İSLAM
VAKIF MEDENİYETİDİR (SADAKA-İ CARİYE)
Resûlullah Efendimiz (s.a.v) sadaka
ve hayır çeşitleriyle ilgili şöyle buyurmuştur:
"Her türlü hayır sadakadır. Din
kardeşine göstereceğin güler yüz bir sadakadır. Kendi kovandaki suyu kardeşinin
kovasına boşaltarak onun işini görmen de bir sadakadır.”[1]
Tirmizî'nin diğer bir rivayetinde
şöyle buyurmuştur:
"Kardeşine karşı göstereceğin
tebessümün bir sadakadır. Bir iyiliği emretmen, kötü bir işten sakındırman
sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yolu gösterivermen sadakadır. Gözü görmeyen
bir kimseye yardımcı olup gideceği yere götürmen bir sadakadır. Yoldan taş,
diken, kemik (gibi şeyleri) kaldırıp atman sadakadır. Kovandan kardeşinin
kovasına su boşaltman bir çeşit sadakadır.” [2]
“İnsanın her gün bütün organları için
bir sadaka vermesi gerekir. İki kişinin arasını düzeltmek bir sadakadır.
Hayvanına binene veya yük yükleyene yardım edip yükünü kaldırmak bir sadakadır.
Yoldaki eziyet veren bir şeyi kaldırıp atmak sadakadır.”[3]
"Bir hurmanın yarısıyla bile
olsa cehennem ateşinden korunun, onu da bulamazsanız tatlı ve güzel söz ile.”[4]
"Bir adamın hanımının ağzına
koyduğu lokmada bile sadaka sevabı vardır.”[5]
Allah Resûlü (s.a.v), "Her
müslümanın sadaka vermesi vâciptir.” buyurdular.
Ashap, "Sadaka verecek bir şey
bulamazsa ne yapar?" diye sordular.
“Çalışıp kazanır, hem kendisi
faydalanır hem de başkasına sadaka verir.”
"Çalışamazsa ne yapar?"
"Muhtaç olana beden gücüyle
yardım eder.”
"yardıma gücü yetmezse ne
yapar?"
"İyiliği emreder.
"Ona da gücü yetmezse?"
"Kimseye kötülük etmesin, bu da
kendisi için bir sadakadır." [6]
Hz. Ebû Zer (r.a.) anlatıyor:
Ashaptan bazı fakirler gelerek, "Ey Allah'ın Resûlü! Zenginler bütün
sevapları alıp gittiler. Onlar da bizim gibi namaz kılıyor, bizim gibi oruç
tutuyor, bizden ayrı olarak mallardan sadaka veriyorlar" dediler.
Resûlullah (s.a.v) onlara şöyle
buyurdu:
"Allah size de tasadduk
edeceğiniz şeyler verdi: Her bir tesbih sadakadır, her bir tekbir sadakadır,
her bir hamd sadakadır, her bir tehlil sadakadır, iyiliği emretmek sadakadır,
kötülükten sakındırmak sadakadır, hatta her birinizin hanımıyla ilişkiye
girmesi bile sadakadır."
Cemaatten biri, "Ey Allah'ın
Resûlü! Yani eşimizle ilişkiye girmemizde sevap mı var?" diye sorduğunda
Resûlullah (s.a.v),
"Bu ihtiyacını haramdan gidermiş
olsaydı bu durum kendisi için bir günah olmaz mıydı?” diye sual ettiler.
"Evet, olurdu!" demeleri
üzerine,
"Öyleyse, ihtiyacını helâl
yoldan gördüğü için kendisine sevap vardır.” 448 buyurdu.
Müslim'de Ebû Berze (r.a.) şöyle
rivayet eder: "Ey Allah'ın Resûlü, bana faydalı olacak bir şey öğret,
dedim de şu tavsiyede bulundu:
`Müslümanların yolundan rahatsızlık
veren şeyleri kaldır.' "[7]
Şu hadis-i şerif de iyiliğin başka
bir çeşidine dikkat çekmektedir:
"Bir müslüman bir ağaç diker
veya bir tohum eker de bunların mahsulâtından bir kuş yahut insan ya da hayvan
yiyecek olsa bu onun için bir sadaka olur. “[8][9]
***
Bütün müminler, iman bağı ile
birbirine bağlı bir ailedir. Elinden geldiği kadar her müminle ilgilenmek,
diğer müminin vazifesidir.
Bu konuda bize pek çok emir ve
tavsiye gelmiştir. Allah rızâsı için bir mümin kardeşinin yükünü çekmek,
derdiyle dertlenmek en hayırlı amellerdendir.
İbn Ömer (r.a.) naklediyor:
Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
"Müslüman müslümanın kardeşidir.
Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim kardeşinin ihtiyacını görürse
Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa
Allah da onu kıyamet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanın ayıbını
örterse, Allah da onun kusurlarını kıyamet günü örter.” [10]
Ebû Hureyre (r.a.) bildiriyor:
Resûlullah Efendimiz (s.a.v) buyurdu ki:
"Kim bir müminin dünyevî
kederlerinden birini giderirse Allah da onun kıyamet günü kederlerinden birini
giderir. Kim bir fakire kolaylık gösterirse Allah da ona dünyada ve âhirette
kolaylık gösterir. Kim bir müslümanın ayıbını örterse Allah da onun ayıbını
dünya ve âhirette örter. Kişi kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah da
onun yardımındadır. Kim ilim aramak düşüncesiyle bir yola düşerse Allah onun
cennete olan yolunu kolaylaştırır. Bir grup, Allah'ın kitabını okumak ve
hükümlerini öğrenmek üzere Allah'ın evlerinden birinde toplanırsa üzerlerine
mutlaka sekinet iner ve onları rahmet kaplar, melekler onların etrafını sarar.
Allah onları yanında bulunan mukarreb meleklere anar. Bir kimseyi hak yolda
ameli geri bırakırsa nesebi onu ileri geçiremez."[11]
Resûlullah Efendimiz (s.a.v) bir
defasında,
"Din nasihatten (samimiyetten)
ibarettir" buyurdu. Yanındakiler,
"Kimin için samimiyet ey Allah'ın
Resûlü?" diye sorunca şöyle buyurdu:
"Allah için, kitabı için,
Resûlü için, müslumanların imamları ve bütün müslümanlar için.” [12]
Diğer bir defasında Peygamber
Efendimiz (s.a.v),
"Kardeşine zalim de olsa mazlum
da olsa yardım edin.” buyurdu.
"Mazlumsa yardım ederim, zalime
nasıl yardım ederim?" diye sorulunca şöyle buyurdu:
"Onu zulümden alıkoyarsan, bu
da ona yardımdır."[13]
Ebü'd-Derdâ'nın (r.a.) bildirdiğine
göre Allah Resûlü (s.a.v) şöyle buyurdular:
"Kim mümin kardeşinin gıyabında
onun şeref ve haysiyetini müdafaa ederse, kıyamet günü Allah da onu ateşten
korur.”[14]
Ebû Musa (r.a.) anlatıyor:
Resûlullah Efendimiz (s.a.v),
ihtiyacı için kendisine biri gelince, yanındakilere yönelir ve,
"Bunun ihtiyacının görülmesi
için sebep ve aracı olun ki ecir kazanın' buyururdu. [15]
Yine Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle
buyurmuştur:
"Şu işler de Allah'ı
yüceltmenin birer alâmetidir. Yaşlı bir müslümana hürmet ve ikramda bulunmak.
ilim ve ameliyle hakkını veren bir Kur'an hafızına ikramda bulunmak. Adalet
sahibi bir idareciye ikramda bulunmak.” [16]
Resûlullah (s.a.v) diğer
hadislerinde şöyle buyurmuştur:
"Bir genç, ihtiyar bir kimseye
yaşı sebebiyle ikramda bulunursa Allah mutlaka ona da yaşlılığında ikram edecek
kimseleri yaratır.” [17]
“Küçüklerimize merhamet, büyüklerimize
saygı göstermeyen bizden değildir." [18]
Hz. Âişe (r.ah) validemizin
anlattığına göre, kendisine bir dilenci uğradı, o da bir parça ekmek verdi. Bir
müddet sonra üstü başı düzgün, kıyafeti yerinde bir kişi uğradı. Hz. Âişe
(r.ah) onu oturtup yemek yedirdi. Kendisine bunun sebebi sorulunca şöyle dedi:
***
İslâm’ı yaşamaya yeni başlayanların
çoğu, Efendimiz’i i A.S. nsanlara genellikle iman, abdest, namaz gibi
konulardan bahseden biri olarak tanırlar. Halbuki İki Cihan Serveri A.S.’ın
bütün söz ve işlerine bakıldığında, ağırlıklı olarak adaletten, toplumsal
dayanışmadan ve kardeşlik hukukundan söz ettiği görülür.
Gelişen teknolojiye karşın güven
duygusunu artık yitirmiş toplumlarda en çok kazanan şirketlerin başında sigorta
şirketlerinin olduğu herkesin malumu. Sigorta müslüman memleketler için yeni
sayılabilecek hususlardan biri. Dinî hükmü de hâlâ tartışılmakta, herkesin
tamam diyebileceği bir hükümde ittifak henüz mümkün görünmemekte. Amacım
sigortanın hükmünü tartışmak değil elbet. Ama sigortanın hâlâ tartışılan bir
mesele olarak gündemde bulunmasının bir anlamı var: Beş asırdır batıda
uygulanan bir müessese bizde yeni gündeme gelmişse, bunun sebebi, yakın zamana
kadar sigortanın yerini dolduracak başka müesseselerin olduğu gerçeğidir.
Sağlam bir aile kurumu ve akraba
ilişkileri başta olmak üzere bir takım hukukî, idarî ve sivil kurumlar, sosyal
adaleti ve toplumsal dayanışmayı yakın zamana dek en güzel şekliyle temin etmekte
idi.
Malı-mülkü, çalışıp kazanabileceği
bir işi olmayan, kimseler, ne halin varsa gör denilip açlığa veya hırsızlık,
fuhuş gibi gayri meşru işlere mahkum edilemez. Bu durumda kalmış bir kimseye el
uzatacak olanlar, elbette evvela toplumun zenginleridir. Gerek tasadduk ederek,
gerek zekâtını vererek bu mağduriyet muhakkak giderilmelidir.
Kefaretlerdeki Hikmet
Zayıfların alabildiğine ezildiği bir
zamanda imdada yetişen İslâm’ın, birçok günahın kefareti olarak malî cezalar
öngörmesi toplumsal dayanışmayı hedeflemesi açısından gayet anlamlıdır. Mesela
yeminini tutmayan kimsenin kefaret olarak ilk yapacağı şey on fakiri sabah
akşam doyurmasıdır. Öyle ki, diğer bir kefaret yolu olarak üç gün arka arkaya
oruç tutmak, ancak buna gücü yetmediği takdirde söz konusu oluyor. Aynı şekilde
zıhar kefaretinde, hac zamanında yapılan kimi kusurlu fiillerin kefaretinde hep
malî cezalar öngörülmüştür. Ramazan ayında verilen fitreler ve bayramlarda
yapılan tasadduklarla beraber bütün bunlar, aslında tasadduk anlayışını geliştirmek
ve dayanışma ruhunu teşvik içindir.
Dayanışma içinde olmak İslâm’da
öylesine yüceltilmiştir ki, her yıl yapılması istenen malî bir yardım zekât
ibadeti olarak zenginlere farz kılınmıştır. Kimlerin zekât alabileceğini
belirleyen Tevbe Suresi 60’ıncı ayete bakıldığında, dayanışma anlayışının hemen
her şeyi kapsadığı açıkça belli olur. Söz konusu ayet, fakirleri, hiçbir şeyi
olmayanları (mesâkîn), zekât tahsili ile görevlendirilmiş memurları, kalpleri
İslâm’a ısındırılacak olanları, köleleri, borçluları, Allah yolunda mücadele
edenleri ve yolda kalmış kimseleri zekât alabilecekler arasında sayar.
Bu yollar hakkıyla işletilebilse,
toplum içinde ister müslüman ister gayri müslim, herkesin asgari hayat
standardı sağlanmış olmaktadır. Her şeye rağmen bu yollarla mağduriyeti
giderilemeyen bir kişinin yardımına anne-babası veya evladı, bunlar yoksa yakın
akrabaları koşmak zorundadır. En nihayet bu kimsenin ihtiyacını temin
sorumluluğu devlete aittir. Yani bir anlamda devlet, sosyal adaleti sağlamak,
bir sosyal güvenlik kurumu vazifesi görmek mecburiyetindedir.
Dayanışma, Peygamber Ahlâkı
İslâm’ın bütün hükümlerinde bu
dayanışma ruhunu hissedebilirsiniz. Çünkü söz konusu olan insanlık onurudur. Bu
onura sahip çıkmayan bir medeniyetin insanlığa hâkim olması, gönüllerde taht
kurması mümkün olabilir mi?
Özellikle Hz. Peygamber A.S.’ın
şahsında tecelli eden bu ruh, daha peygamberlik vazifesi verilmeden çok önce
nice gönülleri fethetmişti. Siyer kaynaklarının hepsinde Efendimiz’in henüz
genç yaşlarda iken zalimlere karşı mazlumları savunan, onların hakkını gözeten
bir sivil toplum örgütüne üye olduğu ve aralarında yaptıkları sözleşmeye imza
attığı kayıtlıdır. Bunun adı “hılfu’l-fudûl (faziletlerin korunması
antlaşması)” idi. Buna göre Mekke’de yerli-yabancı, hür-köle kim olursa, hepsi
birlikte onun hakkını ya alıp sahibine verecekler veya kendi ceplerinden
ödeyeceklerdi.
Kaynaklarda geçtiği üzere, Mekke’ye
ticaret için gelen bir Yemenli’nin yanındaki kızı Mekke eşrafından Nübeyh
tarafından zorla alıkonulmak istenmiş, cemiyet üyelerinin evin etrafını
kuşatmasıyla kız salimen geri alınarak babasına teslim edilmiş idi.
Bir başka olay da Zebidli bir
tüccarın üç deve yükü malına çok ucuz fiyata el koyan Ebu Cehil ile Efendimiz
arasında olmuştu. Efendimiz o malları değerinde satın alıp tek başına Ebu
Cehil’in karşısına dikilmiş ve o tüccarın mağduriyetini gidermişti.
Peygamber Efendimiz A.S.’a nübüvvet
vazifesi tevdi edildiğinde, Rabbimiz’in istediği kâmil insanın nasıl olacağını
bütün dünya hem onun şahsında, hem de onun kurduğu medeniyette görmüş oldu.
Mekkeli müşriklerin zulmünden kurtulup yeni bir medeniyetin inşası için geldiği
Medine’de ilk yaptığı iş, Mekke’den hicret edenler ile Medineli müslümanları
kardeş yapmasıydı. Medineli müminler gelen kardeşlerine kalplerini ve
kapılarını açtılar, her şeylerini paylaştılar. Allah Tealâ da onlara “Ensar
(yardım edenler)” dedi, en yüce rütbeyi verdi. Karınları aç iken taş bağlayıp,
kardeşlerine ikram etmek sıradan insanların yapacağı bir iş değil çünkü. Ve
komşuluk hukuku üzerinde öylesine duruluyordu ki, Efendimiz, gelen bir vahiyden
sonra, “neredeyse komşunun komşuya mirasçı kılınacağını zannettim” buyurdular.
İslâm’ı yaşamaya yeni başlayanların
çoğu, Efendimiz’i insanlara genellikle iman, abdest, namaz gibi konulardan
bahseden biri olarak tanırlar. Buna bağlı olarak dini de bu gibi hükümlerle
sınırlı sanırlar. Halbuki İki Cihan Serveri A.S.’ın bütün söz ve işlerine
bakıldığında, ağırlıklı olarak adaletten, toplumsal dayanışmadan ve kardeşlik
hukukundan söz ettiği görülür. Meşhur hadis alimi İmam Ebu Davud Rh.A. bütün
hadislerin özüdür diyerek dört hadis nakletmekte, “kişi kendisi için istediğini
din kardeşi için de istemedikçe tam iman etmiş olmaz” hadisini bunların başında
saymaktadır.
“Kul, din kardeşinin yardımcısı olduğu sürece
Allah da o kulun yardımcısıdır” buyuruyor Sevgili Peygamberimiz s.a.v. Bu sözün
zıddı, yani fıkıhtaki ifadeyle mefhum-u muhalifi, “din kardeşine yardımı
kesmişse, müslümanın Allah’tan yardım beklememesi gerektiği”dir. İşte İslâm,
toplum ahlâkının temeline bu prensibi koymuştur. Yüzyıllar boyunca müslümanlar
da, bu esasa dayanan ve ilk adımlarını Asr-ı Saadet’te gördüğü nice güzel
kurumlar geliştirmişlerdir.
Dayanışmanın Güzel Örnekleri
Medeniyet tarihine altın harflerle
geçmek her millete nasip olmaz. Bunun için askerî veya ekonomik başarılardan
çok, yüksek seciye gerekir. Ecdadımızı büyük yapan da işte bu seciyedir.
Mesela, riya olur korkusuyla tasadduk yapmakta zorlanan hayır sahiplerinin
paralarını bırakmaları için kimi sokaklara kutular koymak, ihtiyaç sahibinin de
onurunu zedelemeden hacetini gidermek hangi medeniyette görülmüştür?
Vakıflar ilk defa İslâm medeniyeti
tarafından vaz edilmiş, toplumun her türlü ihtiyacını temin eden en güzel
dayanışma mekanizmalarıdır. Sadece arazi, bina gibi taşınmaz malların değil;
para, kitap gibi malların da vakfedilebileceği müctehit imamlarımız tarafından
öngörülmüş, bu sayede akıllara durgunluk verecek bir dayanışma örneği ortaya
konulmuştur.
Bir yazar haklı olarak şöyle der:
“Osmanlı devrinde pek büyük bir
inkişafa mazhar olan vakıflar sayesinde, bir adam vakıf bir evde doğar, vakıf
bir beşikte uyur, vakıf mallardan yer ve içer, vakıf kitaplardan okur, vakıf
bir mektepte hocalık eder, vakıf idaresinden ücretini alır ve öldüğü zaman
kendisi vakıf bir tabuta konur ve vakıf bir mezarlığa gömülürdü. Bu suretle
hayatın bütün icaplarını vakıf mallarla temine pekalâ imkan vardı”
Dayanışma sadece açlıkla, ölümle yüz
yüze gelenler için değil, ihtiyaç sahibi olup bunu giderecek imkanı bulunmayan
herkes için düşünülmelidir. Özellikle ekonomik hayatta buna çok fazla ihtiyaç
olduğunu biliyoruz. Ekonomik ilişkileri sadece menfaat kavramıyla açıklamak hem
yetersizdir, hem de insanî değildir. Bu sebeple tarihî süreç içinde İslâm
toplumları ekonomik dayanışmayı temin edecek kurumları ortaya çıkarmakta
gecikmemişlerdir.
İhmal Edilen Boyut: Manevi Dayanışma
İnsanlık birkaç asırdır maddeci bir
anlayışın hegemonyasında yaşıyor. Artık kavramların bile mahiyeti değişti.
Bugünün insanı dayanışma deyince birçok şeyde olduğu gibi sadece malî
dayanışmayı anlıyor. Halbuki insan için paradan daha önemli pek çok şey var.
Hele bir müslüman için en önemli şey şüphesiz imanıdır. Onu korumak her şeyden
önemlidir. Şirkten, günahtan, hâsılı ona zarar verecek bütün şeylerden sakınmak
gerek. İşte dayanışma burada lazım. Ama bu genellikle göz ardı ediliyor.
Dinimizin cemaati neden bu kadar
önemseyip yücelttiğini artık anlamamız lazım. İnsan tek başına hayatını
sürdürebilir ama imanını ve müslümanca hayat tarzını korumak bundan çok daha
zordur. “Kişi tek başına kaldığında ikincisi şeytan olur” diye Sevgili
Peygamberimiz boşuna söylememiş.
O halde önce biz etrafımızı
çepeçevre kuşatan günahlara karşı birbirimize yardımcı olalım. Bunun en güzel
yolu, Efendimiz A.S.’ın ifadesiyle bir “takva imamı”nın etrafında haramlardan
sakınıp İslâm’ın güzelliklerini paylaşmak. Dayanışmanın en güzeli de işte bu.
Allah dostları müslümanların iman ve amelleri noktasında neden bu kadar
hassaslar acaba, diye düşünmemiz gerekiyor.
“Kul, din kardeşinin yardımcısı
olduğu sürece Allah da o kulun yardımcısıdır” hadis-i şerifini bu anlamda da
değerlendirmek gerek. Kesilmeyen bir ilâhî yardım hepimizin biricik arzusudur,
değil mi? Öyleyse kardeşinin dinine ve dünyasına yardımcı ol, Allah da senin
dinini ve dünyanı mamur kılsın.[21]
***
TARİH VE MEDENİYET AÇISINDAN VAKIFLAR
Karşılıksız yardım, infak, sadaka
gibi kavramlar, başka hiçbir din ve medeniyette İslâm’daki kadar gelişmiş,
kurumlaşmış ve topluma yayılmış değildir. Yüce Kitabımız’ın müminleri hayır işlemeye,
yardımlaşmaya ve mallarını Allah yolunda infak etmeye teşvik eden ayetleri
dikkate alındığında, bunda şaşılacak bir husus olmadığı anlaşılır.
Kur’an’ın bu çerçevedeki pek çok
ayeti Rasul-i Ekrem A.S. Efendimiz’in teşvik ve uygulamasıyla birleştiğinde,
tarihte eşi görülmemiş bir kurum ortaya çıkmıştır: Vakıflar.
Vakıf İslâm’la Başlıyor
Bazı kaynaklar, bu kurumun tarihî
geçmişinin Hz. İbrahim A.S.’a kadar uzandığını bildirmekle birlikte, İslâm
öncesi dönemde ne Araplar arasında, ne de dünyanın başka yerlerinde böyle bir
kurumun varlığına dair elimizde herhangi bir bilgi bulunmakta.
İslâm öncesi dönemlerde, vakıflara
benzer tarzda faaliyet gösteren birtakım kurumların varlığı bu söylediğimiz ile
çelişmez. Zira bu kurumların işleyiş biçimi, müslümanların ortaya koyduğu vakıf
kavramından farklıdır.
Sözgelimi Eski Mısır’da bazı mabet
ve mezarların bakımı ve koruması, buralarda görevli din adamları ve
hizmetçilerin ihtiyaçlarına sarfedilmesi için büyük miktarlarda tahsisat
ayrıldığı, bazı yazıtlardan anlaşılmaktadır.
Yine Eski Mısır’da bazı ileri
gelenlerin, kendi soyundan gelenlerin istifade etmesi için bazı mülklerini,
aslının satılmaması ve el değiştirmemesi şartıyla tahsis ettikleri tesbit
edilmiştir.
Benzeri uygulamaların, Bizans
döneminde hıristiyan dinî kurumları tarafından yürütüldüğünü yine kaynaklar
haber vermektedir.
Ancak bütün bu kurumlar, gerek
faaliyet alanı, gerekse işleyiş biçimi bakımından müslümanlar eliyle kurulmuş
olan vakıflarla önemli farklılıklar gösterir.
Bu farkların başında, İslâm’da vakfın
sadece Allah Tealâ’nın rızasını kazanmak maksadına yönelik olması gelir. Yüce
Dinimiz, bu geçici dünya hayatını, kalıcı ve sonsuz ahiret hayatı için bir
“tarla” olarak niteler. İnsan burada ne ekerse, öte hayatta onu biçecektir.
Dünya hayatını böyle
değerlendirmenin yanında, öldükten sonra bile amel defterinde sevap hanesinin
çoğalması ve arkasından hayırla anılmak gibi herkese nasip olmayacak
güzellikler, müslümanları karşılıksız yardıma ve bu yolla kesintisiz sevaba
ulaşmaya götürmektedir.
Kur’an ve Sünnet Rehberliğinde Hizmet Yarışı
Yazımızın başında da değindiğimiz
gibi, Kur’an-ı Kerim’in müminleri hayır işlerinde yarışmaya, infak ve sadakaya
teşvik eden ayetlerinin rehberliğinde Rasul-i Ekrem A.S. Efendimiz, sözlü ve
fiilî olarak ortaya koyduğu örneklik ile vakıf kurumunun kuruluş ve işleyişinin
önderliğini yapmıştır.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infak etmedikçe birre eremezsiniz.” (Âl-i
İmran/92) Keza Kur’an’ın, müminleri hayır işlemeye, sadaka vermeye ve mümin
kardeşlerinin yardımına koşmaya çağıran diğer beyanları da, bu kurumun ortaya
çıkmasında temel itici güç olmuştur.
Bu konudaki hadis-i şeriflerden
birisinde Efendimiz A.S.’ın şöyle buyurduğu nakledilir: “İnsan öldüğü zaman şu
üç husus dışında amel defteri kapanır: Sadaka-i cariye, kendisinden
istifade edilen ilim ve ana-babasına hayır duada bulunan salih evlat.” (Müslim,
Nesî, Ebu Davud, Tirmizî)
Bu hadis açıkça şunu ifade
etmektedir: Bu dünyadaki imtihan süresini doldurup, ölüm ile amel defteri
kapanan kişi için artık geriye dönüş yoktur. O ana kadar iyilik ya da kötülük
olarak ne işlediyse, kendisiyle birlikte ahirete o gidecektir. Bunun üç
istisnası vardır ki, kişi öldükten sonra bile bu hususlarda amel defterine
sevap yazılmaya devam eder: Bunlardan birincisi, cami, köprü, okul yaptırmak
türünden hayır işleridir ki, kendisinden sonra gelen insanlar o kalıcı hayırdan
istifade ettiği sürece, kendisine bu işten sevap yazılacaktır. İkincisi,
kendisinden sonra gelen insanlara Rabbimiz’in rızasını kazanabilecekleri
ilimleri öğreten ilmî eser bırakması ve talebe yetiştirmesi. Üçüncüsü de,
arkasından hayır duada bulunan salih evlat.
İşte bu hadis-i şerifte zikredilen
üç husustan ilki, en geniş şekliyle vakıf kurumu tarafından yerine getirilen
hayır işlerini anlatmaktadır. Zira aşağıda da anlatacağımız gibi, müslümanlar
hayatın her alanında fertlerin ve toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak
oluşumları vakıf kuruluşları eliyle gerçekleştirmişler ve böylece toplumsal
dayanışma ve kaynaşmanın en güzel örneklerini vermişlerdir.
Rasul-i Ekrem A.S. Efendimiz, vakıf
konusunda ümmetini sadece sözlü olarak teşvik etmekle kalmamış, aynı zamanda
kendisi de, şahsına ait yedi parça gayrimenkulü vakfederek bu hayırlı geleneğin
bayraktarlığını yapmıştır. (İbn Hişam, Sîre)
Bundan sonra sahabe de aynı mübarek
amele sarılmış ve birbirleriyle yarışırcasına mallarını, mülklerini Allah
yolunda vakfetmişlerdir. Sahabe’den Câbir b. Abdullah R.A. şöyle demiştir:
“Ben, gerek Muhacirler’den gerekse Ensar’dan, mal-mülk sahibi olup da malını
tasadduk ve vakfetmemiş hiç kimse bilmiyorum.”
Vakıf faaliyetleri ilk dört halife
döneminden sonra da bütün hızıyla devam etmiş, Emevîler, Abbasîler ve
Selçuklular döneminde toplumsal hayatın bütün sahalarında etkin olmuş ve nihayet
Osmanlılar zamanında bu hayır müesseseleri zirve çağlarını yaşamışlardır.
Her Alanda Hizmet
Atalarımız, sırf Allah Teâlâ'nın
rızasını kazanmak için kurdukları vakıflar aracılığıyla toplumsal hayatın akla
gelebilecek bütün alanlarında “karşılık beklemeden hizmet etme” anlayışını
yerleştirmiş ve yaymışlardır. Burada bu alanlardan bazılarını örnek olarak
zikredelim:
Camiler, mescitler, yerleşim
yerlerinin yakınlarında namazgâhlar yapılması ve buralarda görev yapanların
masraflarının karşılanması.
Medreseler, kütüphaneler, tekke ve
zaviyeler, ribat ve dergâhlar yapılması; buralarda ilim ve ibadet ile meşgul
olanların yeme-içme ve barınma masraflarının karşılanması.
Çeşmeler, sebiller, sarnıçlar,
kuyular, göller, yollar, köprüler yapılması.
Kervansaraylar, hamamlar,
hastahaneler, mezarlıklar kurulması.
Mekke ve Medine’de yaşayan fakir ve
kimsesizler ile hac yolculuğunda parasız kalanlara yardım edilmesi.
Camilerde vaaz edilmesi, İslâmî
ilimlerin okutulması. Fakir ve kimsesizlere yiyecek ve elbise yardımı. Fakir
erkek ve kızların evlendirilmesi, bu iş için gerekli her türlü giderin
karşılanması. Yine bu durumdaki küçük çocukların bakım ve eğitimi ile fakir ve
kimsesizlerin cenazelerinin kaldırılması.
Para ve erzakı tükendiği için yolda
kalmış olanlara yardım edilmesi, esirlerin özgürlüklerine kavuşturulması,
özgürlüğüne kavuşturulmuş esirlerin hayata atılması için her türlü yardım ve
destek.
Başta Mushaf-ı Şerif olmak üzere,
muteber hadis kitapları ile diğer ilmî kitapların yazdırılması, bastırılması ve
çoğaltılarak dağıtılması.
Zayıf, yaralı ve sahipsiz
hayvanların, kuşların bakım, tedavi ve beslenmesi; bu durumdaki hayvanlar için
meralar, yemlikler tahsis edilmesi.
Bu hizmetler yürütülürken bütün
insanların hedef alınmış olması ve hizmet verilen kişilerin müslim-gayrimüslim
ayrımına kesinlikle tabi tutulmamış olması, altı önemle çizilmesi gereken
hususlardır.
Vakıfların Toplum Hayatındaki Yeri
Vakıflar, yukarıda kısaca
zikrettiğimiz faaliyet alanlarından da kolayca anlaşılabileceği gibi, günümüzde
devletin sırtında bulunan birçok yükü tarihte gönüllü olarak üstlenmiş ve bu
bakımdan hem devleti, hem de toplumu önemli ölçüde rahatlatmış, belki bundan da
önemlisi, devlet ile toplumun birbirine kaynaşmasını temin etmiş kurumlardır.
Böyle olduğu içindir ki, tarih içinde başta padişahlar olmak üzere ileri gelen
devlet adamları ve yöneticiler tarafından kurulmuş vakıflar bulunduğunu
görüyoruz.
Hatta yukarıda saydığımız alanlar
dışında, bugün modern hayatta “sosyal güvenlik kurumları” olarak bildiğimiz kurumların
faaliyet alanlarının da tarihte vakıflar tarafından doldurulmuş olduğunu
belirtmeliyiz. Sözgelimi 1882 yılında İstanbul’daki Dolmabahçe Camii’nin tamiri
sırasında minareden düşerek ölen bir kişinin eşine ve küçük çocuğuna maaş
bağlanmış, hatta hamile olduğu anlaşılan eşi doğum yaptıktan sonra bebeğe dahi
ayrıca aylık tahsis edilmiştir.
Kaynaklarda buna benzer pek çok
örneğe rastlamak mümkün. Burada bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz: Modern
sosyal güvenlik kurumlarının çalışma sisteminin temelini oluşturan “hizmet
süresi”, “prim kesenekleri” gibi hususlar, vakıflar tarafından hizmet götürülen
kişilerde kesinlikle aranmamıştır. Bunun izahı, vakıfların kuruluş ve işleyiş
gayesinde yatmaktadır ki, o da yukarıda da belirttiğimiz gibi sadece Allah Tealâ’nın
rızasını kazanmaktır.
Toplumsal hayatı bir ağ gibi örmüş
olan vakıf kurumunun çok yönlü fonksiyonel yapısı, Osmanlı Devleti’nin çöküş
dönemlerinde Batılı devletlerin de dikkatini çekmiştir. Tanzimat yıllarında
ülkemizde Fransa Büyükelçiliği yapmış ve “Türkiye ve Tanzimat” adlı bir de
kitap yazmış olan Engelhardt, bu eserinde şöyle der:
“1867 yılı şubat ayında, Paris
hükümeti, daha önce İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın yaptığı gibi Osmanlı
padişahına başvurarak vakıf uygulamasının esaslı bir şekilde değiştirilmesini
ve vakıflar ile vakfedilmiş arazilerin devlet mülküne dönüştürülmesini tavsiye
etti.”
Acaba Batılı devletlerin,
Osmanlı’daki vakıflar ile ne ilgisi olabilirdi ve bu devletlerin, vakıf
uygulamasına son verilmesini ısrarla istemelerinin gerçek sebebi neydi?
Bu sorunun en açık cevabını Elmalılı
Hamdi Yazır merhum veriyor:
“(Batılılardan gelen) haricî siyasî
tesirlerle Osmanlı yönetimine Ahkâm-ı Arazi Kanunu kabul ettirilmişti. Fakat bu
gelişme, Osmanlı arazisini ucuz yoldan elde etmek isteyen Avrupalı
sermayedarları tatmin etmiyordu. Çünkü Osmanlı topraklarından bir kısmı
“arazi-i emiriye” (kamu arazisi), mühim bir kısmı da arazi-i evkaf (vakıflara
ait, vakfedilmiş arazi) idi. (...) Şu kadar ki, arazi-i emiriye’de hükümet,
müsait kanun yapmak için nüfuz sahibi addedilebiliyor ve arzu edildiği zaman bu
konuda baskı yapmak suretiyle istenen sonucu elde etmek ümit edilebiliyordu.
Fakat vakıflar hükümetin nüfuzunun dışında idi. Avrupa arzu ederdi ki, (gerek)
mirî arazi ve (gerekse) vakıf arazileri tamamen pazara çıkarılabilecek bir mal
halinde bulunsun ve halkın bunlarla manevi bağları kuvvetli olmasın.”
Bu tarihî gerçeklerin de ortaya
koyduğu gibi, vakıf müessesesi sadece toplumsal dayanışma ve kaynaşmayı
gerçekleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda vatan toprakları üzerinde karanlık
emeller besleyen dış çevrelerin de bu amaçlarına ulaşmasını engelliyordu.
İşte bu bakımdan bizim
medeniyetimizin bir adı da “Vakıf Medeniyeti”dir. Eğitimden sağlığa, sosyal
güvenlikten ulaşıma, ilimden sanata, doğal hayattan çevreye kadar bütün hayatı
“Allah rızası için hayır işleme” anlayışıyla kuşatmış ve ölmez eser ve
hizmetlerle donatmış bulunan vakıflarla örülü bir medeniyet için başka ne
denebilirdi ki?[22]
[1] Buhârî, Edeb, 33
[2] Tirmizî, Birr, 36
[3] Buhârî, Mezâlim, 24
[4] Buhârî, Edeb, 34
[5] Buhârî, imân, 41
[6] Buhârî, Zekât, 30
[7] Müslim, Birr, 36
[8] Buhârî, Hars, 1
[9] Siraceddin Önlüer,
Edeb Ya Hu, s. 210
[10] Buhâri, Mezâlim, 3
[11] Müslim, Zikir, 11
(nr. 38)
[12] Müslim, imân, 23
(nr. 95)
[13] Buhârî, Mezâlim, 4
[14] Tirmizî, Birr, 20
[15] Buhârî, Edeb, 37
[16] Ebû Davud, Edeb, 20
(nr. 4843).
[17] Tirmizi, Birr, 75
(nr. 2022).
[18] Tirmizî, Birr, 15.
[20] Siraceddin Önlüer,
Edeb Ya Hu, 224
[21] Mehmet Gayretli,
Semerkand Dergisi, Ekim, 2001
[22] Ebubekir Sifil,
Semerkand Dergisi, Kasım 2001.
Yorumlar
Yorum Gönder