri öğreniniz.”
Şamlı abidlerin bu konuda
söyledikleri ise şudur: “Helalin ilmini bilmek farzdır. Çünkü Allahu Teala onu
emretmiştir. Müslümanlar da, haram yiyen kimsenin fasık olduğunda icma etmişlerdir.”
Cündüb (r.a) demiştir ki:
“Rasûlullah (s.a.v), bize
önce iman sonra Kur’an’ı öğretiyordu ve imanımız artıyordu. Bir zaman gelecek
ki, bir grup, imandan önce Kur’an’ı öğrenecekler.” [İbnu Mace, Mukaddime, 9]
Hz. Ebu Bekir (r.a.)
şöyle dua ederdi:
“Allahım! Hakkı bize hak
olarak göster ki ona tâbi olalım. Batılı da batıl olarak göster de ondan
sakınalım. Onları bize karışık etme, yoksa hevamıza tâbi oluruz.”
(Ebu Talib el-Mekki
(rh.a), Kalplerin Azığı, Sf.1, Semerkand Yayınları.)
Ömer
b. Abdülaziz (r.a) diyor ki: “İlimsiz amel edenin, ifsat
ettiği (bozduğu, yanlış yaptığı) ameli, doğru
yaptıklarından çok olur” (Ahmed b. Hanbel, Zühd, s. 422)
Gavs
Seyyid Abdülhakim Hüseynî hazretleri [kuddise sırruhû] de buyurdular ki: "İlimsiz tarikat olmaz. İlimsiz
tarikat taklit olur. Tarikattan maksat, kalbi arındırmak, Kur'an'ı idrak ve
sünnete yapışmak ise bunlar ilim ister.”
(Mehmet Ildırar, Risale-i Nur’da Tasavvuf,
Sf.33, Semerkand Yayınları 2012.)
Şeyh
Abdülhalık Gücdevanî Hazretleri (k.s.) buyuruyor ki: “ilmi olmayan sufi şeytana
maskara olur. İlmi olmayan, vesvese ve nefsin hilelerinden kurtulamaz. Az bir
ibadetle mağrur olur veya ibadetin şeklini değiştirerek dalalet çukuruna
düşer.”
(Mehmet Ildırar, Nefis Terbiyesi ve İlahi
Huzur, Sf.12, Semerkand Yayınları.)
*İlim,
sohbet ve zikir meclislerine ilahi rahmet ve sekinet iner. Melekler gelirler ve
bu halkalarda bulunanları rahmetiyle kuşatıp dergah-ı izzete takdim ederler.
Zikir
meclislerine ilâhî rahmet, nur ve feyiz iner. Melekler zikredenlerin meclisine
gelir, onların affı için Allah'a yalvarırlar. Zikreden kimseyi Allah Teala
kendi katındaki melekler arasında zikreder, melekler onu tanır ve kendisiyle
dost olurlar. Böylece kulun göklerde ismi anılır, cismi tanınır, hatırı
sayılır.
(S.Saki Erol, Aile Saadeti, Semerkand
Yayınları, Sf.27.)
“Bir topluluk Allah’ı
zikretmek üzere bir araya gelirse, melekler onların etrafını kuşatır. Allah’ın
rahmeti onları kaplar, üzerlerine sekinet iner ve Allahu Tealâ onları yanında
bulunanlar arasında zikreder.” (Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, İbn-i Mace)
Allah’ı zikretmek, O’nu
anlatmak, Rasulü’nün sünnetinden ve yolundan gidenlerden bahsetmek ne büyük
lütuf!
“(İnsanları) Allah’a
çağıran, salih amel işleyen ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden kimin sözü daha
güzel olabilir?” (Fussilet, 33)
İşte
bu gaye ile bir araya gelen insanların oluşturdukları meclislere sohbet
meclisleri denir. Çünkü bu meclislere katılanlar, birbirlerini Allah için
seven, Allah için arkadaş olan ve Allah için bir araya gelen insanlardır.
Sohbet meclislerinde, hadis-i şeriften de anlaşılacağı gibi, akıl ile izah
etmekte zorlanacağımız manevi işler cereyan eder. İnsan ruhunun ihtiyacı olan
manevi gıdalar ikram edilir, kalpler huzur bulur. Meleklerin teşrif ettiği
ruhanî bir meclis kurulmuş olur.
Allahu Tealâ’nın kendi
yanında bulunanlar arasında bir insanı zikretmesi nasıl bir ikramdır,
bilemiyoruz. Herhalde yaşanarak anlaşılabilecek veya anlaşılması Yüce Huzur’a
bırakılmış olan bir haldir. Ama şuna kesin olarak inanıyoruz ki, insanın
ulaşabileceği en yüce hal, işte bu haldir.
(Kemal Süleymanoğlu, Nur
Sofrası Sohbet Meclisleri, Semerkand Dergisi, Şubat 2002.)
Ben O Rahmetin Peşindeyim
Sâdât-ı Kiram’ın büyüklerinden Muhammed Diyauddin k.s. Hazretleri, zaman zaman küçük çocukları başına topluyor, onlara sohbet
ediyor. Yine böyle bir sohbetin ardından hanımı soruyor:
- Onlar daha küçük,
sohbetten ne anlar?
Hazret şöyle cevap
veriyor:
- Benim amacım esasen
onların bir şey anlaması değil. Sohbet meclisleri Allah’ın rahmetini çeker. Ben o rahmetin peşindeyim.
Bu çocuklar bir vesile...
(Kemal Süleymanoğlu, Nur
Sofrası Sohbet Meclisleri, Semerkand Dergisi, Şubat 2002.)
*İlim
ve zikir meclisleri insanı günah ve bunalımdan kurtarır. Belirli aralıklarla
gelerek bu meclisten istifade etmelidir.
Fakih Ebü'l-Leys
[rahmetullahi aleyh] der ki: Senedleriyle bize kadar ulaşan bir rivayete göre,
Şehr b. Havşeb [rahmetullahi aleyh] demiştir ki: Bir rivayete göre, Lokman
[aleyhisselâm] oğluna şu tavsiyede bulunmuştur:
"Oğlum! Şayet
Allah'ı zikreden bir topluluk görürsen sen de onların arasına katıl. Zira eğer
sen âlim isen, bu davranışınla ilmin sana fayda verecektir. Eğer cahil isen,
onlar sana bir şeyler öğretecektir. Umulur ki, Allah Teâlâ onlara rahmetiyle
nazar eder ve sen de bu rahmetten nasiplenirsin. Eğer Allah'ı zikretmeyen bir
topluluk görürsen onların arasına karışma, onlarla birlikte oturma! Eğer
onların arasına karışırsan, âlim isen, bu yaptığınla onlardan hiçbir fayda
göremezsin. Yok, eğer cahil isen daha da sapıtırsın. Bununla beraber şayet Allah
Teâlâ onlara gazabını indirirse, sen de bundan nasiplenirsin."
Allah'ı Zikredenleri Arayan Melekler
Fakih Ebü'l-Leys
Semerkandî [rahmetullahi aleyh] der ki: Senedleriyle bize, Ebû Saîd Hudrî'den
ve Ebû Hüreyre'den [radıyallahu anhümâ] ulaşan bir rivayete göre Resûl-i Ekrem
[sallallahu aleyhi vesellem] şöyle buyurmuştur: "Allah'ın yeryüzünde
dolaşan melekleri vardır. Bunlar Allah'ı zikreden bir topluluk görünce
'Aradığınıza koşun!' diye birbirlerine seslenirler. Melekler hemen oraya
gelerek onları (rahmet kanatlarıyla) çepeçevre kuşatırlar. Melekler semaya
çıktığında Allah Teâlâ (kullarının yaptıklarını çok iyi bildiği halde yine de)
onlara sorar:
- Kullarımı hangi hal
üzere bıraktınız? Onlar,
- Biz onların yanından
ayrıldığımızda sana hamd ediyorlar, seni tesbih ediyorlar, seni
zikrediyorlardı, derler. Allah Teâlâ (yine kullarının ne istediğini çok iyi
bildiği halde),
- Onlar neyi istiyorlar?
diye sorar. Melekler,
- Cenneti istiyorlar,
diye cevap verirler. Allah Teâlâ
- Onlar cenneti görmüşler
mi? buyurur. Melekler,
- Hayır, derler. Allah
Teâlâ,
- Peki şayet görmüş
olsalardı ne yaparlardı? diye sorar. Melekler,
- Cenneti görmüş
olsalardı onu daha çok isterler ve hırslanırlardı, derler. Allah Teâlâ,
- Hangi şeyden
sığınıyorlar? diye sorar. Melekler,
- Cehennemden sana
sığınıyorlar, derler. Allah Teâlâ,
- Peki, onlar cehennemi
görmüşler mi? diye sorar. Melekler,
- Hayır, derler. Allah
Teâlâ,
- Onlar cehennemi
görselerdi ne yaparlardı? der. Melekler, (sf.167)
- Onlar cehennemi
görselerdi elbette ondan daha çok kaçarlar, ondan daha çok korkarlardı. Bunun
üzerine Allah Teâlâ,
- Ey meleklerim, sizleri
şahit tutuyorum ki, ben onları bağışladım, buyurur. Melekler,
- O topluluğun içinde
isteyerek oraya gelmeyen fakat bir ihtiyaç için orada bulunan günahkâr bir
kimse de vardı, derler. Allah Teâlâ,
- Onlar öyle bir
topluluktur ki onlarla beraber oturanlar bedbaht olmazlar, buyurur."
(Buhârî, nr. 6408; Müslim, nr. 2689; Tirmizî, nr. 3600.)
İyi ve Kötü Kimselerle Bir Arada Bulunan Kişinin
Misali
Abdullah b. Mesud
[radıyallahu anh] şöyle demiştir: "Salih bir kimseyle beraber bulunan,
misk taşıyan biriyle oturan gibidir. Bu kimse sana miskten vermese bile onun
kokusu sana da siner. Kötü kimseyle beraber olan da demirciyle birlikte oturan
kimse gibidir. Her ne kadar onun ocağından bir ateş senin elbisene sıçramasa
da, oranın dumanı senin üstüne siner."( Buhârî, nr. 2101; Müslim, nr.
2628.)
Kâ'b b. Ahbâr
[rahmetullahi aleyh] demiştir ki: "Allah Azze ve Celle iki kelime yazmış
ve bütün mahlûkatı yaratmadan önce bunu Arşın altına koymuştur. Melekler dahi
onun ilmine sahip değildir. Ancak ben, semavî kitaplardan birinden öğrendiğime
göre, orada ne yazılı olduğunu biliyorum."
Bunun üzerine biri,
"Ey Ebû İshak (Kâ'b'ın künyesi)! O iki cümle ne idi?" diye sorar.
Kâ'b b. Ahbâr [rahmetullahi aleyh] şöyle anlatır: "O iki kelimeden
birincisinde şöyle yazılıdır:
• Bir adam, bütün
salihlerin amellerini işlemiş olmasına rağmen o, günahkâr kimselerle oturup
kalksa, ben onun bütün amellerini kötülüğe çevirir ve kıyamet gününde de onu
kötülerle birlikte haşrederım.
İkinci cümlede şöyle
yazılıdır:
• Bir adam bütün
kötülerin amellerini işlemiş olmasına rağmen o, iyilerle beraber oturup kalksa,
ben onun bütün kötülüklerini iyiliğe çevirir ve kıyamet gününde de onu iyilerle
birlikte haşrederim."
Âlimlerle Bir Arada Bulunmak
Fakih Ebü'l-Leys
Semerkandî [rahmetullahi aleyh] der ki: Bir kimse bir âlimin yanına gider ve
onun sohbetine katılırsa, her ne kadar onun anlattıklarından, ilminden bir
şeyler ezberleyemese de, onun için yedi güzel haslet vardır:
1. İlim öğrenenlerin
faziletine nail olur.
2. Âlimin yanında
bulunduğu müddetçe, günahlardan ve hatalardan korunur.
3. Âlimin yanına gitmek
için evinden çıktığı andan itibaren Allah'ın rahmeti üzerine iner.
4. Âlimin yanında
bulunduğu müddetçe, onların bereketi sebebiyle kendisi de ilâhî rahmetten
nasiplenir.
5. Onu dinlediği müddetçe
kendisine sevap yazılır.
6. Adam, âlimlerin
yanında bulunduğu müddetçe meleklerin rahmet kuşatması içinde olur.
7. Âlimin yanına gidip gelirken,
kaldırdığı ve indirdiği her adım, onun bir günahına kefaret olur. Ayağını her
indirip kaldırması onun derecesini yükseltir ve iyiliklerinin fazlalaşmasına
sebep olur.
Sonra Allah Teâlâ
o kişiye altı ikramda bulunur:
1. Allah Teâlâ o kimseye, âlimlerin
meclislerinde bulunma sevgisini ikram eder.
2. Kendisine uyan
herkesin kazandığı sevap kadar, onların sevaplarından hiçbir şey eksiltilmeden
aynısı ona da verilir.
3.
O mecliste bulunanlardan biri Allah Teâlâ tarafından bağışlanılsa, o da diğerlerine
şefaatçi olur.
4.
Fasıkların meclislerine karşı kalbi soğur.
5. İlim taliplerinin ve
salihlerin yoluna girmiş olur.
6. Allah'ın emirlerini
yerine getirmiş olur.
Zikir Meclisleri
Dünyadaki Cennettir
Hikmet ehli bir zat,
"Allah'ın bu dünyada da bir cenneti vardır; oraya girenin hayatı ve geçimi
güzel olur" dedi. Kendisine, "O cennet hangisidir?" diye
sorulunca, "Zikir (ilim) meclisleridir"
diye cevap verdi.
Rivayet edildiğine göre,
Ömer b. Hattâb [radıyallahu anh] şöyle söylemiştir: "Bir adam, üzerinde
Tihâme dağı büyüklüğünde günahları olduğu haldeyken evinden çıksa, sonra
ilimden bir mevzu dinlese, Allah'tan korksa, yaptığı günahlara pişman olup bir daha
işlememeye niyet etse, günahlarından temizlenmiş olarak evine döner. Âlimlerin
meclislerinden ayrılmayınız, onlarla beraber olunuz. Çünkü Allah Teâlâ şu
yeryüzünde, âlimlerin meclislerden daha kıymetli bir yer daha yaratmamıştır."
Kişi Sevdiği ile Beraberdir
Humeyd'in [rahmetullahi
aleyh] rivayet ettiğine göre Enes b. Mâlik [radıyallahu anh] şöyle anlatmıştır:
Adamın biri Resûlullah'ın [sallallahu aleyhi vesellem] yanına geldi ve,
- Kıyamet ne zaman
kopacak? diye sordu. Resûlullah [sallallahu aleyhi vesellem],
- Kıyamet için ne
hazırladın? buyurdu. Adam,
- Kıyamet için çok
fazlaca namaz ve oruç hazırlayamadım, ancak ben Allah'ı ve Resûlü'nü seviyorum,
dedi. Bunun üzerine Resûlullah [sallallahu aleyhi vesellem],
- Kişi sevdiğiyle
beraberdir, sen de sevdiğinle beraber olacaksın, buyurdu.
Enes b. Mâlik
[radıyallahu anh] demiştir ki: "Ben o gün sahabilerin buna sevindikleri
kadar bir şeye sevindiklerini görmemiştim."( Buhârî, nr. 6171; Müslim, nr.
2639; Tirmizî, nr. 2385; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/104,110, 165.)
Resûlullah'ın Mirası
Bir gün Ebû Hüreyre
[radıyallahu anh] çarşıya gitmişti. Çarşıdakilere,
- Sizler burada
duruyorsunuz ancak Hz. Muhammed'in mirası mescidde taksim ediliyor, dedi.
Bunun üzerine herkes,
çarşıyı terkederek mescide koştu. Bir zaman sonra geri geldiklerinde Ebû
Hüreyre'ye [radıyallahu anh],
- Ey Ebû Hüreyre! Biz
mescidde taksim edilen bir miras falan göremedik! dediler. Ebû Hüreyre
[radıyallahu anh],
- Peki, ne gördünüz?
dedi. Onlar,
- Allah'ı zikreden ve
Kur'an okuyan bazı kimseleri gördük, dediler. Bunun üzerine Ebû Hüreyre
[radıyallahu anh],
- İşte gördükleriniz
Resûlullah'ın [sallallahu aleyhi vesellem] mirasıdır, diye karşılık verdi.
Resûlullah [sallallahu
aleyhi vesellem] buyuruyor:
"Bir topluluk Allah
Teâlâ'yı zikretmek üzere bir araya geldikleri zaman, semadan bir ses işitilir:
'Kalkınız! Şüphesiz ki ben sizin kötülüklerinizi iyiliklerle değiştirdim;
hepinizin günahlarını bağışladım.' Bir topluluk Allah'ı zikretmek üzere bir
araya gelip oturduklarında, meleklerden bir grup da gelip onlarla birlikte
oturur." (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, nr. 3/142; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid,
10/76.)
Zâhid Şakîk-i Belhî
[rahmetullahi aleyh] şöyle demiştir "İnsanlar benim meclisimden
şu üç halden biriyle muttasıf olarak kalkarlar. Ya tam kâfir ya tam münafık ya
da tam mümin. Çünkü ben meclisimde
Kur'an'ı tefsir ederim ve Allah Teâlâ ile Resûlü'nün [sallallahu aleyhi
vesellem] sözlerini aktarırım. İşte her kim benim bu dediklerimi tasdik
etmezse, o tam bir kâfir olur. Söylediğim âyet ve hadisler karşısında kalbi
daralan kimse, tam münafık olur. Benim söylediklerimden sonra, geçmişte yaptığı
günahlarına pişman olan ve bundan sonra da bir daha günah işlememeye niyet eden
kimse de tam bir mümin olur."
Fakih Ebü'l-Leys
Semerkandî [rahmetullahi aleyh] demiştir ki: Her kim şu sekiz sınıf insanla
beraber olursa, Allah Teâlâ onların şu hasletlerini artırır:
1. Her kim zenginlerle
oturup kalkarsa, Allah Teâlâ o kimsenin dünya sevgisini ve dünyaya olan
rağbetini artırır.
2. Her kim fakirlerle
oturup kalkarsa, Allah Teâlâ o kimsenin şükrünü ve nimetlerin taksimatındaki
hüsn-i niyetini ve rızasını artırır.
3. Her kim sultanlarla
(devlet ricaliyle) oturup kalkarsa, Allah Teâlâ o kimsenin kibrini ve kalp
katılığını artırır.
4. Her kim kadınlarla
oturup kalkarsa, Allah Teâlâ o kimsenin cahilliğini ve şehvetini artırır.
5. Her kim çocuklarla
oturup kalkarsa, Allah Teâlâ o kimsenim boş işlere ve mizaha karşı olan
isteklerini artırır.
6. Her kim fasıklarla
beraber oturup kalkarsa, Allah Teâlâ o kimsenin isyana, günah işlemeye ve
tövbeyi geciktirmeye karşı olan cüretini ve meylini artırır.
7. Her kim salihlerle
beraber olursa, Allah Teâlâ o kimsenin ibadet ve taatlere karşı olan istek ve
arzusunu artırır.
8. Her kim de âlimlerle
beraber oturup kalkarsa, Allah Teâlâ o kimsenin ilmini ve takvasını artırır.
Kaç Çeşit Uyku Vardır?
Denilmiştir ki: Üç çeşit
uyku vardır ki Allah Teâlâ bunlara buğz etmektedir. Üç çeşit gülmek vardır ki,
Allah Teâlâ bunlara da buğz etmektedir:
Allah Teâlâ'nın buğz
ettiği uykular:
1. Zikir meclislerinde
uyumak ve bu sûretle o meclisin hakkını vermemek.
2. Sabah namazından sonra
ve yatsı namazından önce uyumak.
3. Namaz kılarken uyumak.
Allah Teâlâ'nın buğz
ettiği gülmeler:
1. Cenazenin arkasından
gülmek.
2. İlim ve zikir
meclislerinde gülmek.
3. Kabirlerin yanında
gülmek.
Ebû Yahya Verrâk
[rahmetullahi aleyh] demiştir ki: "Musibetler dört tanedir:
1. İmamın iftitah
(başlangıç) tekbirini kaçırmak (zira başlangıç tekbirinin fazileti çok
büyüktür. Kişi bile bile bu tekbiri, oyalanmak vs. gibi sebeplerle
kaçırmamalıdır).
2. Zikir
meclislerinden geri kalmak, bu meclislere katılmamak.
3. Düşmanla karşı karşıya
gelip savaşma fırsatını elden kaçırmak.
4. Hacılar Arafat'ta
vakfeye çıktıklarında, bu vakfeye yetişememek.
Denilmiştir ki:
"Âlimlerle beraber olmak, kişinin dinini ıslah eder ve onlarla beraber
olmak kendisi için bir süs olur. Fasıklarla beraber olmak ise kişinin dininde
yaralar açar ve onların yanında olmak kendisi için bir ayıp meydana
getirir."
Resûlullah [sallallahu
aleyhi vesellem] buyuruyor:
"Anne babanın yüzüne
bakmak ibadettir. Kabe'ye bakmak ibadettir. Mushafa (Kur'ân-ı Kerîm) bakmak
ibadettir. Âlimin yüzüne bakmak ibadettir."( Deylemî, Müsnedü 'l-Firdevs,
nr. 6867; Sehâvî, el-Makâsıdü'l-Hasene, s. 446. V)
Süfyan-ı
Sevri: "Sultanların/liderlerin en hayırlısı, ilim ehlinin meclislerinden
ayrılmayandır" der.
İmam-ı
Gazali (rh.a.), Yöneticilere Altın Öğütler, Semerkand Yayınları, Sf.184
Ben Alimim Ama...
Büyük mezhep imamı Ahmed
b. Hanbel rh.a. Hazretleri sık sık büyük veli Bişr-i Hafî k.s. Hazretleri’nin
yanına gider, onunla sohbet ederdi. Tam manasıyla ona bağlanmıştı.
Bir defasında talebeleri
dediler ki:
- Sen, Kur’an ve Sünnet
ilimlerinde müçtehit bir alimsin. Buna rağmen böyle basit bir insanın yanına
gidip gelmen sana yakışır mı?
Büyük İmam şu cevabı
verdi:
- Evet, saymış olduğunuz
hususları ben ondan daha iyi bilirim. Ama o Cenab-ı Hakk’ı benden daha iyi
bilmekte ve tanımaktadır. (Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya, 167)
(Kemal Süleymanoğlu, Nur
Sofrası Sohbet Meclisleri, Semerkand Dergisi, Şubat 2002.)
*İlim
ve zikir halkalarından istifade edebilmek için meclisin edebine riayet etmek
gerekir. Bu edeplerin başında tavazu, güzel niyet, sukunet, temiz giyim, güzel
geçim ve hizmet vardır. (Kaynaklar: Avarifu’l-Mearif, Arifler Yolunun Edepleri,
Kuşeyri Risalesi)
Sohbet meclislerinde çoğunlukla
bir kişi konuşur, diğerleri dinler. Allah’a ve O’nun razı olduğu değerlere
davet eden konuşmalar, sohbet meclislerinin konularını oluşturur.
Sohbet meclislerinin, hadis-i şerifte bahsi geçen nimetlerin
devşirildiği manevi sofralar olabilmesi için konuşanın ve dinleyenlerin dikkat
edeceği bir takım edebler vardır.
Sohbet Edenlerin Dikkat Etmesi Gereken Edebler
·
Sohbet meclisine sırf
Allah rızası için gitmek. Dünyevî veya uhrevî hiçbir menfaat gözetmemek.
·
Sohbet meclisine
başkalarını faydalandırmak için değil, kendi affına vesile olması için gitmek.
·
Sohbet meclislerinde kendisi arzu ettiği için değil, görevlendirildiği
için veya kendisinden talep edildiği için konuşmak.
·
Anlatacağı konuyu çok iyi
bilse dahi tekrar hazırlanmak. Mesela kırk dakikalık bir sohbet için asgari iki
saat hazırlanmak.
·
Kendi adını bildiği gibi
emin olduğu konuları anlatmak. Az da olsa şüpheye düştüğü konuları kesin olarak
öğrenmeden anlatmamak.
·
Sohbete başlamadan önce
hatalarından, nefsinin ve şeytanın vesvesesinden Allah’a sığınmak. Kendi
hatalarını ve günahlarını gelecek rahmete engel kılmaması için Allahu Tealâ’ya
yalvarmak.
·
Dinin sahibinin Allah
olduğunu, tebliğ ve irşad vazifesinin Resul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e
verildiğini, O’na vekaleten bu vazifeyi takva imamlarının hakkıyla yaptığını
kabul edip itiraf etmek. Bu vesile ile bu meclislerde aslında konuşanın
Rasulullah s.a.v. olduğunu veya O’nun vazifesini hakkı ile ifa eden takva
imamları olduğunu düşünerek, meydana gelecek hiçbir güzelliği kendine mal etmemek.
·
Sorulan sorulara kesin
olarak biliyorsa cevap vermek, bilmiyorsa bilenlere havale etmek. Eğer
araştırıp cevabı öğrenmesi mümkün ise, mühlet istemek.
·
Her sohbet meclisini bir
tevbe vesilesi görüp, sohbet meclisinden ayrılmadan tekrar Allah’tan (c.c) af
dilemek ve dinleyenleri tevbeye davet etmek.
Sohbet Dinleyenlerin Dikkat Edecekleri Edebler
·
Sohbet meclisine sırf
Allah rızası için gitmek.
·
Gideceği meclisin
hakikaten Allah’ın zikrinin yapıldığı, O’nun razı olduğu konuların ele alındığı
sohbet meclisi olduğunu iyi araştırmak.
·
Kalbini Allah’tan gelecek
rahmete açarak, meleklerin teşrif ettiği bir mecliste bulunduğundan kesin
olarak emin olmak.
·
Hatalarından ve
günahlarından Allah’a sığınarak, hiç kimsenin kendisi sebebi ile zarara
uğramamasını samimi olarak Allah’tan istemek.
·
Konuşanın veya orada
bulunanların hal ve hareketleri ile kalbini meşgul etmemek.
·
Dinin sahibinin Allah
olduğunu, tebliğ ve irşad vazifesinin Resul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e
verildiğini, O’na vekaleten bu vazifeyi takva imamlarının hakkıyla yaptığını
kabul edip, bu meclislerde aslında konuşanın Rasulullah s.a.v. olduğunu veya
O’nun vazifesini hakkı ile ifa eden takva imamları olduğunu düşünerek, meydana
gelecek güzellikleri konuşana veya bir başkasına mal etmemek.
·
Öğrenmek istediği bir
konu varsa, konuşma bittikten sonra müsait zamanı kollayarak edebe uygun olarak
sormak.
·
Her sohbet meclisini bir
tevbe vesilesi görüp, sohbet meclisinden ayrılmadan tekrar Allah’tan af
dilemek.
“Vusulsüzlüğümüz,
usulsüzlüğümüzdendir” der büyüklerimiz. Eğer anlatılan bu edeblere riayet
edilirse, sohbete katılan herkes hadis-i şerifte bahsi geçen üstün nimetlere
Allah’ın izniyle ulaşır.
Günümüz
hayat şartlarında sohbet meclisleri, insanın kendini bulacağı, hakikati
soluklayacağı, ruhunu doyuracağı mana sofralarıdır. Bu meclislere mümkünse her
gün, her hafta, hiç olmazsa ayda bir katılmak her müminin ihtiyacıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder