ÖLÜM EN ETKİLİ NASİHATTİR
* Günlük meşgaleler peşinde, istek ve arzularımızı gerçekleştirmek
için koşuşturup dururken bir gün öleceğimizi unutuyoruz.
Dünyada değişmeyen tek hakikat ölüm. Hepimiz faniyiz, belli bir zamana
kadar ecelimiz var, vaktimiz geldiğinde bu hayatı terk edeceğiz. Cenab-ı Mevlâ
müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor:
“De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm muhakkak sizi bulacaktır.
Sonra siz görüleni ve görülmeyen her şeyi bilen Allah’a döndürüleceksiniz. O
size bütün yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cuma, 8)
İnsanoğlu dünyaya dalmaya meyillidir, onun süsüne aşırı derece
bağlanır ve ölümü hatırlamaktan gafil olur. Hatta hatırlatıldığı zaman da
hoşlanmayıp ondan kaçar, rahatsız olur.
İnsan ölümü hatırladıkça dünya hayatının gelip geçici olduğunu bilir,
ona göre davranır. Kulluğunu yapar, Allah’a isyan etmez. O’nun huzuruna
varacağını, yaptıklarından hesaba çekileceğini idrak eder.
Ölümü hatırlamayanın zararı sadece kendisine değildir. Diğer insanlara
da zarar verir. Tarihteki zalimlerin hepsi ölümden habersiz gibi davranmış,
binlerce, yüzbinlerce insana zulmetmekten, hatta öldürmekten çekinmemiştir.
Günümüzde de böyledir.
Mümin kimse ölümü hatırlamaktan korkmaz, kaçmaz. Nitekim Efendimiz
s.a.v. “Ölüm müminin hediyesidir.” (Beyhakî; Hâkim) buyurmuştur. Rabbine kul
olmuş, dünya imtihanını geçmiş kimse için ölüm elbette hediyedir. Bu yüzden
Allah dostları ölümü vuslat, Allah’a kavuşma olarak bilmişlerdir. Çünkü ölüm,
mümin için her anı türlü badirelerle dolu dünya hayatından kurtulmaktır.
İmam Gazalî (rh.a.) ölümü hatırda tutmanın en tesirli yolunu şöyle
anlatıyor:
“Ölümü hatırlamanın en tesirli yolu, senden önce göçen akranlarını,
emsallerini çokça anman, onların ölümlerini, yıkılıp toprak altına girdiklerini
düşünmen; onların makam ve mevkilerindeki güzel şekillerini gözünün önüne
getirmendir. Sonra toprağın onların güzel suretlerini nasıl çürüttüğünü
düşünmen, kabirlerde azalarının nasıl birbirinden ayrıldığını hayale getirmen,
kadınlarını dul, çocuklarını nasıl yetim bıraktıklarını, mallarını terk
ettiklerini görmen, meclislerde boş kalan yerlerine ibretle bakmanla olur.
Bir insan, ölen birinin bütün hayat safhalarını ve hallerini düşünür:
Nasıl neşelendiğini, koşuşturmalarını, hayata dair ümitlerini, ölümü hiç
hatırlamadığını, dünyalık şeylere aldanışını, kuvvetine ve gençliğine
güvenişini, gülüşmeye, oyun ve eğlenceye meyledişini, önünde duran ve çabucak
geliveren ölümden nasıl habersiz olduğunu hayal eder. İşte bu düşüncelere dalan
kimse nefsine bakar, kendisinin de onun gibi olduğunu görür.” (İhyâu
Ulûmi’d-Dîn)
Hz. Ali (r.a.), Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v.’den şöyle rivayet
etmektedir:
“Sizin için beni en çok korkutan şey nefsinizin isteklerine uymak ve
uzun emeldir. Nefsin arzularına uymanız sizin Hakk’a ulaşmanızı engeller. Uzun
emel ise dünya sevgisinden kaynaklanır.
Dikkat edin! Allah Tealâ dünyayı sevdiklerine de sevmediklerine de
verir. Fakat bir kulunu sevdiği zaman ona imanı bahşeder. Dikkat edin! Bazı
insanlar dinin, bazıları da dünyanın derdine düşerler. Sizler dinin derdine
düşün, dünyanın kulu kölesi olmayın.
Dikkat edin! Dünya arkasını dönüp gitmektedir. Dikkat edin! Ahiret
size doğru gelmektedir. İyi biliniz ki, sizler amelin olduğu fakat hesabın
olmadığı bir dünyadasınız. İyi biliniz ki, sizler amelin olmadığı hesap gününe
doğru yaklaşmaktasınız.” (Müttakî-i Hindî, Kenzü’l-Ummâl, nr. 44167; Zebîdî,
İthâf, 14/36)
Ölümü ve ölümlü olduğumuzu bize en güzel hatırlatacak şey yine
ölümdür. Bu yüzden kabirlerimizi ziyaret etmekle emrolunmuşuz. Kabirdekilere bakarak
ibret almakla emrolunmuşuz. Ölüme dair gördüğümüz, duyduğumuz, yaşadığımız her
şey bize -eğer ibret alırsak- sağlam bir ders verir. [1]
Abdullah b. Ömer’den (r.a): Bir adam Hz. Peygamber’e (s.a.v),
“Müminlerin hangisi daha faziletlidir?” diye sordu. Resûlullah (s.a.v), “Ahlâkı
en iyi olanlarıdır” buyurdu. “Müminlerin hangisi daha akıllıdır?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v), “Ölümü en çok hatırlayanları, ölüme en iyi hazırlık
yapanlarıdır. İşte akıllılar bunlardır” buyurdu. [2]
Yine Abdullah b. Ömer’den (r.a): Hz. Peygamber (s.a.v) beni tuttu ve
“Dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol. Kendini ölülerden ve kabir ehlinden
say” buyurdu.
Mücâhid b. Cebr diyor ki: Abdullah b. Ömer r.a (bunu naklettikten)
sonra bana dedi ki: “Mücâhid! Sabahlayınca nefsine akşamdan söz etme. Akşam
olunca da nefsine sabahın bahsini açma. Hastalıktan önce sıhhatinden istifade
et, ölümünden önce de hayatından. Çünkü sen ey Allah’ın kulu! Yarın isminin ne
olacağını (canlı mı, ölmüş mü olacağını) bilmiyorsun.” [3]
Enes b. Mâlik’ten (r.a): Resûlullah (s.a.v) bana şöyle buyurdular:
“Allah’a, O’nu görüyormuşçasına ibadet et. Sen O’nu her ne kadar
göremezsen de O seni görmektedir. Mescide gireceğin zaman güzelce abdest al.
Namazında ölümü hatırla. Çünkü kılarken ölümü hatırlayanın namazı güzel olur.
Bir daha başka namaz kılamayacağını düşünen kimse gibi namaz kıl. Özür dilenecek
her şeyden de uzak dur.” [4]
Abbas b. Hamza anlatıyor: Zünnûn-i Mısrî’nin (k.s) yanına girdim.
Beraberinde bir grup mürid vardı. Onlara şöyle diyordu: “Uyuduğunuzda ölümü
yastığınızın altında, kalkınca da karşınızda bilin. Sanki hiç dünyaya
ihtiyacınız yokmuş da, sadece âhiret size gerekliymiş gibi olun.”
Fudayl b. İyâz (k.s) anlatıyor: Abdullah b. Mübârek (k.s), “Ölüm ve
ölüm sonrası için hazırlık yap” dedi. Ardından bana doğru bir çığlık attı ve
gece boyu baygın kaldı. [5]
İbrahim b. Edhem (k.s) şunu çok derdi: “Esas yurdumuz önümüzdedir,
hayatımız ölümümüzden sonra başlamaktadır. Ya cennete gideceğiz ya da cehenneme.”
[6]
Yine İbrahim b. Edhem’den (k.s): “Sonunda gideceğin yeri hakkıyla
düşün. Geçen ömrünü bir tefekkür et, hiç ona güvenilir mi? Onun seni Rabbinin
azabından kurtaracağını ümit eder misin? Bunları düşünürsen, kalbin seni
kurtuluş yoluna önem vermeye yöneltir. Kendilerini emniyette hissedip gereksiz şeylerle
meşgul olan, güven içinde bulunup nefislerinin arzularına tâbi olan, nefisleri
kendilerini helâke sürüklemiş kimselerin yoluna sokmaz. Bu yolu tutanlar, hiç
şüphesiz sonunda gerçeği görecekler, ne için didinip yarıştıklarını
anlayacaklar ve pişman olacaklardır.
‘Haksızlık edenler, hangi dönüşe (hangi âkıbete) döndürüleceklerini
yakında bileceklerdir.’ ” [7]
Hasan-ı Basrî diyor ki: “Ölüm dünyanın gerçek yüzünü ortaya çıkarmakta
ve akıl sahiplerinde bir neşe bırakmamaktadır. Ah, ölüm ne güzel bir nasihattir,
kalpleri diri bulabilse.” [8]
[9]
Ölümden Hoşlanır mısın?
Ebû Süleyman Dârânî (rah) anlatıyor: Ümmü Hârun’a (rah):
- Ölümden hoşlanır mısın? diye sordum. O:
- Hayır, hoşlanmam, dedi. Ben ona:
- Niçin? diye sordum, o:
- Çünkü bir adama karşı koysam, bir daha onunla karşılaşmak istemem.
Allah’a (c.c) isyan eden birisi olarak, beni ona ulaştıracak olan ölümü nasıl
isteyebilirim ki! diye cevap verdi. [10]
[11]
* Çünkü ölüm her nerede olursak olalım bize ulaşacak, “Her nefis ölümü tadacaktır.” Her gelecek ise yakındır.
Ölüm hepimize er ya da geç gelecektir. Bu bir hakikattir. O kadar ki,
ölüm her yazın bir kışı, her gecenin bir gündüzü olmasından daha kesindir. Ve
insanla ölüm arasında saniyeden kısa bir zaman süreci vardır. Her an, her
yerde, her halde yakalayabilir.
Hakiki hayatın başlangıcı olan ölüm çetin bir geçittir. Dünyaya gelen
herkes bu geçitten mutlaka geçecektir. Böylece misafir olarak geldiğimiz bu
fani dünyadan gerçek evimize döneceğiz. Ne kadar yaşarsak yaşayalım, ne kadar
çabalarsak çabalayalım, ölüm uzun ömürle kısa ömrün arasındaki farkı kaldırır.
Mümin, her gün ölüm ve ahireti
düşünerek, her nefeste son nefesi yaşamanın şuuruna ermelidir ki, ölüm hayatını
terbiye edebilsin ve “ölmeden evvel ölmenin” sırrına erip, ecelini gülerek
karşılayabilsin. Bu sırra erdikten sonra ölümün acısını, sekeratın sancısını
duymaz. Çünkü ölüm onu korkutmaz. O an artık onun için sevgiliye kavuşma
anından başka bir şey değildir.
Yüce Dinimiz’de ölüm ile hayat o kadar iç içedir ki, insanoğlu adeta
ölmek için doğar ve ölümle yepyeni bir hayata başlar. İslâm’ın şehircilik
anlayışında mezarlıkların şehrin dışında değil de içinde yer alması, bu iç içeliğin
güzel örneklerinden biridir ve ölüm için hazırlığa bir çağrıdır.
Yeryüzünden gelip geçenlerin tümü ölümü kabul etmişlerdir. Ancak
aralarında büyük farklar vardır. Ölümü gerçek manası ile kabul edenler ancak
müminlerdir. Cenab-ı Hak, “Her nefis ölümü tadacaktır.” buyurmuştur. Yani
kaçınılmaz bir gerçektir. Öyleyse ona hazırlıklı ve tedbirli bulunmak, ancak onu
hatırlamak ve hiç unutmamakla olur.
İnsanların sözünden bile çekindikleri, her canlının imkân bulsa kaçmak
istediği ölüm, görünüşte bir bitiş, bir yok oluş, dönüşsüz bir yol gibi olsa
da, aslında yeni ve ebedi bir hayatın başlangıcıdır. Bu hayat dünya hayatı gibi
değil, Rabbi’ne hakiki kulluk yapanlar için en hayırlı bir hayattır. İnsanı
hayatında iken üzerinde, vefatından sonra da bağrında (kabirde) konuk eden bu
dünya, bu hayırlı hayatın elde edileceği bir mekândır. “Dünya ahiretin
tarlasıdır” hadis-i şerifi, bize bu dünyanın ahiret için önemini anlatır.
Kişi şunu asla unutmamalı, sevmediği ölüm bir gün muhakkak gelecek,
nerede olursa olsun, onu bulacaktır. Ancak insanın ne zaman, nerede, nasıl
öleceği belli değildir. Rabbimiz bunu bildirmemiştir. Bu gizliliğin hikmetleri
vardır. Şayet insanlar ecellerini bilselerdi her zaman huzursuz yaşayacaklardı.
Bazıları gaflete dalacak, belirli yaşa kadar dilediğince yaşayıp daha sonra
tevbe ederek ölüme hazırlık yapabileceğini düşünecekti. [12]
Ölüm İçin Hazırlanmak
Bizler yaratıldık ve mutlaka öleceğiz. Bundan kaçış yok. Allah [celle
celâluhû] şöyle buyuruyor:
"(Ey Resûlüm!) Muhakkak sen de öleceksin, onlar da
ölecekler" (Zümer 39/30).
Bir başka âyette Cenâb-ı Hak, "Size bu kaçışın asla bir faydası
olmaz. Aksi takdirde (eceliniz gelmediği için ölümden kaçmış gibi gözükseniz)
bile (dünyada yaşatılarak) istifade ettirileceğiniz zaman çok azdır"
(Ahzâb 33/16) buyurmaktadır.
O halde her müslüman, ölüm kendisini de bulmadan önce ona hazırlık
yapmalıdır. Allah Teâlâ âyet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır:
"Eğer doğru iseniz (haydi) ölümü temenni edin. (Göreceksiniz ki)
onlar, daha önce işlediklerinden (korktuklarından) dolayı hiçbir zaman ölümü
istemezler" (Bakara 2/94-95).
Allah Teâlâ bu âyet-i kerimesiyle, sadıkların (müminlerin) ölümü
temenni ettiklerini, yalancıların (münafıkların ve inanmayanların) ise kötü
amellerinden ötürü ölümden kaçtıklarını beyan etmektedir. Çünkü sadık mümin,
ölüme hazırlanmıştır. Bu sebeple iştiyakla Rabb'ine kavuşmayı arzulamaktadır. Ebû
Derdâ'nın [radıyallahu anh] da dediği gibi: "Rabb'ime karşı mütevazı olmak
için fakirliği, günahlarıma kefaret olması için de hastalığı isterim. Rabbime
kavuşacağım için de iştiyakla ölümü isterim."(sf.62)
Abdullah b. Mesud [radıyallahuanh] demiştir: İyi olsun kötü olsun ölüm
her ikisi için de hayırdır. Eğer ölen kişi iyilerdense, Cenâb-ı Allah onun
hakkında âyet-i kerimesinde,
"İyi kişiler için Allah katındaki (nimetler) daha
hayırlıdır" (Âl-i İmrân 3/198) buyurmuştur.
Ölen kişi şayet günahkârlardan ise yüce Allah onun hakkında şöyle
buyurmuştur:
"Biz onlara sadece günahtan çoğalsın diye mühlet tanıyoruz. Onlar
için elem verici bir azap vardır" (Âl-i İmrân 3/178).
Ölüm Müminin Huzura Ermesidir
Enes b. Mâlik'in [radıyallahu anh] rivayet ettiğine göre Nebî
[sallallahu aleyhi vesellem] buyurmuştur ki:
"Ölüm müminin rahata (huzura) kavuşması demektir" [13]
İbn Mesud [radıyallahuanh] anlatıyor: Resûlullah'a [sallallahu aleyhi
vesellem],
- Hangi mümin daha fazilet sahibidir? diye soruldu. Resûlullah [sallallahu
aleyhi vesellem],
- Ahlaken en güzel olanı, buyurdu.
- Hangi mümin daha zekidir? diye soruldu. Resûlullah [sallallahu
aleyhi vesellem],
- Ölümü en çok hatırlayan ve ona en çok hazırlanan, diye buyurdular. [14]
Resûl-i Ekrem [sallallahu aleyhi vesellem] buyuruyor:
"Zeki, nefsini (ahirette hesaba çekilmeden önce) hesaba çeken ve
ölümden sonrası için hazırlanandır. Aciz ise nefsinin aldatıcı arzularına uyan,
sonra da Allah'tan (c.c) eman (af) dileyen kimsedir." [15]
[16]
Ölenlerin halinden zerre miktarı halkın dirilerine verilseydi,
dayanamayıp helâk olurlardı. Hiç kimse diri kalmazdı.
Resûlullah [sallallahu aleyhi veseilem] şöyle buyuruyor:
"Eğer hayvanlar ölümü sizin bildiğiniz kadar bilseydi, semiz et
yiyemezdiniz. " [17]
HİKÂYE
Bir gün şeyhlerden biri müridleriyle gidiyordu. Bir koyun sürüsüyle
karşılaştılar. Şeyh,
- Ey dervişler, bunca zamandır size ölümden haber veriyorum.
Hiçbirinizi şu fâni, yalancı, aldatıcı, hilebaz, gaddar dünyadan
uzaklaştıramadım. Nefislerinizden kaynaklanan bu çirkin huyu terk ettiremedim.
Hiç olmazsa şu koyunlara ölümün olduğunu söyleyeyim, bakalım sizin gibi mi
davranacaklar? Koyunların yanına yaklaşarak,
"Her nefis ölümü tadacaktır" (Al-i İmrân 3/185) âyet-i
kerimesini okudu.
Koyunlar hemen bir araya toplandı. Kuzularıyla meleşir gibi meleşmeye
ve bağrışmaya başladılar. Birçoğu melemekten helâk oldu. Bazıları da bir daha
ot yemedi, inleye inleye öldüler ve o sürüden hiçbir koyun kalmadı. [18]
O Gelen Adam Kimdi?
Bir ara Azrâil (a.s) Hz. Süleyman’ın (a.s) huzuruna girdi. Hz.
Süleyman’ın (a.s) yanında bulunan adamlardan birine uzun süre dik dik baktı.
Azrâil (a.s) oradan ayrıldıktan sonra adam:
-Ey Allah’ın Peygamberi, o gelen adam kimdi? diye sordu Süleyman
(a.s):
-O Azrâil’di, dedi. Adam:
-Onun bana pek dikkatlice baktığını gördüm; sanki beni arıyor gibiydi,
dedi. Süleyman (a.s):
-Ne istiyorsun? diye sordu Adam:
-Beni ondan kurtarmanı istiyorum. Rüzgâra emret de beni Hindistan’ın
en ücra köşesine atsın, dedi. Süleyman (a.s) rüzgâra emrettikten sonra rüzgâr
onu Hindistan’ın en uzak beldelerinden birine attı. Bu hâdiseden bir müddet
sonra Azrâil (a.s) tekrar geldi. Süleyman (a.s) ona:
-Senin yanımda bulunan adamlardan birine dikkatli dikkatli baktığını
gördüm, öyle değil mi? diye sorar. Azrâil (a.s):
-Yakın bir zaman önce o adamın canını Hindistan’ın en ücra
köşelerinden birinde almakla emrolunmuştum; fakat onu senin yanında gördüğüm
için çok şaşırmıştım; şimdi yerinde bulup canını aldım, dedi. [19]
[20]
* Ölüm rabıtası neden önemlidir? Tasavvufun ilk basamağının bu
rabıtayla başlamasının hikmeti nedir?
Tasavvufta nefsin ıslahı için ölümün çokça hatırlanması önemli bir yer
tutar. Nakşibendilik yolunda da ölüm rabıtası yapmak görev olarak verilir.
Bundan maksat, dünyadan nefsin tatlarını bir an olsun keserek ahiret hayatına
yüz çevirmektir. [21]
Kur’an ve Sünnet’te emredilen rabıtalardan biri de ölüm rabıtasıdır.
Kur’an’da insanı dehşete düşürecek, hayrete sevk edecek ölüm halleri, kıyamet
sahneleri ve ahiret manzaraları anlatılmaktadır. Bunlarla kalp dünyadan çekilip
ebedi ahiret yurduna yöneltilmek istenmektedir. Rasulullah s.a.v. Efendimiz,
Abdullah b. Ömer’e r.a: “Kendini ölmüş ve kabre girmiş say.” (Tirmizî, Ahmed)
buyurarak ölüm rabıtasını tavsiye etmiştir. Bu rabıta ile insanın dünyanın boş
sevgi ve zevklerinden çekilip ebedi ahiret güzelliklerine yöneleceğini,
gafletin gidip kalbin dirileceğini ve günahlardan temizleneceğini haber
vermiştir. (Tirmizî, Nesaî, Münavî, Beyhakî) [22]
Kul, ölüm rabıtası içinde ahiretin her anında ve durağında Allah için
sevdikleri ve yaptıkları hariç, hiçbir şeyin kendisine fayda vermediğini
düşünür, bütün bunları gönül gözüyle seyreder, sanki görmüş ve içine girmiş
gibi korkup ibret almaya çalışır. Bu yolculukta tek sermayenin ve fayda verecek
şeyin Allah’a c.c iman, salih amel, O’nun için sevgi ve güzel ahlak olduğunu
görür, nefsini onlara yöneltmeye, salihleri ve iyilikleri sevdirmeye çalışır .
Kalp, kötü düşünce, sevgi ve dertlerden kurtulmadan içine ilahi feyiz
ve muhabbet girmez. Bunun için Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:
“Ölümü çokça hatırlayın. Hiç şüphesiz ölümü hatırlamak, günahları
temizler ve kalpten dünya sevgisini giderir.“ Buyurmuştur.
İşte bu ölüm rabıtası ile kalp dünya muhabbetinden arındırılır,
içindeki boş düşünceler, kötü duygular dışarı atılır; kalp rahatlar. [23]
Ehl-i tarikat, nefsi azgınlaştığı zaman ne kadar çok ölüm rabıtası
yaparsa nefsini dizginlemiş olur. [24]
Ölümü hatırlamanın kalbe fayda sağlamasının en tesirli yolu, senden
önce göçen akranlarını ve emsallerini çokça anman, onların ölümlerini ve
yıkılıp toprak altına girdikleri durumlarını hatırlaman, makam ve
mevkilerindeki güzel şekillerini gözünün önüne getirmenle olur. Sonra, toprağın
onların güzel suretlerini nasıl çürüttüğünü düşünmen, kabirlerinde âzalarının
nasıl birbirinden ayrıldığını hayaline getirmen, kadınlarını dul; çocuklarını
nasıl yetim bıraktıklarını, mallarını terkettiklerini görmen; onların
mescidlerde ve meclislerdeki boş kalan yerlerine ibretle bakmanla olur.
Bir insan, ölen birinin bütün hayat safhalarını ve hallerini
düşündüğünde, kalbinden onun nasıl öldüğünü düşünür; onun şeklini hayaline getirir;
nasıl neşelendiğini, koşuşturmacalarını, hayat ve yaşam ümitlerini, ölümü hiç
hatırına getirmediğini, dünyalık şeylere aldanışını, kuvvetine ve gençliğine
güvenişini, gülüşmeye, oyun ve eğlenceye meyledişini, önünde duran ve çabucak
kendisine yetişen ölümden ve felâketten nasıl habersiz olduğunu, hayatta iken
hareket halinde olduğunu fakat şimdi ayaklarının ve mafsallarının çürüyüp yok
olduğunu, konuşan dilinin kurtlar ve böcekler tarafından nasıl yenildiğini,
gülen dişlerinin arasının nasıl topraklarla dolduğunu, belki ölümüne bir ay
dahi kalmadığı halde, ihtiyacı olmamasına rağmen on yılın sonrasının derdine
düşüp tedbirlerini aldığını, hiç ummadığı gafil bir anında ölümün pençesine
yakalandığını, ölüm meleğinin kendisine gözüküp cennetlik mi, cehennemlik mi
olduğunu haber verdiğini hatırına getirir.
İşte bu düşüncelere dalan kimse nefsine bir bakar ve kendisinin de
onun gibi olduğunu düşünür. Gafletinin onun gafleti, akıbetinin de onun akıbeti
gibi olacağını anlar (ona göre çalışır ve maksadına ulaşır).
Ebü'd-Derdâ (r.a) şöyle demiştir: "Ölüleri andığında kendini de
onlardan biri olarak say."
İbn Mesud (r.a), "Bahtiyar kişi başkasından ibret alandır"
demiştir.
Ömer b. Abdülaziz (rah) der ki: "Her gün, sabah akşam birini
hazırlayıp Allah'a yolcu ettiğinizi, sonra da onu toprağın içine bıraktığınızı
görmez misiniz? Böylece o, toprağı kendisine yastık ediniyor, dostlarından
ayrılıp bütün her şeyden ilişkisini kesmiş bulunuyor." [25]
* Zamanımız sınırlıdır, bu sınırlı zamanı hırsımızın esiri olup
dünyalık temin etmeyi gaye-i hayat edinerek heder etmemelidir. Sufi
ibnül-vakttir; o her anını ganimet bilir, onun için boş vakit yoktur.
Zamanın mâlâyani ile yani ahiret hayatına bir faydası olmayan, aslında
dünya hayatı için de bir katkısı olmayan boş iş ve uğraşlarla geçirilmesi,
zamanın kaybedilmesi, belki kişinin bizzat kendi tarafından gasp edilmesi,
çalınması demektir.
Halbuki dünyada geçirilen zaman, her anıyla çok kıymetli. Çünkü ne
yapacaksa burada yapacak. Bu nedenle zaman müminin en büyük sermayesidir.
Neyin ne zaman, nasıl yapılacağına dikkat etmek ve bunu ilâhi rızaya
uygun yapmaya çalışmak gerekir. Kainatta her şey yerli yerindedir ve hepsi
üzerlerine düşeni yaparak uyum içerisinde hareket eder. İnsanın da bu nizam
içinde yeri, durumu bellidir. Müslüman bir insan olmakla bu ahenge katılır,
rahat eder ve ahireti için de hazırlığını yapmış olur.
Bizim için zaman şu andan ibarettir. Ne geçen gün için bir şey yapmak
mümkündür ne geleceğinden emin olmadığımız yarına bel bağlamak... Ne yapacaksak
şimdi yapmalıyız. Hayırlı işler için, dün yaptığımızla yetinmek veya yarın
yaparım deyip ertelemek doğru değildir. Dünün sermayesi bugünü kurtarmayabilir
veya yarın hiç gelmeyebilir.
İmam Rabbanî k.s. Hazretleri bir mektubunda şöyle diyor: “Şüphesiz
vakit keskin bir kılıçtır. Yarına fırsat tanır mı tanımaz mı bilinmez. O halde
yapman gereken işler arasından en önemli olanı bugün yapman, önemli olmayanıysa
yarına ertelemen gerekir. Aklın gereği budur. Akıl derken akl-ı me’âşı, yani
dünya aklını değil, akl-ı me’âdı, yani ahiret aklını kastediyorum.” (Mektubat-ı
Rabbanî, 134. Mektup)
Yine bir başka mektubunda da zamanı önemli işlerde kullanmakla ilgili
olarak şunları kaydetmektedir: “Bugünkü ömrü hayali bir işe harcamak ve hayali
olanı ele geçirmek için mevcut olanları elden kaçırmak saçma bir iştir. Elde
bulunan şeyi en önemli, en kıymetli şey için kullanmak gerekir.” (133. Mektup)
Bir hadis-i şeriflte de: “Daha sonra yaparım diyenler helâk oldu.”
(Riyazu’s-Sâlihîn) buyurulmuştur. Tevbe mi etmek istiyoruz, şimdi etmeliyiz.
Hayır hasenat mı yapmak istiyoruz, şimdi yapmalıyız. Kur’an mı okumak
istiyoruz, şimdi okumalıyız. Dua mı etmek istiyoruz, şimdi etmeliyiz.
İçinde bulunduğumuz anı ganimet bilmeli, Rabbimizin razı olacağı
işlerle değerlendirmeliyiz. Efendimiz s.a.v.: “Salih ameller işlemekte acele
ediniz.” (Müslim) buyurarak ümmetini bu noktada teşvik etmektedir.
Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz: “İhtiyarlık gelmeden gençliğin,
hastalık gelmeden sıhhatin, fakirlik gelmeden zenginliğin, meşguliyet gelmeden
boş vaktin, ölüm gelmeden hayatın kıymetini bilin.” (Müstedrek) buyurmuşlardır.
Bu emir ve tavsiyelere muhatap bir müminin, anlamsız, boş işlerle uğraşması
mümkün değildir. Hem Cenab-ı Hak Müminun Suresi’nde boş ve yararsız şeylerden
yüz çevirmeyi, müminlerin özelliklerinden saymaktadır.
Dinimiz değil vakti boşa geçirmeye, iki günün eşit olmasına dahi razı
olmamaktadır. Nitekim hadis-i şerifte, “İki günü eşit olan aldanmıştır.”
(Keşfü’l-Hafâ) buyurulmaktadır.
Öyleyse bize yakışan, içinde bulunduğumuz anı ganimet bilip en güzel
şekilde değerlendirmektir. “O halde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir iş ve
ibadetle) yorul.” (İnşirah, 7) ayeti buna
işaret etmektedir. Yani müslüman her işin bitişiyle birlikte yeni bir
işe başlar, boş durmaz, zamanını değerlendirir. Şüphesiz ki burada söz konusu
olan işler Allah’ın rızasını gözeterek yapılan işlerdir. İster dinle, ister dünyayla
alakalı bir iş olsun, niyet halis olunca salih amele dönüşür.
Zaman önemli bir varlığımızdır. Bu varlığı kaybetmek de onu dolu dolu
yaşayıp kıymetini artırmak da bizim elimizde. Müslüman, dünya hayatından
vazgeçen değil, dünya hayatını Allah için en iyi şekilde değerlendiren kişidir.
Efendimiz s.a.v. buyuruyorlar: “Ömrü uzun, ameli güzel kimseye müjdeler
olsun.” (Taberânî) [26]
İbnü'l-vakt=Vaktin çocuğu; Sûfî ibnü'l-vakttir, yani o, içinde
bulunduğu anda yapılması en uygun olan şeyle meşgul olur. O vakitte kendisinden
istenen şey neyse onu yapar. Sûfî ne geçmiş ne gelecekle ilgilenir. Sadece
içinde bulunduğu zamanı değerlendirir. [27]
Zaman manâsına gelen vakt , tasavvufta hem hâl gibi bir lütuftur hem
de hâl'in mütemmim cüz'üdür. Bu sebeple hâl ile vakt birlikte kullanılır ve çok
zaman da birbirine karıştırılır. Yine fazla izahata girmeden vakt ile bilhassa
kastedilen iki manâya işaret edelim.
Birincisi, vakt elbette kalbe varid olan ilhâmın zamanıdır ama daha
ziyade o hâl'in önceki ve sonraki hâl ile çok kat'i bir şekilde kopuşunu,
ilintisizliğini anlatmak için kullanılır. Bu da içinde bulunulan ânı en feyizli
şekilde yaşama, geçmiş ve gelecekle alâkadar olmama prensibini ilzâm eder.
Vaktin iyi veya yerinde olması, sâlikin içinde bulunduğu ân'ı hâline uygun bir
şekilde idrâk etmesi, yahut sadece o hâle tahsis kılabilmesidir. Bu manâda vakt
, hâlin gereğini hemen, o anda yapmak, hâle uygun davranışı ertelememek, hâlin
zayiinde de o durumu tekellüfle sürdürmeye çalışmamaktır.
İkinci olarak vakt , hâlin kul üzerindeki tasarrufunu mümkün kılan
ilahî bir ikramdır. Mâlum, kelime-i tevhidde önce lâ ile Allahu Teâlâ'dan
gayrısı nefyedilir. Zikirde de böyle olması gerekir. Yani zâkir evvela
başkalarını nefyedecek, sonra Allahu Teâlâ'yı zikredecektir. İnsanın kendi
nefsi de bu başkalarına dahildir . Bu sebeple hakikî zikirde insan Allah'ı
anarken kendini unutacak dereceye gelmeli, Allah'ın zikrinde kendini de
kaybetmelidir. Bu istiğrâk hâlidir. Bu halde zikrin, zâkirin fenâsıyla fenâ
bulmaması için Cenâb -ı Hak vakt'i ihsan ederek kulun nasiplenmesini onunla
mümkün kılar. Vakit sâliki kuşatır, hâli üzre tutar.
Bu iki sebeple, yani “içinde bulunulan ân'ı öncesi ve sonrasıyla
meşgûl olmadan en feyizli şekilde değerlendirme gayreti” ile vaktin “hâlin
tasarrufunu mümkün kılması keyfiyeti”, sâliki vakt'e tâbi' eyler. O artık
ibnü'l-vakttir ; vaktin çocuğu yahut uşağıdır. İbnü'l vakt , vaktin hükmüne
kayıtsız şartsız teslim olmuştur. Yani gayb perdesinden her ne ki lâyıh ve
zâhir olmuşsa ona icâbet edip iktizâsınca davranır demektir; sülûkta bir
mertebedir. [28]
"Ecel gelip çattı mı, ne bir saat geri bırakılabilir, ne de bir
saat öne alınabilir" (A'râf 7/34) âyetini hiç duymadın mı?
Ey gafil, bu gafletten ve uzun emelden ne çıkar? Çokları uzun
emellerinin peşinde ölüp gitti. Ölüm bir ejderha gibi devamlı yutuyor. Madem
Allah Teâlâ bizi yoktan var eyledi; var eylediği gibi öldürecektir. Bir gün
gelir ölüm bizi dostlarımızdan ayırır. Bugün yarın diyerek gafil olmamak lazım.
Ölüm geldiğinde kimseye aman vermez.
HİKÂYE
Hz. Davud (aleyhisselâm] evinde taht gibi yüksekçe bir yer
yaptırmıştı. Oraya dört ayaklı merdivenle çıkıp ibadet ederdi. Bir gün abdest
aldı, o taht gibi yere çıkıp namaz kılmak ve Mevlâ'ya niyazda bulunmak istedi.
Merdivenin birinci ayağını çıkıp ikincisine bastığında ölüm meleği geldi.
Ruhunu almak istedi. Davud [aleyhisselâm] Azrâil'e [aleyhisselâm],
- Yâ Azrâil, müsaade et. Yukarı çıkayım, başımı secdeye koyayım. Başım
secdede iken ruhumu al, dedi.
Azrâil [aleyhisselâm], Davud peygamberin [aleyhisselâm] iki basamak
yukarı çıkıp, secdeye başını koymasına müsaade etmedi. Merdiven üzerinde ruhunu
kabzeyledi.
Azrâil [aleyhisselâm], Davud peygambere [aleyhisselâm] bu kadarlık bir
süre tanımazken sana bana tanıyacağını mı sanıyorsun?
Davud'a [aleyhissslâm],
- Bu kadar sene yaşadın. Bu dünyayı nasıl gördün, diye sordular. Şu
cevabı verdi:
- Nasıl göreyim. Bu dünya iki kapılı bir kervansaraydır. Öbür
kapısında yalın kılıç Azrâil [aleyhisselâm] bekler.
Ey kardeş, sen de bunlardan ibret al. Göz odur ki ibret alır. İbret
almayan gözü gözden saymazlar. Çünkü Hak Teâlâ,
"Ey görmesini bilen basiret sahipleri, ibret alın" (Haşr
59/2) diye buyurmaktadır. [29]
İsa (a.s) Ve Çalışan Biri
Bir ara İsâ (a.s) otururken yaşlı bir adamın kürekle yeri kazdığını
gördü ve:
- Allah’ım! Onun kalbinden nihayetsiz emelleri çıkar” diye dua etti.
Biraz sonra adam işini bırakıp yere yattı, öylece bir müddet bekledi. Bunu
gören İsâ (a.s):
- Allah’ım! Ona emelleri geri iade et” diye duada bulundu. O anda adam
ayağa kalkarak tekrar çalışmaya başladı. İsâ (a.s) adamın yanına giderek neden
bu şekilde davrandığını sordu. Yaşlı adam şöyle dedi:
- Bir ara çalışmakta iken nefsim bana, “İhtiyarladın, daha ne zamana
kadar çalışacaksın?!” dedi, ben de küreği bir tarafa atıp yan yattım. Bu seferde
nefsim bana, “Hayatta olduğun müddetçe maişetinin temini için çalışmak
zorundasın” dedi, ben de kalktım, küreğime sarılıp çalışmaya başladım.” [30]
[31]
* Efendimiz (s.a.v); “Lezzetleri bıçak gibi kesen ölümü çok
hatırlayın.” buyurmaktadır. Ölümü
hatırlayarak yaşamak, görev ve sorumluluklarımızı ihmal etmek olarak
anlaşılmamalıdır. Zira yüce dinimiz bizden, dünyamız ile ahiretimiz arasında
denge kurmamızı istemektedir. (Son Nefeste İman, Ölüm ve Sonrası)
Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz ölümü anmayı, ölüme hazırlanmayı
müminin en büyük vazifesi saymıştır. Ebu Hüreyre r.a.’ın naklettiği üzere
Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Lezzetleri yıkıp yok eden ölümü çok
hatırlayın.” Çünkü ölümü anmak darda olanı rahatlatır, rahatta olanı ise hesaba
çeker.
Hazret-i Ömer r.a.’ın naklettiğine göre, hangi müslümanın daha akıllı
olduğu Rasulullah s.a.v.’e soruldu. Şöyle buyurdular: “Ölümü en çok hatırlayan,
ölümden sonrası için güzel bir hayat hazırlayan mümin akıllıdır.” Yine bu
konuda: “Nefsine hakim olan, iyi, akıllı kişi ölümden sonrası için çalışandır.
Aciz kişi nefsinin boş isteklerine tabi olup ölümü unutarak gaflete dalan
kişidir.” buyurmuşlardır.
Ölümü unutmak gaflet, ölümü hatırlamak uyanıklıktır. Nefs ise ölümü
sevmez, onu hatırlamak istemez. Ne var ki insanın ölümden uzak kalması, ondan
kaçabilmesi mümkün değildir. Böyleyken onun varlığı bir ders, bir yol
göstericidir. Ebu Derda r.a. Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Bize nasihatçi ve
vaaz edici olarak ölüm, uyarıcı olarak zaman yeter. Zaman her şeyi birbirinden
ayırır. İnsan bugün meskenlerde, yarın mezarlardadır.”
Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz şöyle buyurdu:
- Allah bir kulunu sevdiği zaman onun halini güzelleştirir.
- Ya Rasulallah, Allah kulunun halini nasıl güzelleştirir, diye
sorulunca da buyurdular ki:
- Eceli yaklaştığı zaman ona salih ameller yapmayı nasip eder. Böylece
kendisi ve komşuları ondan razı olurlar.
Ölüm, yolumuzun üzerinde bir köprüdür. Hepimiz bu köprüden geçeceğiz.
Ama önce halimizin güzelleşmesi şart. Hazret-i Aişe r.a. validemizin bildirdiği
hadis-i şerife göre de Rasulallah s.a.v. Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Allah kuluna hayır vermek istediği zaman, ölümünden bir sene önce
kendisine bir melek gönderir. Onu doğru yolda gitmeye, dinini yaşamaya muvaffak
kılar. O kul en iyi halleriyle, en güzel ibadetleriyle ölür. İnsanlar da onu
hayırla anarlar. O kul, vefat anında Allah’ın kendisine hazırladığı şeyleri
görür ve bir an önce Rabbine kavuşmak ister. Çünkü bir sene boyunca o meleğin
yardımıyla güzel, nuranî bir hayat yaşamaya muvaffak olmuştur.”
Allah Tealâ, rahmetine mazhar ettiği kulunun hatalarını temizlemeden
dünyadan almaz. Ya bir hastalık verir veya bir musibet ya da geçimine darlık
vererek sabretmesine ve böylece günahlarından temizlenmesine vesile olur. Bir
zerre günahı kalmayıncaya kadar o kulu sıkıştırır. Eğer hâlâ günahları
temizlenmediyse ölüm halinde ölümün acısını şiddetlendirir, ta ki arınıncaya
kadar.
Efendimiz s.a.v. buyurmuştur ki: “Eğer bir damarınız depreşir,
ayağınız kayar, bir bela veya musibete uğrarsanız günahlarınıza kefaret olur.”
Hayırlarla dolu bir hayat elbette Allah Tealâ’dan bolca ikramla karşılık bulur.
Hatalarımızdan temizlenmek için başımıza gelen bela ve musibetleri de sükûnetle
karşılamak hayrolur. Sabırsızlık ve isyan ise ancak durumu daha da zorlaştırır.
Bilmeliyiz ki Allah Tealâ bizi günahlarımızdan kurtarmak ve
nimetlerine erdirmek istemektedir. Bizim de ölümü hatırda tutarak her an O’nun
huzuruna çıkacağımızı bilerek yapacağımız bir hazırlık, her ne kadar O’nun
keremine bir karşılık olmasa da, O’nun katında sevgi ve şefkatle karşılık
bulacaktır. Allah ve Rasulü s.a.v. ölümü unutmamamızı emretmektedirler. Ölüm
rabıtası denilen tasavvuf ameli de bunun içindir. [32]
İnsan, âhiret menfaatini düşünmeli ve onun için de ölümü hiç
unutmamalı, onu hep göz önünde bulundurmalıdır. En faydalı tefekkür işte odur.
Zira ölümü düşünmek insanın dünyaya karşı olan aşırı bağlarını gevşetmekte
insanı dünya muhabbetinden uzaklaştırmaktadır. Dünyanın keyf ve zevklerinden
insanı alıkoyan; ölümü düşünmektir.
İlk yapılan Nakşibendî âdâblarından biri ölüm rabıtası değil mi? İnsan
ölümü hep gözönünde bulundurup aklından hiç çıkarmamalıdır.
Hazret (k.s) akşam divanına gittiği vakit hep ölümü düşünür,
tanıdıklarından ölenleri anardı. Falan şu kadar sene yaşadı, filan şu kadar
hayat sürdü, şöyle yaptı, böyle yaptı ama nihayet ölüm geldi de göçüp gittiler,
diye on-onbeş kişiyi anarak onların gidişini gözönüne getirip ölümü mülâhaza
ederdi ve kendisine şöyle telkinde bulunurdu: "Onlar sıralarını savıp
gittiler, şimdi ise sıra bana geldi. Artık sıra bendedir" derdi.
Hazret-i Ömer (r.a.)'de böyle davranırdı. Gavs (k.s) bir sohbetlerinde
anlatmıştı: "Hazret-i Ömer emirü'l-mü'minin iken ücretle bir adam
tutmuştu. Her gün gel de bana ölümü hatırlat, demişti. O adam da her gün gelir
Hazret-i Ömer'i ikaz ederdi. Ona Ya Ömer, bak sen emirü'l-mü'minin'sin, bütün
İslâm âleminin sorumlususun, hepsi senin emrin altındadırlar. Aman dikkat et,
kendinden haberin olsun, kimseye zulüm etme, adaletten ayrılma. Ve ölümü de
unutma. Ölüm vardır ve önündedir. Ve sen de mutlaka öleceksin derdi. Bu hal tâ
Hazret-i Ömer (r.a.)'in sakalına beyaz tel düşünceye kadar devam etmişti.
Sakalında beyaz kıl gören Hazret-i Ömer kendini ikaza gelen adama, artık
gelmene lüzum kalmadı. Bundan böyle gelip beni ikaz etmene lüzum yok. Çünkü
bana her an ölümü hatırlatacak olan beyaz kıllar sakalımda belirdi. Şimdi
kendime bir ayna alıp günde birkaç defa aynaya bakmak suretiyle kefen gibi
beyaz olan tellere bakacak ve ölümü hatırlayacağım" diyerek adamın
vazifesine son vermişti."
Yine Gavs (k.s) Bir sohbetlerinde: "Hazret-i Ömer'in yüzüğünü
mühür gibi kazdırdığını, içine de şu ibareyi yazdırdığını anlatmıştı:
"Vaaz olarak ölüm sana yeter, ey Ömer." Öyledir gerçekten.
İnsan ölümü aklında tuttuğu müddetçe vaaza, nasihata ihtiyacı olmaz. "Ölüm
insana yeter." [33]
Şakîk-ı Belhî [rahmetullahi aleyh] diyor ki: "İnsanlar şu dört
şeyde bana kavlî (sözlü) olarak uydular, ancak dört şeyde de fiilî olarak
muhalefet ettiler. Şöyle ki:
1. Biz Allah'ın kuluyuz, kölesiyiz, diyorlar ancak hiç de köleler gibi
davranmıyorlar.
2. Allah Teâlâ rızıklarımıza kefildir, diyorlar fakat dünyalık işlerle
uğraşmadan kalpleri mutmain olmuyor.
3. Ahiret dünyadan hayırlıdır, diyorlar fakat dünya malı toplamaya
devam ediyorlar.
4. Gün gelecek bizler de öleceğiz diyorlar ancak hiç ölmeyecekmiş gibi
yaşıyorlar."
Ebü'd-Derdâ [radıyallahu anh], Ebû Zer [radıyallahu anh] ve bir
rivayette de Selmân-ı Fârisî'den [radıyallahu anh] rivayet edilmiş olmasına
rağmen en bilinen, meşhur rivayete göre Ebû Zer [radıyallahu anh] şöyle
demiştir: "Üç kişi var ki beni hayretlere düşürdü hatta güldürdü ve yine
üç şey var ki bunlar da beni hüzünlendirdi ve ağlattı:
Beni güldüren üç kişi:
1. Bir kişi var ki o dünyayı isteyip duruyor; ama ölüm de onu istiyor.
Yani ardı arkası gelmeyen hedefler, arzular peşinde. Ölümü hiç mi hiç
düşünmüyor.
2. Ölümden ve kıyametten gafildir. Fakat ölüm, kimseden gafil kalmaz.
3. Hayatını gülüp eğlenmekle geçiren kişi. Fakat o, Cenâb-ı Hakk'ın
kendisinden razı olup olmadığını bilmez.
Beni ağlatan üç şey:
1. Dostlardan ayrılık. Yani Hz. Muhammed'in [sallallahu aleyhi
veseilem] ve ashabının [radıyallahu anhüm] vefatları.
2. Ölümün gelip çatması.
3. Allah'ın huzurunda durmak. Rabbim'in beni nereye göndereceğini hiç
bilmiyorum: Acaba cennete mi yoksa cehenneme mi?"
Resûl-i Ekrem [sallallahu aleyhi veseilem] bir hadis-i şeriflerinde,
“Eğer sizin ölüm hakkındaki bildiklerinizi hayvanlar bilseydi
(korkudan erirlerdi de) onlarda yiyecek bir et parçası bulamazdınız" [34]
buyurmuşlardır.
Hâmid Leffâf'tan [rahmetullahi aleyh] rivayet edildiğine göre o şöyle
demiştir: "Her kim ölümü çokça anarsa ona üç şey ikram edilir.
1. Hemen günahlarına tövbe eder.
2. Kendisine verilen nzka kanaat getirir.
3. İbadetlerinde neşeli ve huzurlu olur.
Kim de ölümü anmaz ondan gafil kalırsa, üç şey ile cezalandırılır:
1. Tövbesini erteler durur.
2. Kendisine verilen yeteri kadar rızka kanaatsizlik gösterir.
3. ibadetlerinde tembellik yapar." [35]
Ölümü Hatırlamanın Faydaları
Ölümü hatırlamanın bazı faydalarını şöyle sıralayabiliriz:
Ölümü hatırlamak, en başta nefsani arzuların, kötü tutkuların yok
olmasına vesiledir. Bunun için Efendimiz s.a.v. kıymetli ashabına, “Zevkleri
yok eden ölümü çok anın.” (Tirmizî) diye telkinde bulunmuştur.
Ölümü hatırlamak, dünyaya olan düşkünlükten uzaklaştırır. Nitekim
hadis-i şerifte, “Ölümü çok hatırlayın. Zira o, günahlardan korur ve dünyadan
(yani onu sevip ona rağbet etmekten) yüz çevirtir.” (Cem’ul-Cevâmi) diye
bildirilmiştir.
İbrahim et-Teymî bu hadis-i şerifin faydasını ziyadesiyle görmüş
olacak ki, ölümü hatırlamayı kendisini dünya zevklerinden alıkoyan iki şeyden
biri olarak zikretmiş ve demiştir ki:
“İki şey beni dünya zevkine kapılmaktan ayırdı. Biri ölümü hatırlamak,
diğeri de Allah Tealâ huzurunda hesap vermeyi düşünmek.”
Ölümün hatırlanmasındaki diğer bir fayda, şehitlerle birlikte
haşredilecek olma şerefidir. Hz. Aişe r.a. Validemiz Hz. Peygamber s.a.v.
Efendimiz’e sormuştu: “Ey Allah’ın Rasulü, şehitlerle birlikte haşredilecek
biri var mı?” O da şöyle cevap verdi: “Evet, bir gün ve gecede yirmi defa ölümü
anan kimse şehitlerle beraber haşredilecek.” (Gazalî, İhya)
Ölümü hatırlamanın bir başka faydası da kalbin yumuşamasına sebep
olmasıdır. Anlatıldığına göre, kalbinin katılığından şikayet eden bir kadına
Hz. Aişe r.a. validemiz; “Ölümü çok an ki kalbin yumuşasın.” buyurmuştu.
Gerçekten de kadın söyleneni yaptığında kalbi yumuşamış, bu yüzden Hz. Aişe
r.a.’ya gelerek teşekkür etmişti.
Ölümü çokça hatırlamak, kişinin hem kalbini uyandırır, hem de ölümünü
kolaylaştırır. Sevgili Peygamberimiz s.a.v. bu durumu; “Ölümü çokça hatırlayan
hiç kimse yoktur ki, Allah Tealâ onun kalbini diriltmiş, ölümünü kolaylaştırmış
olmasın” (Deylemî) diye haber vermiştir.
Tefekkür, yani düşünüp ibret almak dinimizce ibadet sayılır. Kur’an-ı
Kerim’de bizi tefekküre teşvik eden pek çok ayet vardır.
Allah Rasulü s.a.v. de bir hadisinde ümmetine, “ibadetin en
faziletlisi olarak tefekkürü, zühdün en faziletlisi olarak da ölümü
hatırlamayı” göstermiştir. Şu halde ölümü hatırlamak da tefekkürdür, onu yerine
getiren kimse her iki fazileti de elde etmiş sayılır. Bu da ölümü düşünmenin
bir diğer faydasıdır. [36]
Bir Gün Öleceksin
Hucvirî anlatıyor:
Hikâyât'ta meşhur bir menkıbe vardır: Şeyhin biri, bir imamın yanına
giderdi. İmam mevkiin, başkanlığın ve nefse ait bencilliğin gözetilmesi, zabt-u
rabt altına alınması hususunda âciz kalmıştı. Şeyh imama:
"Ey Falan! Ölüm kaçınılmazdır," der, bu sözden imamın canı
son derece sıkılır ve: Bu züğürt adam her zaman bu sözü söyleyip durmaktadır,
derdi. Bir gün kendi kendine ilk olarak ben başlayacağım, (bu sözü o bana
söylemeden evvel ben ona söyleyeceğim), dedi. Ertesi gün ihtiyar gelince, imam
ona:
"Ey Falan! Ölüm kaçınılmazdır, çarnaçar öleceksin," dedi.
Şeyh, hemen seccadesini yere serdi, başını üzerine koydu ve:
"İşte öldüm!" dedi ve derhal ruhunu teslim etti. İmam için
bu bir tenbih ve ikaz oldu. Şeyhin, benim yapmış olduğum gibi ölüm yolculuğuna
hazır ol, diye kendisine emir vermekte olduğunu anladı. [37]
[38]
[1] Mübarek, Erol, Ecel Gelmeden, Semerkand Dergisi, 2012
Ocak.
[2] İbn Mâce, Zühd, 31; Bûsîrî, Misbâhu’z-Zücâce,
2/348 (Zehebî Tabakâtü’t-Tehzîb’de, Rezîn Müsned’de, Ebû Ya‘lâ,
Kitâbü’l-Mevt’te İbn Ebü’d-Dünyâ rivayet etmiştir derler); Taberânî,
El-Mu‘Cemü’s-Sagîr, 2/359; Ebû Nuaym, Hilye, 8/33; Heysemî, Keşfü’l-Estâr,
2/268-269 (Bezzâr rivayet etmiştir der); Mecmau’z-Zevâid, 5/318.
[3] Buhârî, Rekâik, 3; Tirmizî, Zühd, 25; İbn Mâce,
Zühd, 3; Ahmed B. Hanbel, El-Müsned, 2/24; Taberânî, El-Mu‘cemü’l-Kebîr,
12/398; İbn Hibbân, Ravza, S. 148-149; Beyhakî, Âdâb, S. 497-498. Abdullah’ın sözünde
şu ilâveyi nakletmiştir: “Çünkü yarın isminin ne olacağını bilmiyorsun” (Bk.
Ahmed B. Hanbel, Zühd, S. 9).
[4] Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, 1/431; Müttakî-İ Hindî,
Kenzü’l-Ummâl, 15/884-885; Sehâvî, Makasıd, S. 225.
Hz.
Peygamber (S.A.V) bir adamın, “Allahım! Ölümü benim için hayırlı kıl” diye dua ettiğini
işitince, ona, “Hayatı da” diye ilâvede bulundu (Vekî‘ B. Cerrâh, Zühd, 1/282)
(M).
[7] Şuarâ 26/227. Ebû Nuaym, Hilye, 8/18.
[9] İmam Beyhakî, Kitabü'z-Zühd, Semerkand Yayınları.
[11] Allah Dostlarının Hayatından Menkıbeler Ve Kıssalar,
Semerkand Yayınları.
[12] Mübarek Erol, Ölüm, Kıyamet Ve Ahiret’e Dair,
Semerkand Dergisi, Mart 2003.
[13] Hadisine benzer rrivayetler için bk. Hâkim,
El-Müstedrek, 4/319; Ibn Mübârek, Kitâbü'z-Zühd, S. 212; Heysemî,
Mecmau'z-Zevâld, 2/320; Beyhakî, Şuabü'l-İman Nr. 9884,10208.
[15] Tirmizî, Nr.2459; Mâce, Nr.4260; Ahmed B. Hanbel,
El-Müsned, 4/1254; Hâkim, El-Müstedrek, 1/125; Begavî, Şerhu’s-Sünne, 7/247.
[16] Ebü’l-Leys Semerkandî, Tenbîhü’l-Gâfilîn, Semerkand Yayınları,
1.Cilt Sf.61.
[17] Beyhakî, Şuabü'l-İmân, Nr. 10557;
Deylemî, Aynca Bk. Deylemi, a.g.e., Nr. 5099; Bk. Kudâî, Şihâb, S. 255; Ali
El-Muttaki, Kenzul-Ummal, 15/552.
[18] Eşrefoğlu Rûmi, Müzekkin-Nüfus, Semerkand Yayınları,
Sf.149.
[20] Allah Dostlarının Hayatından Menkıbeler Ve Kıssalar,
Semerkand Yayınları.
[21] Mehmet Ildırar, Ecel Kapıyı Çalmadan, Semerkand
Dergisi, Temmuz 2008.
[22] Dr. Dilaver Selvi, Kur'an Ve Sünnet'in Emrettiği
Rabıta, Semerkand Dergisi, Eylül 2002.
[23] S.Saki Erol, Arifler Yolunun Edepleri
[24] Mehmet Ildırar, Risale-i Nur'da Tasavvuf, Semerkand
Yayınları, Sf.74.
[25] İmam-I Gazali, Ahiret Hayatı, Sf.27.
[26] Kürşad Salih Yaman, Müslüman Ve
Zaman, Semerkand Dergisi, Temmuz 2008.
[27] Behçetüs-Seniyye, Tasavvufi
Kavramlar, Sf.374.
[28] Ali Yurtgezen, Halimiz Vaktimiz
Yerinde mi?, Semerkand Dergisi, Haziran 2005.
[29] Eşrefoğlu Rûmi, Müzekkin-Nüfus, Semerkand Yayınları,
Sf.153.
[31] Allah Dostlarının Hayatından Menkıbeler Ve Kıssalar,
Semerkand Yayınları.
[32] Mehmet Ildırar, Ecel Kapıyı Çalmadan, Semerkand
Dergisi, Temmuz 2008.
[33] S.Abdulhakim Hüseyni (K.S.A.), Sohbetler, 41.Sohbet.
[34] Beyhakî, Şuabû'l-İmân, Nr. 10557; Deylemî,
Müsnedü'l-Firdevs, Nr. 5126; Bk. Deylemî, a.g.e; Nr. 5099; Süyuti,
Câmiu's-Sagîr, Nr. 7433.
[35] Ebü’l-Leys Semerkandî, Tenbîhü’l-Gâfilîn, Semerkand
Yayınları, 1.Cilt Sf.55.
[36] Kürşad Salih Yaman, Ölümü Hatırlamak, Semerkand
Dergisi, 2012 Ocak.
[38] Allah Dostlarının Hayatından Menkıbeler ve Kıssalar,
Semerkand Yayınları.
Yorumlar
Yorum Gönder