Kanaatin
Fazileti
Cihanın
en üstün ve en şereflisi sıfatıyla yaratılan insan, hem dünyasını ve hem de
ahiretini kazanmak zorundadır. Ahireti için çalıştığı gibi dünyası içinde çalışacaktır.
Zira dünya ahiretin tarlası, ebedi hayatın eşiğidir. Bu tarlayı ekebilmek, bu
eşiğe emniyetle basabilmek için, dünyanın da kazanılması lazımdır.
Bu sebeple Müslüman dünya için çalışacak, ona hâkim
olacak fakat dünyanın esaretine, onun hâkimiyeti altına girip ahirete
hazırlanmayı, Allah’a karşı kulluk vazifelerini yapmayı ihmal etmeyecektir.
Müslüman, mal ve servet sahibi olacak fakat mal ve servet ona sahip olmayacaktır.
Kısaca dünya bir gaye değil ebedi âleme hazırlanmak için bir vasıta olarak
kullanılacaktır.
Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı
Kerim’de dünya ve içindekilerin aldatıcı ahiret hayatının ise hakiki olduğu
gerçeğine dikkat çeker ve şöyle buyurur: “Bu dünya hayatı bir eğlenceden, bir
oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise şüphesiz ki o, asıl hayatın ta
kendisidir. Keşke (bunu) bilmiş olsalardı.” (Ankebut, 64)
“O mal ve oğullar dünya
hayatının ziyneti, süsüdür. Bekaya ulaşacak iyi ve güzel (amel)ler ise,
Rabbinin yanında hem sevapça ve hem de amelce daha hayırlıdır.” (Kehf, 46)
“Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar,
davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü
gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer
ancak Allah'ın katındadır.” (Âl-i İmran, 14)
Dinimizin dünya
hakkındaki görüşünü öz olarak çerçeveledikten sonra artık kanaatin ve bunun
aksi olan hırsın ne olduğunu tespit edebiliriz.
Kıymetli kardeşler,
Kanaat, yeme içme ve
servet kazanma hususunda aşırıya kaçmamak, ilahi taksime rıza göstermek, orta
yolu seçmektir. Yanlış anlaşılmasın, kanaat, tembellik, miskinlik, içine
gömülmek fakir yaşamaya çalışmak demek değildir. Bilâkis, elimizden gelen
gayreti harcadıktan sonra hakkımıza razı olmak, başkalarının hak ve kısmetine
göz dikmeden gönül huzuru içinde yaşamaktır. Kanaat, bitmez bir hazine tükenmez
bir servet gerçek bir zenginliktir.
Peygamberimiz (s.a.v)
bu hususta şöyle buyururlar:
“Kanaat tükenmez bir
mal, bitmeyen bir hazinedir.”
“Asıl zenginlik, malın
çokluğu değil kalp zenginliğidir.”
Hal böyleyken bir
Müslüman, dünya lezzetlerinin, nefsani arzuların içine dalarak hak hukuk demeden
mal peşinde koşar, dinini, imanını ve kulluk vazifelerini unutursa, hem kanaat
hazinesini terk etmiş ve hem de kalbini madde ihtirasıyla öldürmüş olur. Bu
ise, bir Müslüman için yürekler yakan bir acıdır.
Kanaatin zıttı olan hırs
ise, bir şeye gösterilen aşırı rağbet ve bağlılıktır. Geçici nimetlere
haddinden fazla bağlanmak, dünyaya hırsla sarılmak, dinimizce hoş
görülmemiştir. Zira her şeyi dünya açısından gören, mal ve servet elde etmeye hırsla
bağlanan kimse, Allah’a karış vazifelerini ihmal edebileceği gibi, menfaati
uğruna her türlü cinayeti, haksızlığı, rahatça işleyebilir. Birçok cinayetlerin,
suiistimallerin, hırsızlık ve haksızlıkların işlenmesine vesile olan, çoğu
zaman hırstır.
Bu sebepledir ki
peygamberimiz (s.a.v), Müslümanları, mal, mülk ve mevki ihtirasından şiddetle
sakındırmıştır. Hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar:
“İhtiras ve cimrilikten
sakının. Zira hırs, sizden evvelkileri helak etmiştir.”
“Altının ve gümüşün
kulu olan kimse helak olmuştur.”
Sâlebe Kıssası
Medine
Müslümanlarından Sâlebe'nin mala, mülke karşı aşırı derece hırsı vardı. Zengin
olmak istiyordu, hem de mutlaka zengin olmak! Hattâ benliğini saran bu şiddetli
zengin olma arzusu, nihayet onu Resûlüllah'dan dua istemeye kadar sevk etti.
Bir gün Peygamberimizin s.a.v mübarek huzuruna çıkarak:
- Yâ Resûlâllah,
Allah'a dua et de zengin olayım, dedi.
Allah'ın Resûlü
s.a.v, Sâlebe'nin bu isteğine şöyle cevap verdi:
- Şükrünü
yapabildiğin az mal, şükrünü yapamadığın çok maldan hayırlıdır.
Bu söz Sâlebe'ye
kâfi gelmişti. Bir müddet bu îkazın mânâsı üzerinde düşünerek benliğini saran
zengin olmak arzusundan birazcık olsun kurtuldu, fakat hırs onun yakasını bir
türlü bırakmıyordu. Zamanla ihtirası yeniden depreştiği için tekrar müracaat
etti:
- Yâ Resûlâllah,
dua et de zengin olayım, dedi.
Bu sefer biraz
daha açık ve ağır konuşan Resûl-i Ekrem s.a.v:
- Ben senin için
kâfi bir örnek değil miyim? dedi ve ilâve etti:
"Allah'a
yemîn ederim ki, isteseydim şu dağlar altın ve gümüş olarak arkamdan akıp
geleceklerdi; fakat ben istemedim."
Elinde bu kadar
imkan bulunmasına rağmen Resûlüllah'ın s.a.v evinde haftalarca çorba pişmediği,
ekseriyetle günlerini oruçlu geçirdikleri, çoğu zaman iftar sofralarının birkaç
hurma tanesi ile bir arpa ekmeğinden ibaret olduğu, herkesin bildiği bir
hakikattir.
Sâlebe bunları
düşünerek bir müddet daha isteğinden vazgeçti.
Fakat zaman
zaman "zengin olursam fakir fukaraya iyi yardım ederim, daha çok sevap
kazanırım" diye hayal kuruyordu. Bu düşünceyle Resûlüllah'a s.av. üçüncü defa
müracaat ederek dedi ki
"Seni hak
Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, eğer beni zengin ederse,
fakir fukarayı koruyacak, her hak sâhibine hakkını vereceğim."
Sâlebe'nin bu
kadar ısrarına karşı dayanamayan Resûlüllah s.a.v:
"Yâ Rabbi,
Sâlebe'yi istediği mala kavuştur," diye dua etti.
Bu dua üzerine
koyun sürüsü otlatmaya başlayan Sâlebe, daha evvel bütün namazlarını
Resûlüllah'ın cemaati olarak kıldığı için kendisine Cami Kuşu adı verildiği
halde, bu sefer sadece öğle ve ikindiyi mescidde kılabiliyor, diğer namazlarını
koyunların ardında, bazen de kazâen îfa edebiliyordu.
Kısa zamanda
çoğalan, bereketlenen koyunlar, Medine yakınlarına sığmaz oldular, uzak
çöllere, sulak yaylalara gitmek zarureti ile karşılaşan Sâlebe, artık öğle ve
ikindi namazlarına da gelemiyor, sadece Cumaları mescidde görülüyordu. Nihayet
çöldeki meşgalesi, ona Cuma namazlarını da unutturdu.
Arada sırada
bir, sürü ile uğradığı yolların üstünde rastladığı yolculardan "Ne var, ne
yok" diye haber soruyor; sonra da koyunların ardından ıssız çöllere doğru
tekrar dalıp gidiyordu.
Artık umumî
mes'elelerle alâkası kesilmiş, sadece şahsını ve şahsî işlerini düşünüyor,
koyunlarını nerede daha iyi otlatabileceğinden başka bir şey hatırına
gelmiyordu.
Bir gün
Resûlüllah'ın s.a.v:
- Sâlebe görünmüyor,
nerededir?" diye sorması üzerine:
- Koyun aldı;
sinek kurtları kadar çoğaldı; buralara sığmaz olduğundan şimdi çöllerde
sürüsünün ardında dolaşıyor," dediler.
Resûlüllah s.a.v:
- Sâlebe'ye
yazık oldu, yazık!" buyurdu.
İşte bu sırada
zekât ve sadaka âyeti nâzil olarak, mâlî durumu düzgün olan Müslümanların geçim
sıkıntısı içinde bulunan kardeşlerine yardım etmeleri emredildi.
Bu âyet-i
kerîmenin emrine büyük bir istekle uyan Müslümanlar, mallarının bir kısmını
geçim sıkıntısı içinde yaşayan kardeşlerine seve seve verirken Sâlebe:
- Bu sizin
yaptığınız düpedüz haraççılıktır," diyerek zekât toplayan memurları boş
çevirdi.
Haberi duyan
Resûlüllah s.a.v, üzülerek "Yazık oldu Sâlebe'ye!" sözünü tekrarladı.
Sâlebe'nin
evvelâ, "Zengin olursam her hak sâhibine hakkını vereceğim" diye
yemîn edip, sonra da bu kadar değişik tavır göstermesi üzerine
"Berâe" sûresindeki şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
"Münâfıklardan
bazıları da mal, mülk verip zengin ettiği takdirde Allah'a daha fazla bağlanıp
fakir fukaraya daha çok yardım edeceklerine dair söz verdiler. Ne zaman ki
Allah onlara bu isteklerini ihsan eder, zengin olurlar; o zaman Allah'a
verdikleri sözü unuturlar, cahillik edip fukaranın hakkını vermezler."
Bu âyet-i
kerîme, Sâlebe'nin münâfıklar sınıfına düştüğünü bildirmesi üzerine,
akrabalarından biri şiddetli teessüre kapılarak gidip Sâlebe'ye durumu haber
verdi ve fukaranın hakkını vererek kendisini münafıklıktan hemen kurtarmasını
istedi.
Bunun üzerine
Sâlebe, Resûlüllah’a s.a.v müracaat ederek fukaranın hakkını getirdiğini
söylediyse de Resûlüllah üzüntülü bir edâ ile:
"Senin
verdiklerini alamam artık Sâlebe... Allah Celle ve Alâ men'etti, haydi
git!" diye mukabelede bulundu.
Resûlüllah'ın âhirete
teşrifinden sonra Hazret-i Ebû Bekir'e müracaat eden Sâlebe, sırasıyla Hazret-i
Ömer ve Osman'a (R.A.) da müracaat ettiyse de:
- Resûlüllah'ın
almadığını biz nasıl kabûl ederiz?" diye hepsinin reddi ile karşılaştı.
Hazret-i Osman (r.a.)
zamanında vefat ederken Sâlebe'nin kulaklarına şu sözler geliyordu:
- Yâ Sâlebe,
şükrünü edâ ettiğin az mal, şükrünü îfa edemediğin çok maldan hayırlıdır.
Eğer gönlünde çok mal
biriktirme arzusu yahut uzun emel belirirse; insan bu durumda kanaatkar olma
şerefini kaybetmiş olur. İşte o zaman kaçınılmaz olarak başkasının elindekine
tamah etme, hırs zilletine düşmek gibi kötülüklerle kirlenmiş olur. Hırs ve
tamah da insanı düşük ahlaklı olmaya, insanın şerefini lekeleyen kötülükleri
işlemeye iter. Zaten insanoğlu yaratılıştan hırs, tamah ve kanaat azlığına
yatkın bulunmaktadır.
Rasûlullah (s.a.v) şöyle
buyurur: İnsanoğlunun iki vadi dolusu altını olsa hemen bir üçüncüsünü ister.
İnsanoğlunun gözünü ancak toprak doyurur! Allah c.c tövbe edenlerin tövbesini
kabul buyurur.
“İnsanoğlu yaşlanır
fakat iki şey onunla birlikte hep genç kalır; uzun emeller ve mal sevgisi.”
Bu açıklamalardan, mal
hırsı ve tamahkarlığın insanın yaradılışından gelen, onun sapmasına helak
olmasına sebep olan bir özellik olduğu anlaşılmaktadır. Bu itibarla Allah Teala
c.c ve Rasulullah (s.a.v) kanaatkar olmayı övmüşlerdir. Efendimiz (s.a.v) şöyle
buyurur:
“Zenginlik mal
çokluğunda değildir; Asıl zenginlik gönül zenginliğidir (İnsanın Allah’tan
başka hiçbir şeye ihtiyaç duymamasıdır).”
Rivayet edildiğine göre
Musa a.s Rabbine şöyle sorar:
-Ya Rabbi, kullarından
hangileri daha zengin?
-Benim kendisine
verdiğime en çok kanaatkar olanı!
-Peki, en adaletli
olanı hangileridir?
-Kendi nefsine karşı
insaflı ve hakkaniyete uygun davranan!
Ebu Hureyre r.a Rasulullah’tan
s.a.v. şöyle rivayet eder:
“Takva sahibi ol,
insanların en âbidi olursun. Kanaatkar ol, insanların en çok şükredeni olursun.
Kendin için arzu ettiğin şeyi bütün insanlar için de iste, o zaman (hakiki)
mümin olursun!”
Hikmet sahibi zatlardan
birine derler ki:
-Akıllı bir kişi için
en çok sevinilecek şey ile üzüntüyü en ziyade giderecek olan şey nedir? Şöyle cevap
verir:
-İnsanı en çok sevindirecek
şey, işlemiş olduğu salih amellerdir. Üzüntüyü en ziyade giderecek olan da,
Allah’ın takdirini gönül rızasıyla karşılamaktır!
Ehli hikmetten biri
şöyle der:
-İnsanlara baktığımda
dertleri en bitmez olanların hasetçiler, en rahat hayata sahip olanların
kanaatkarlar, en çok eza ve cefa çekenlerin muhteris ve tamahkarlar, en
sıkıntısız hayatı yaşayanların dünyayı bir tarafa atmış olanlar ve en çok
pişmanlık duyanların günahkar alimler olduklarını gördüm!
“Allah’ım, Muhammed
ailesine ancak yetecek kadar rızık ihsan et!”, “Rabbim bana, benim için Mekke
vadisini altın yapmayı teklif etti de, istemem ya Rabbi, dedim.” Buyuran Peygamberimiz
(s.a.v), dünya servetlerine kul olmayı, dünyevi kazançları gaye edinmeyi,
sadece sözleriyle önlemeye çalışmamış, bizzat yaşayışı ile de bu yolda örnek
olmuştur.
O ki, Arabistan
yarımadasının büyük bir kısmına sahip olmuşken, istediği her şeyi bulma imkanı
varken, dünya hususunda mütevaziliği, kanaatkarlığı, elde olanla yetinmeyi
hiçbir zaman terk etmemiştir.
Hz. Aişe validemiz (r.anha)
şöyle der:
“Resulullah (s.a.v) peş
peşe üç gün doyasıya yemek yememiştir. İsteseydik biz de doyabilirdik. Fakat
Allah Resulü (s.a.v) diğer ihtiyaç sahiplerini kendisine tercih ederdi.”
O Allah Resulü ki,
mü’minlere şöyle nasihat eder:
“(Dünyaca) kendinizden
aşağı olanlara bakınız. Sizden üstün olanlara bakmayınız. Zira bu, elinizdeki
Allah’ın nimetini hor görmemenize en layık olandır.”
“Müslüman olup da,
yetecek kadar malı olan ve Allah’ın verdiğine kanaat eden kimse kurtuluşa
ermiştir.”
Allah Teâlâ’ya
inanmanın, yalnız O’na güvenmenin ve Allah Resulü’nü (s.a.v) örnek edinmenin en
güzel timsali olan kanaat hazinesinden uzak yaşamayalım. Hem dünyamızı ve hem
de ebedi alemimizi perişan eden hırsa ise yaklaşmayalım.
Sohbetimizi, anlamlarını
tam bir uyanıklıkla düşünmemiz dileğiyle bir ayet-i kerime ve iki hadis-i şerif
mealiyle son veriyoruz:
“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a âit
olmasın.”(Hud, 6)
“Bir koyun sürüsüne salıverilmiş
iki aç kurdun yaptığı zarar, mevki ve servet düşkünü bir adamın dinine yaptığı
zarardan büyük değildir.”
“Haramlardan sakın ki,
insanların en abidi olasın, Allah’ın senin için taksim ettiğine razı ol ki,
insanların en zengini olasın.
Komşuna ikram et ki,
olgun mü’min olasınn, Kendin için sevdiğini insanlar için de sev ki, gerçek
Müslüman olasın!”
Yorumlar
Yorum Gönder