بِسْمِ
اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم
أَجْمَعِينَ وَصَحْبِهِ وَآلِهِ مُحَمَّدٍ سَيِّدِناَ عَلَى وَالسَّلاَمُ وَالصَّلاَةُ الْعَالَمِينَ رَبِّ
لِلّهِ اَلْحَمْدُ
MÜRŞİD
ZİYARETİ ve EDEBLERİ
Allah Teâlâ ayet-i celilede şöyle buyurur:
يَاأَيُّهَا
الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ
"Ey
iman edenler! Allah'tan korkun ve sadık kullarımla beraber olun."[1]
Arifler
demişlerdir ki: Allah Teâlâ bir kulu sevince, onu bir sevdiğine sevk eder;
dostlarını kendisine yoldaş eder.
Yolcularını
Allah’a götüren bir tek yol vardır; o da Hz. Rasulullah’ın (sallallâhu
aleyhi ve sellem) başında bulunduğu “Edeb Yolu“dur.
Onun için
Arifler: “Bu yola edeble girilir, edeble
gidilir. Hedefteki her şeye edeble erilir. Edebi olmayan kimse yolda kalır.”
demişlerdir.
Edeb, her
şeyi gereği gibi yapmaktır. Bunun yolu da, bütün fikir ve fiillerde edeb
peygamberi, peygamberlerin serveri Hz. Resûlullah (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimize uymaktır.
Mürşidi kâmilin
kapısı dost kapısıdır; dikkat edelim, dostlar sevgi ve edeb bekler. Sevgisi
safi olmayanlar ya yolda kalır, ya gerisin geriye döner.
Edebine
göre yapılmayan şeyler, ne kadar çok olursa olsun fayda sağlamaz; kârı zararını
kapatmaz. İnsan bir işin usulüne göre gitmez ise, o işte ömrünü verse hayırlı bir
sonuç alamaz. Başta yapılan hata, arada tevbe edilip düzeltilmez ise, sonuçta pişmanlık
ve hayıflanma getirir.
Her şeyden
önce Kamil bir mürşidi ziyaret etmek, Hz Peygamber’i ziyaret etmek gibidir.
Çünkü mürşid, Onun varisidir. Bu ziyaretten maksat, Allah rızasına ulaşmak,
kötülükten kaçmak, hasta kalbe ilaç, perişan gönle bir dost aramak, kısaca
manevi bir hicret yapmaktır.
Resûlullah (sallallâhü
aleyhi ve sellem)
Efendimiz: “Fitneler etrafı sardığı bir
zamanda ibadete yönelen kimse, sanki bana hicret etmiş gibidir.”[2]
buyuruyor.
Bir mürşide giden kimse, fitneden kaçıp hak
yolundaki cemaate koşmakta, isyandan kaçıp takvaya sarılmaktadır. Bu, Allah ve
Resûlü için yapılmış bir hicret çeşididir. Bu hicretin sonu Allah rızasıdır.
Seyyid Muhammed Raşid (k.s) hazretleri: ‘’Allah
dostluğu nedir iyi bilenler, bu yolun ne kadar faydalı olduğunu çok iyi
bilirler.‘’ buyurmuştur.
Kâmil mürşid yeryüzünde en şerefli, en kıymetli,
en gerekli ve en zor işi üstlenmiştir. O aynı zamanda en büyük bir emaneti
taşımaktadır. Çünkü kâmil mürşid Hz Peygamber’in (sallallâhü
aleyhi ve sellem)
varisi olarak takva imamlığını ve insanları terbiye işini yürütmektedir.
Mürşide gitmenin en önemli hedefi, bu iman ve
irfan kervanına katılıp imanımızı muhafaza etmektir.
Büyük veli İmam Kuşeyri (k.s), mürşidin
gerekliliği hakkında şöyle diyor: “Hakkı
arayan kimse, bulunduğu yerde kendisini irşad edecek bir kimse bulamadığı
zaman, irşadla görevli zamanının mürşidine gitmeli, onun bulunduğu yere hicret
etmeli, yanında kalmalı, terbiye olup kendisine izin verilene kadar kapsından
ayrılmamalıdır.”[3]
Takva yolunda imam olan bir arifi sevmek ve Allah’ın
himayesi altına girmeye sebep olur. Şu
hadis-i şerifteki müjdeye bakınız: “Kim
Allah yolundaki bir imamı desteklemek ve yüceltmek için yanına giderse, o kimse
Allah’ın himayesinde olur; bu uğurda göreceği her sıkıntının sevabını Allah
verir.”[4]
Gavs-ı Bilvânisî Seyyid Abdülhakim el Hüseyn-î
(k.s.) hazretleri ise şöyle buyurmuştur: ‘’Bir
insan düzgün bir (nafile) ibadetle elli yılda alacağını, mürşidin elini tuttuğu
zaman alır.‘’
Başka bir sohbetinde ise Gavs-ı Bilvânisî Seyyid
Abdülhakim (k.s.) hazretleri: ‘’Evliyayı
ziyaret etmek, fakirler ve miskinler için hacc-ı ekberdir‘’ buyuruyor.
Menkıbe
Dr.
Ahmet Çağıl anlatıyor: Mübarek Gavs Seyyid Abdülhakim (k.s) hazretleri bir gün
sohbetinde şöyle buyurdu: “Siirt'te, Tillo diye bir yer vardır, orada büyük
medrese var, eskiden beri orası âlimlerin yeri olmuş. Devamlı medreseler,
âlimler, şeyhler buradan eksik olmamış. İşte Marifetnâme’nin sahibi İbrahim
Hakkı Erzurumlu hazretleri, onun şeyhi İsmail Fakirullah hazretleri hep
buradadır. Erzurumlu İbrahim Hakkı (k.s) hazretleri, şeyhi İsmail Fakirullah
Fethullah (k.s) hazretlerinin dergâhının kapısına yazmış: "Bu, hacc-ı ekber kapısıdır." Yani buradan içeri girip de
mübareği ziyaret eden hacc-ı ekber yapmış gibi olur, diyor. Bunu söyleyen
cahil bir kimse değil. Âlimlerin büyüklerindendir.”[5]
Allah dostlarının huzuruna girip kalbi İlahî
muhabbetle dolan bir kimsede, günahlardan şiddetle kaçınma duygusu ve
ibadetleri tatlılıkla yapma arzusu oluşur. Bu büyüklerin meclisine katılan
insanın ruhu sevinir, kalbi rahatlar, gönlü huzurla dolar. İnsan Rabbü’l Âlemin’e
kulluk yapmanın sevincini yaşar. İşte bu, Sâdâtların elinden tutmanın
bereketiyle Allah Teâlâ’nın kuluna ikram ettiği bir hâldir. Hz. Peygamber (sallallâhu
aleyhi ve sellem)
Efendimiz’e varis olan bu Allah dostlarının eli, Resûlullah (sallallâhu
aleyhi ve sellem)
Efendimiz’in elini temsil etmektedir. Onlara tutunan kimse hiç kopmayan nurlu
bir halkaya tutunmuş olmaktadır.
Kâmil mürşidlerin sadece duasını almak için değil,
onlarda bulunan güzel ahlakı almak için yanlarına gitmelidir. Hak yolcusu
mürşidinde gördüğü edeb, zikir, taat, tevazu, hürmet, nezaket, insan sevgisi,
sabır, kusurları örtmek ve affetmek, yumuşaklık, ikram ve hizmet ahlakından az
da olsa almalıdır. Susuz bir kimsenin tatlı bir su kenarına varıp hiç su
almadan geri dönmesi ne kadar acıdır.
Veli, kendisini öveni değil, izinden gideni sever.
Kendisine verilmiş olan ilahi nur ve edebin herkes tarafından paylaşılmasını
ister. Allah dostları talebelerinden hediye değil, Allah’tan hayâ ve O’na
dostluk yapmalarını beklerler.
Şu bir hakikat ki; evliyanın ahlakından bir pay
sahibi olmadan onların gerçek tadını alamayız. Mesleğimiz ne olursa olsun,
makam olarak hangi hâlde olursak olalım, onlara kalbimizi açmalıyız. Bu büyük
velilerle beraber olan kimseye onlardan muhakkak güzel bir hâl bulaşır. Bu güzel
hâller, sevgi ve samimiyete göre değişir. Onlarla bulunmaya sabreden kimse,
kesinlikle bunun bereketini görür. Bunun için samimiyet, sabır ve mürşidin
sohbetine devam gerekir. Bu konuda Resûlullah (sallallâhu
aleyhi ve sellem)
Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Salih
insanlarla beraber bulunan kimse güzel koku satanla beraber olan kimseye
benzer. Güzel koku satan kimse kokusundan ona ikram eder. O hiç bir koku almasa
bile, onun yanında durduğu sürece ondaki güzel kokuyu teneffüs eder ve koku
üzerine siner. Kötülerle bulunmak da körükçü dükkânında oturmak gibidir. Orada
bulunan kimse elini hiç kömüre bulaştırmasa bile, oradaki pis havadan bir parça
üzerine siner.“[7]
Bu, İlahî bir kanundur, hep böyle cereyan eder. Önceki
insanlar, kendilerine edep öğretecek ve kalplerini Allah’a çevirecek bir mürşid
bulmak için memleket memleket dolaşırlardı. Kalblerinin ilacını bulana kadar
manevi doktor ararlardı. Ehlini bulunca da, Allah’a şükreder, sadakatle onun
sohbetine girer, elinden tutar, emir ve tavsiyelerine uygun hareket ederlerdi.
Osman Bedreddin Erzurumî (k.s.) hazretleri şöyle
buyurmuştur: ‘’Allah dostlarının yanına
gidip gelmemek, ötede beride boş şeylerle ömrü geçirmek, kulun Cenâb-ı Hak’tan
kopmasının bir alâmeti olduğu gibi bu hal, Cenâb-ı Hakk’ın da kulundan
uzaklaştığının belirtisidir.’’[8]
Menkıbe
Abdurrahman Câmi Hazretleri (k.s) “Nefahatü’l-Üns”
isimli eserinin mukaddimesinde şöyle buyurmuştur: “Evladım! Ben sana bu
“Nefahatü’l-Üns” içinde pek çok velinin kemâlât ve faziletini anlatıyorum. Sen
bunları okuyunca şöyle düşünebilirsin: “Ben bunlar gibi olamam!” Hatta: “Bunca
yıldır, tekkeye giderim; ne elde ettim?” diyebilirsin. Ben sana şunu söylemeye
çalışıyorum: Sen ulu zatlar gibi elbette olamazsın. O azizleri tanıdıktan sonra
kendine değer biçemezsin. Ancak gurur ve kibirden kurtulabilir, günahlarına
gözyaşı dökersin. Bu da sana yeter, güzel insan olmana ve cehennemden
uzaklaşmana sebep olur, daha ne istiyorsun?”[9]
Dr. Ahmed
Çağıl der ki: "Bu yoldan fayda
görmek istiyorsak mürşid ziyaretini terk etmeyelim. Bu bizim için biraz
meşakkatlidir, ama sonuç iyidir. Ailenizi, çocuklarınızı da bu ziyaretten
mahrum etmeyin; özellikle çocuklar günahları olmadığı için çabuk fayda
görürler."
Ebu Osman el-Mağribî (k.s) ise şöyle der: "Büyüklerin
yanında ve evliyadan sâdât-ı kiramın meclisindeki edep, sahibini yüksek
derecelere, dünya ve ahirette pek çok hayırlara ulaştırır’’ [10]
Gavs-ı Sânî
(k.s) hazretleri ise bir sohbetlerinde şöyle buyurmuştur: ‘’Bir sofi muhabbet ehli olmasa dahi edeb ve adaba riayet ederse sâdâtlar
onu bırakmaz.’’
Mürşidin
Huzurundaki Edebler
Her mü’min önce, ziyaret için gittiği mürşid-i
kâmili, Allah ve Resûlü’nün bir emaneti olarak görmeli, Ona karşı yapacağı
hürmetin, aslında Allah ve Resûlü’ne yapılan bir hürmet çeşidi olduğunu
bilmelidir
Herkes, kalbindeki Allah ve Peygamber aşkını,
kendisindeki edeb ve hürmet anlayışını, velilere karşı tavrıyla ölçebilir. Bir
insan, kendi zamanında yaşayan kâmil mürşidlere ve Rabbânî âlimlere ne derece
hürmet ve edeb gösterebiliyorsa, onun Hz. Peygamber’e karşı yapabileceği hürmet
de ancak o kadardır. Bu bir ölçüdür.
Menkıbe
Abdülkays kabilesinden bir gurup insan Hz.
Rasûlullah'ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) ziyarete geldiler.
Başlarında reis olarak Münzir el-Esec (r.a) bulunuyordu. Efendimiz (sallallâhu
aleyhi ve sellem)
bir gün evvel onların geleceğini ashabına haber vermiş ve kendilerini hayırla
anmıştı. Kafile Medine'ye gelince, yolcular hızlıca bineklerinden inip hemen
Mescid-i Nebevi'ye koştular.
Resûlullah (sallallâhu
aleyhi ve sellem)
Efendimiz oturuyordu; geldiler elini öptüler. Efendimiz (sallallâhu
aleyhi ve sellem)
hepsini güzelce karşıladı; hatırlarını sordu.
Kafile başkanı Münzir el-Esec (r.a) ise kafilenin
yanında idi. Yükleri yerleştirdi, hayvanları bağladı. Acele etmedi. Önce
kafileye tahsis edilen konaklama yerinde bir gusül abdesti aldı. Elbise koyduğu
sandığı açtı; içinden temiz ve beyaz elbiselerini çıkarıp giyindi. Sonra
mescide girdi, iki rekât namaz kıldı, dua etti. Duadan sonra kalkıp huşû, edep
ve sükûnet içinde Hz. Resûlullah'a doğru yürüdü.
Allah Resûlü (sallallâhu
aleyhi ve sellem)
bir tarafına yaslanmış ve ayağının birisini dikmiş bir şekilde oturuyordu. Onun
bu edeb ye huşû içinde geldiğini görünce oturduğu yerde doğruldu ve ayağını
topladı “Buraya gel ey Esec!"
diyerek yanına çağırdı, sağ tarafına oturttu, merhaba etti ve kendisine
iltifatta bulundu.
Bu davranışı ile onun diğerlerinden daha faziletli
olduğunu gösterdi. Münzir el-Esec (r.a), Allah Resûlü'nün elini tuttu ve
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Ey Münzir, sende Allah ve Resûlü’nün sevdiği iki haslet var. Onlar,
hilim ve sükûnetle hareket etmektir.” buyurdu.
Münzir (r.a): “Ya
Resûlallah! O hasletleri ben mi kazandım, yoksa fıtratıma Allah mı koydu?”
diye sorunca,
Efendimiz (sallallâhu
aleyhi ve sellem):
“Onları senin fıtratına Allah koydu.”
buyurdu.
Bunun üzerine Münzir (r.a): “Allah ve Resûlü’nün sevdiği iki hasleti benim fıtratıma koyan Allah'a
hamdolsun.” dedi.
Bu hadise, yüksek makamlara karşı nasıl muamele
edileceğini çok güzel ve yeterli bir şekilde bizlere gösteriyor.
Şimdi, biz de bu hadiseler ışığında, Peygamber
varisi bir mürşid-i kâmili ziyaret ederken, dikkat edeceğimiz edepleri kısaca
zikredeceğiz.
Herkesin
terbiye seviyesi edebiyle anlaşılır. Özellikle kalbi Allah Teâlâ’nın nazar yeri
ve manevi Kâbe hükmünde olan kâmil mürşidi ziyaret anında edebe çok dikkat
etmelidir. Bu şerefli makamda ve yüksek huzurda gerekli edebler iyice
bilinmelidir.
Abdestli
Olmak ve Temiz Giyinmek
Kâmil
insanı ziyaret ederken, taşıdıkları İlahî şerefe hürmeten abdest almak
gereklidir. Mümkünse gusül abdesti almalıdır. Bir mürşidin eli zaruret anında
abdestsiz olarak öpülebilir, Yoksa abdest için imkân ve zaman varken lakayt bir
şekilde mürşidin elini öpüp geçmek edebe uygun değildir. İhmale dayanan bütün
davranışlar müridi ve talebeyi zarara sokar. Edebi hafife almak kalbi dağıtır,
faydayı azaltır, feyzi keser. Hâlbuki muhabbet gevşeklik değil, edep ister.
Edep zillet değil, izzettir.
Bu yolun
büyükleri, mürşid ve üstatlarını ziyaret anındaki edeplere çok dikkat
ederlerdi. Onları büyük eden de zaten bu edepleriydi.
Ebu Ali
ed-Dakkak (r.ah.) şöyle demiştir: “Ben,
mürşidim Nasrabâdî’nin huzuruna her girdiğimde muhakkak bir gusül abdesti
alırdım.’’[11]
Mürşidin
huzuruna temiz bir kıyafetle çıkmalıdır. Zira Resûlullah (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurur: “Allah Teâlâ temizdir; ancak temiz olanları
kabul eder.” [12]; “Allah güzeldir; güzelliği sever.” [13]
Kirli,
paslı, yırtık, dağınık bir kıyafet ile mürşid huzuruna çıkmak edebe uygun
değildir. Giyilen elbise eski olabilir, fakat kirli ve pis kokulu olmamalıdır.
Mümkünse beyaz elbise tercih edilmelidir. Kaba desenli ve karışık renkli
elbiselerden sakınmalıdır. Vücut, saç ve sakal temizliğine özen göstermelidir.
Varsa hafif ve güzel koku sürünmelidir. Ağızda soğan, sarımsak ve aşırı sigara
kokusu bulunmamalıdır. Bu tür kokusu rahatsız edici maddeleri kullananlar,
ibadet ve ziyaret sırsında ağızlarını temizlemeli, mürşidini ve müminleri rahatsız
etmemelidir. Sofi sadeliği sevmeli, içini de dışı gibi temiz, sade ve düzenli
yapmalıdır.
Sâdât-ı
Kiram, müridlerin dışından çok içlerinin ve kalblerinin temiz olmasını
isterler. Kalbi kin, haset, gösteriş, kendini beğenme, aşırı dünya muhabbeti
ile kirlenmiş kimselerin, dış giysilerini tertemiz etmesini ve görüntü ile
yetinmesini ihlâs ve mertliğe uygun görmezler.
Ayağa
Kalkmak ve El Öpmek
“Ashab-ı
Kiram (r.anhüm) yaş ve faziletçe büyük olanların elini öpmeyi sünnet olarak
görüyorlardı.”[14] Anne-babaya,
âlime, mürşide, salih insanlara ve adil idarecilere hürmet edip ayağa kalkmak
müstehaptır.[15]
Özellikle
kâmil mürşide son derece hürmet göstermelidir. Bu hürmet onun şahsından ziyade
takvasınadır. Kâmil mürşid, her yönden hürmet ve saygıya layıktır. Çünkü o
takvaya ulaşmış bir Allah dostudur ve edep yolunda bir imamdır. Ayrıca müridin
terbiyesini üstlenmiş manevi bir babadır. O aynı zamanda helali haramı öğreten
bir âlimdir. Gece gündüz Allah Teâlâ’ya ihlâsla kulluk eden salih bir insandır.
Allah sevgisinde kaybolmuş bir Hakk adamıdır. Resûlullah (sallallâhu
aleyhi ve sellem) Efendimiz’in varisidir.
Resûlullah
(sallallâhu aleyhi ve sellem)
Efendimiz büyüklere karşı tavrımızı şöyle belirlemiştir: “Büyüğümüzü (hürmetle) yüceltmeyen, küçüğümüze merhamet göstermeyen,
âlimimizin hakkını bilmeyen bizden değildir.”[16]
Mürşid
içeri girince veya yanımıza gelince ayağa kalkılır. Elini öpmek için durum
uygunsa bir izdiham yapmadan edeple yanına yaklaşılır. Oturuyorsa diz çökerek,
ayakta ise hafifçe boyun bükerek eli nezaket ve sükûnetle bir defa öpülür.
Kendisine sırt dönmeden geri geri giderek huzurdan çıkılır. Mürşid ziyaret
edilirken veya kendisiyle konuşulurken, edeb ve heybetten dolayı karşısında
hafifçe boyun eğilse de, beli kırıp iki büklüm olmaya gerek yoktur. Hele ayağa
kapanmak, etek öpmek, cübbeye asılmak, mürşidi yüzüne karşı övmeye kalkmak,
yağcılık yapmak gibi hareketlerden kesinlikle sakınmak gerekir. Kâmil mürşidin
derdi müridlerine el öptürmek değil edep öğretmektir. Eğer insandaki kibri ve
benliği yok etmek için edepten daha güzel bir şey olsaydı, mürşidler muhakkak
onu tercih ederlerdi.
Menkıbe
Bir gün
İmâm-ı Âzam (rah.) hocası İmam Cafer-i Sadık (r.a) hazretlerinden ilim ve hadis
dinlemeye gelmişti. Hocası elinde bir asa ile çıkageldi. İmâm-ı Âzam (rah.),
- Ey
Resûllah’ın (s.a.v) evladı, siz henüz asaya ihtiyaç duyacak bir yaşta
değilsiniz, dedi. Cafer-i Sadık (r.a),
- Evet
dediğin gibidir, fakat bu elimdeki asâ Hz. Resûllah’ın (sallallâhu
aleyhi ve sellem) asâsıdır; onu bereket için yanımda
taşıyorum, dedi. İmâm-ı Âzam (r.ah), hemen ileri atılıp bastona sarıldı ve,
- Ey
Resûllah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem)
evladı, müsaade buyurun, onu öpeyim, dedi. Cafer-i Sadık (r.a.) hemen kolunu
açtı ve İmâm-ı Âzam (r.ah) göstererek,
Vallahi sen
bilirsin ki bu ten Hz. Peygamber’in (sallallâhu
aleyhi ve sellem) hücrelerini taşıyan bir tendir ve şu
gördüğün kıllarda onun kılındandır. Onu öpmüyorsun da asâyı mı öpmek
istiyorsun, dedi.[17]
Sükûnet
ve Tevazu
Kâmil
mürşidi ziyaret anında gereken en önemli edeplerden birisi de, sükûnet,
sessizlik ve kalp uyanıklığıdır. Mürşidin bulunduğu meclise giren kimse, onun
nazarları altına girmiş durumdadır. Bundan sonra var gücüyle edebe sarılıp
mürşidin kalbindeki nur ve muhabbete yönelmelidir.
Mürşidin
huzurundaki bu mühim edepleri, Seyyid İbrahim Fasih (k.s), şöyle
açıklamaktadır: “İlahi feyzin gelişi, mürşidin huzurundaki edepleri korumaya
bağlıdır. Bu edepler zahiri ve batıni olmak üzere iki kısımdır. Zahiri edep,
müridin vücut azaları ile koruyacağı edeplerdir. Bu edepler şunlardır: Mürid,
mürşidinin huzurunda otururken devamlı onun yüzüne bakmamalıdır. Boynunu
bükerek oturmalıdır. Mürid, mürşidin izni olmadan oturmamalı, müsaade edilmeden
konuşmaya, kendiliğinden soru sormaya başlamamalıdır. Ancak hatme sırasında
içeri giren kimse izin almadan oturur. Mürşidin huzurunda başkalarına iltifat
etmemeli, konuşmayı gerektirecek bir zaruret yokken yanındakilerle konuşmaya,
hâl-hatır sormaya yönelmemelidir. Mürşidin yanındaki kimseler, ileri seviyedeki
kimseler olsa bile, rağbetini sadece mürşide yöneltmelidir.
Mürşidin
huzurunda bulunurken dikkat edilecek batınî edeplerin en önemlileri şunlardır: Mürid,
mürşidinin huzurunda bulunurken kalbinde yersiz düşünceler ve vesveseler
olmamalı, gelirse onlara iltifat etmemelidir. Mürşidini imtihan etme, içinden
ona karşı gelme ve itiraz etme gibi düşünceler taşımamalıdır. Bunlar onun,
mürşidin kalbinden ve gözünden düşmesine sebep olur. Böylece mürşidin teveccüh
ve sevgisinden mahrum kalır. Allah’ın veli kullarının nefretini çekecek
şeylerden şiddetle sakınmalıdır. Allah Teâlâ’nın nazar mahalli olan bir
gönülden düşmek, gökyüzünden yere düşmekten daha tehlikelidir, denmiştir.
Resûlullah (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz, nefis ve şeytandan
kaynaklanan kötü düşüncelerin konuşulmadığı ve onlarla amel edilmediği müddetçe
affedildiğini müjdelemiştir. [18]
Ashaptan
bazıları Allah Resûlüne (sallallâhu aleyhi ve sellem)
gelerek: “Ey Allah’ın Resûlü! İçimize
öyle kötü düşünceler geliyor ki, gökten düşüp parçalanmak onları söylemekten
daha iyidir; bunun sebebi nedir? diye sordular, Efendimiz (sallallâhu
aleyhi ve sellem): “Bu
kalbinizdeki imandan kaynaklanıyor” [19] buyurdu.
Mürşid,
kendisinden feyiz talep edilmesini bekler. Mürid kendi eksikliğinden dolay
mürşidinden bizzat feyiz alamasa da, güzel zannını bozmamalı, itikadını güzel
tutmalı, kusurun kendinden kaynaklandığını bilmeli ve sabırla beklemelidir. Bu
kadarı bile yeterlidir.”[20]
Hz. Mevlana (k.s) şöyle buyurmuş: ‘’Kâmil mürşidle beraber olunca
kötülüklerden uzaksın… Gece gündüz gitmektesin; gemidesin. Canlar bağışlayan
cana sığınmışsın, gemiye girmiş, uyuyorsun; öyle olduğu halde yol almaktasın!’’[21]
Kalbiyle
Mürşide Yönelmek
Mürid,
kendisini ölümcül bir hastalığa yakalanmış kabul etmeli ve ilacının mürşidinde
olduğunu bilmelidir. Öyle olunca bütün kalp ve ümidiyle yönelmesi gereken tek
makam mürşidi olacaktır. Çünkü takdir edilen şifa müride onun vasıtasıyla
gelecektir. Gönlünü bir noktada toplayamayan kimse gerçek manada hiçbir
mürşidden istifade edemez
Menkıbe
Merhum
Seyyid Muhammed Raşid (k.s) hazretleri, bir sohbetlerinde kalbi kendi
mürşidinde toplamakla ilgili şu olayı nakletmişti: Gavs-i Hizanî Hz.leri (k.s)
bir sofisin yanına alarak mürşidi Seyyid Taha’nın (k.s) ziyaretine gittiler. O
zaman Seyyid Taha (k.s) hayatta idi. Hakkâri’nin Nehri köyünde ikamet ediyordu.
Köye yaklaştıklarında, o gün Seyyid Taha’nın (k.s) teveccüh yapacağını
öğrendiler. Gavs-i Hizani (k.s) buna çok sevindi. Seyyid Taha gibi bir zatın
teveccühüne gireceğiz ne mutlu bize dedi ve yanındaki sofiye teveccühle ilgili
bilgiler verdi, nasıl hareket edileceğini anlattı, peşinden de: “Sabah bir şey
yiyip içme, çünkü teveccühe aç karınla girilir.” dedi. Köye vardılar. Herkes
teveccüh için hazırlık yapmaya başlamıştı. Gavs-i Hizani’nin sofisi ise
heybesinden bir şeyler çıkarıp yemeye başladı. Bunu gören Gavs-i Hizani (k.s)
sofisine: “Ben sana teveccühe girerken bir şey yenmeyecek demedim mi, sen ne
yapıyorsun, sanki inadına yiyorsun!” deyince, sofi: “Kurban siz teveccühe
girenler bir şey yemezler buyurdunuz. Ben teveccühe girmeyeceğim ki bir şey
yemeyeyim. Seyyid Taha Hazretleri sizin şeyhinizdir, siz onun teveccühüne
girebilirsiniz. Benim şeyhim ise sizsiniz, ben ancak sizin teveccühünüze
girerim!” diye cevap verdi. Gavs-i Hizani (k.s) sofisinin bu edep ve ince
anlayışından çok memnun kaldı. Daha sonra ben, bu sofisinin isminin Ali Can
olduğunu öğrendim.”
Büyük veli
İmam Sühreverdi (k.s), mürşid huzurundaki en kazançlı işi şöyle tarif ediyor: “Mürid, mürşidinin huzurunda ona nazar
ederek ondaki nûraniyet içinde kaybolmaya çalışmalı ve Cenab-ı Hakk’ın ona
ikram ettiği İlahî ihsanlara gönlünü açmalıdır. Bu onun için her şeyden daha
kazançlıdır.“ [22]
Şu ayet-i
kerime, her mümine, âlim ve salihlerin meclisinde nasıl hareket edeceklerini
öğretmektedir: “Ey iman edenler!
Seslerinizi Peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın. Onu, birbirinizi çağırır
gibi çağırmayın; yoksa hiç haberiniz olmadan hayır amelleriniz boşa gider.
Şayet onlar, sen yanlarına çıkana kadar sabretselerdi, kendileri için daha
hayırlı olurdu.“[23]
Arifler bu
ayetten, müridin dikkat edeceği pek çok edep ortaya çıkarmışlardır. Bunlardan
bazıları şunlardır:
Mürid,
mürşidi konuşurken ve yürürken izinsiz veya emirsiz önüne geçmemelidir. Mürid,
mürşidinden izinsiz veya işaretsiz söze başlamamalı, mürşidinin tavrına dikkat
etmeli, onu konuşmaya zorlamamalıdır. Mürid, dini ve dünyası ile ilgili ciddi
bir iş yaparken mürşidine danışmalıdır. Mürşidle bir konuyu istişare ettikten
sonra onun açıkça yapılmasını istediği şeyleri yerine getirmelidir. Çok soru
sormanın çok yük getireceğini unutmamalıdır.
Mürşide
gerekli gereksiz sık sık soru sormak sakıncalıdır. Verilecek her cevap müridin
istediği gibi olmayabilir. Bu durumda soru sorup da aksine gitme ve yanlış
yapma tehlikesine girmemelidir. Çok soru sormak her zaman güzel sonuç vermez.
Her sorunun bir cevap hakkı olduğu gibi, her cevabın da gereğini yapma görevi
vardır. Mürşidine danıştıktan sonra onun verdiği emrin tersine gidenlerin yüzü
gülmemiştir. Şu hadis-i şerifin uyarsına dikkat edilmelidir:
“Ben sizi terk ettiğim (size bir şey söylemediğim) müddetçe
beni kendi hâlime bırakınız. Size bir şey söylediğim zaman da onu yapınız.
Sizden öncekiler ancak peygamberlerine çokça soru sorup verilen cevaba ters
hareket etmeleri sebebiyle helak oldular.” [24]
Menkıbe
Gavs-ı Bilvanisi (k.s) hazretleri zamanında oğlunu
evlendirecek bir baba vardı. Alacakları gelin hususunda, iki kız kardeşten
hangisi olsun diye tereddüt etti. Oğlu, küçük kızı istiyordu.
Baba, Gavs-ı Bilvanisi (k.s) hazretlerine fikir
danıştı.
“Küçük kızı
alın. Hem oğlun memnun kalır, hem de siz mutlu olursunuz” buyurdu.
Baba, “Ama efendim, büyük kızın şöyle meziyeti
var” deyince
Gavs hazretleri, “Siz bilirsiniz” dedi. Onlar da bu sözü “İstediğinizi yapın” manasına aldılar. Büyük kıza talip oldular.
Nikâh kıyıldı. Gelin eve geleceği gün öldü. Babanın aklı başından gitti. Şeyhi
suçladı. Suç kimindi? Elbette şeyhin sözünü tutmayan babanın! [25]
Mürşidle
konuşurken onun duyacağı kadar alçak bir sesle, hürmet ifade eden güzel
kelimelerle az ve öz konuşmalıdır. Mürşide ismi ile değil, güzel bir sıfatı
veya meşhur olduğu lakabı ile hitap etmelidir. Efendim, Kurbanım, Gavsım,
Seydam, gibi...
Ziyaret
veya istişare için en uygun vakit seçilmelidir. Mürşidin ziyaret ve istişare
için belirlediği vakitlere dikkat etmelidir. Belirlenen vaktin haricinde
kapısına yığılmaktan ve sık sık içeri haber göndermekten çekinmelidir.
Mürid,
kendisine zuhur eden manevî halleri muhakkak mürşidine arz etmelidir. Büyükler:
“Hâlini mürşidinden gizleyen kimse ona
ihanet etmiş olur.” demişlerdir. Bundan daha tehlikelisi, mürşidinden
başkasına hâlini anlatıp ondan medet ummaktır. Şunu bilmek gerekir: Manevî
terbiyede müride kendi mürşidinden başka kimseden fayda olmaz, hatta zarar
olur.
Kendi
Nefsiyle Meşgul Olmak
Şeytan
müridi hak yolundan caydırmak ve kalbini kaydırmak için kâmil mürşidin zahirine
baktırır, kendi nefsi ve hâliyle kıyas yaptırır ve peşinden de: “O da senin
gibi bir insan, seni Allah’a o mu ulaştıracak?” şeklinde bir sürü vesvese
verir. Bu tür düşünceler gerçek ilim ve irfanla aydınlanmayan gafil nefsin boş
kuruntularıdır.
Terbiye
olmanın ve ilerlemenin esası kendini kusurlu ve hasta görmektir. Benim kimseye
ihtiyacım yok demek, insanı olduğu noktada bırakır. Gerçek bir mürşidi bulana kadar
akıl kullanılmalıdır. İrşad işinde âlim, arif ve ehil olmayan kimseden şiddetle
kaçılmalıdır. Ancak irşad ve takvası, edeb ve hayâsı ile kâmil mürşid olduğu
güneş gibi açık olan bir arife ulaştıktan sonra, aklı ona itiraz için değil,
itaat için kullanmalıdır.
Mütehassıs
bir doktorun elinde tedavi gören bir hasta, artık niçin ve nasılı bırakıp
kendisine verilen ilacını içmeli, doktorun tavsiyelerine uymalıdır. Akıl bunu
gerektirir. Arifler demişlerdir ki, kendini salih gören kimsenin salihleri
ziyaret etmesinin pek faydası olmaz.[26]
Kâmil
Mürşidi Bulduğuna Sevinmek
Mürid,
kâmil bir mürşid bulduğuna her şeyden çok sevinmelidir. İnsana dünya ve
ahirette faydası olacak bir dostun nasip olması Allah Teâlâ’nın en büyük
nimetlerinden birisidir. Allah için sevginin sonu Allah’ın rızasıdır. Ahirette,
Allah için birbirini seven muttakilerin dışında herkes dünyada nefsi için dost
ettiği kimselere düşman olur.
En çok hadis nakleden sahabi Ebû Hüreyre (r.a) salih
kimseleri sevmek, onların gönlüne girmek hususunda şunları söyler: ‘’Kıyamet
gününde kul, Allah Teâlâ’nın huzuruna getirilir. Cenâb-ı Hak da ona ‘Benim için veli bir
kulumu sevdim mi; seni onun hatırına bağışlayayım?’ diye sorar. Bu nedenle salih
zatları seviniz, onların desteklerini alınız. Zira kıyamet gününde devlet
onlarındır.” [27]
Mirza Mahzar Cân-ı Cânan (k.s) hazretleri “Bütün feyzlere, bütün nimetlere üstadıma
olan sevgim sebebiyle kavuştum”[28]
buyuruyor.
İmam
Rabbanî (k.s) hazretleri demiştir ki: ”Allah
dostlarını sevmeyi Cenab-ı Hakk’ın en büyük nimetlerinden birisi saymalıdır.
Cenab-ı Hakk’tan bu sevgide samimi olmayı istemelidir. Bu büyüklere bağlılık
sebebiyle hâsıl olan az bir şey de çok kabul edilmelidir. Zira o, az değildir.”[29]
Bazen müridin
güzel hâli değişir, muhabbeti azalır, feyzi kesilir, amele karşı şevki azalır.
Bu durumda sabırla amele ve yola devam etmelidir. Bu hâl münafıklık değildir,
belki manevi zayıflıktır. Benzer durumlar Ashab-ı Kiramda da oluyordu.
Menkıbe
Bir
defasında ashabtan bazıları Resulullah Efendimiz’e (sallallâhu
aleyhi ve sellem) gelerek:
“Biz sizin huzurunuzda iken güzel bir hâlde oluyoruz, sizden
ayrılınca farklı bir hâle giriyoruz.
Bu nasıl bir şeydir anlayamadık!”
diye hâllerinden şikâyet ettiler. Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem):
“Siz bu hâller içinde Peygamberiniz hakkında ne
düşünüyorsunuz?” diye sordu; onlar da:
“Seni gizli ve açık her hâlimizde hak peygamber olarak kabul
ediyoruz, bu konuda hiç bir şüphemiz yok.”
dediler. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurdu
ki: “Sizin başınıza gelen o hâl nifak
değildir.”[30]
Demek ki
muhabbet Allah vergisidir. Kalplere dilediği gibi hükmeden Allah Teâlâ’dır. Müridin
muhabbeti azalsa da mürşidine karşı itaat ve edebe devam etmelidir. Kâmil
mürşidler, müridlerinden samimiyet ve edebi yeterli görürler.
Mürşidden
Keramet Beklememek
Bazı
müridler, mürşidden keramet beklerler ve onun kâmil bir veli olduğunu ancak bu
yolla anlayacaklarını düşünürler. Bu yanlış bir beklentidir. Keramet beklentisi
daha çok aklı ve iradesi zayıf insanların işidir. Teslim ve tabi olmak için
keramet şart değildir. Mürşidde görülen takva, istikamet, edeb ve İlahî cezbe,
aklı olanı cezbetmeye yeterlidir. Bir insanın kalbinin dünyadan çekilip Allah
Teâlâ’ya yönelmesinden, eşyayı bırakıp Mevla’yı sevmesinden ve kötü bir huyunu
terk etmesinden daha büyük bir keramet yoktur.[31]
Elbette
velilerde keramet vardır. Keramete inanmak haktır. Ancak, bir veliyi
göstereceği kerameti ile değerlendirmek yanlıştır.
Menkıbe
Nakşibendî
yolunun ulu velilerinden Hace Ubeydullah Ahrar (k.s) anlatıyor:
“Semerkant’ta
beni müthiş bir göz ağrısı tuttu ve kırk gün devam etti. O sırada içime Hace
Alâeddin Gucdevani’yi görmek arzusu düştü. Kendisinin büyüklüğünü ve üstün
vasıflarını duymuş fakat saadetli yüzünü hiç görmemiştim. Bir gün Buhara’ya
gittim ve yolumun üstündeki bir mescide girdim. Mescidin bir köşesinde nur
yüzlü bir ihtiyar oturuyordu. Gönlüm bu ihtiyara kapıldı. Huzuruna vardım, üç
gün sohbetine katıldım. Üçüncü gün bana bakıp:
“Kaç gündür gelip sohbetimize katılıyorsun, isteğin nedir?
Eğer, bu adam şeyhtir kerametini göreyim diye geliyorsan bizde öyle şey arama!
Eğer sohbetimizi beğendin de kendinde bir değişiklik hissediyorsan, sana ve
bana mübarek olsun. Peşine düşülecek nimet budur.”
buyurdu. Bir de anladım ki bu zat, hayali ile yanıp tutuştuğum Hace Alâeddin Gucdevani
(k.s) hazretleri imiş. Bunu öğrenince öyle sevindim ki, kırk gündür ağrıyan
gözlerimin acısı bir anda kesiliverdi.[32]
Mürşidden
Bir Misafir Gibi İltifat Beklememek
Mürşide
gidenlerin bir beklentisi de özel iltifat görmek, mürşidle sohbet ve muhabbet
etmek, hususi meclisine girmek ve nazarları altında bol bol feyiz almak
düşüncesidir. Bu arzu güzeldir, ancak iş müridin düşündüğü ve beklediği gibi
olmayabilir. Her iltifat hayra alamet değildir. Bir kere, kâmil velinin gerçek
iltifatına mazhar olmak ve bu iltifatın hakkını korumak kolay değildir. Bu
yolda hiç terlemeden, yolun zahmetini çekmeden, dost için gözyaşı dökmeden
karşılık beklemek hak değildir. Arifler, “çilesiz sevgi tatlı olmaz”
demişlerdir.
Büyük veli
Seyyid İbrahim Fasih Nakşibendî (k.s) bu hususa şöyle dikkat çekmiştir:
“Mürid,
mürşidinin kendisine karşı yönelmesine ve iltifat etmesine aldanmamalı, hatta
içinden bu özel muamelenin sona ermesini arzulamalıdır. Yani mürid, mürşidinden
saygı ve hürmet beklememelidir. Çünkü mürşidin müridine karşı saygılı bir tavır
takınması aslında helak edici bir durumun habercisidir. Zira mürşidin bir
müride böyle davranması aslında onun sadık olmadığını bilmesinden ileri gelir.
Bir mürşid, bazen müride sert davranıyor ve onun nefsini küçültecek davranışlara
giriyorsa bu mürid için bir rahmettir. Çünkü mürşid onu gerçekten terbiyesine
almıştır ve kendisiyle ilgilenmektedir. Öyleyse mürid bu duruma sabretmelidir.
Herkes ayrı bir imtihan içinde olduğunu unutmasın.[33]
Gavsu’l-Azam
Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni (k.s) hazretleri bir sohbetinde şunları
anlatmıştır:
“Biz
Hazne’de bulunduğumuz sürece Şah-ı Hazne bize hiç iltifat etmezdi. Yanında bir
ay kaldığım zaman bile ancak bir kaç kelam ederdi. Ben bu hâle çok üzülürdüm.
Bir gün yine bu düşünce ile mahzun bir hâldeydim. O sırada Şah-ı Hazne bize şu
sohbeti yaptı: “Mürşidin zahirdeki iltifatına gönül bağlayan kimsenin
maneviyatta nasibi azdır. Müridin teslimiyeti tam olarak gerçekleşip feyiz ve
himmet alabilme kabiliyetine sahip olduğu zaman mürşid, o müride zahiren
iltifat etmez.”[34]
Mürid şunu
iyi bilmelidir: Mürşidinin, kendisine karşı göstermiş olduğu tavır onun için
ilaçtır. Mürşid, müridin manevi doktoru olması hasebiyle, onun tedavisini
yapacak olan da odur. Onun hangi hastalığına hangi ilacın lazım olduğunu en iyi
o bilir ve ona uygun tedaviyi uygular. Mürid, mürşidi kendisine nasıl
davranırsa davransın, nefsi için lazım olanın o olduğunu, hayrının onda
bulunduğunu kesin olarak bilmelidir. Mürşid, müridin keyfine göre davranırsa, nefsin
hastalıkları nasıl tedavi olacaktır. Müridin mürşidinden ilgi, sevgi ve özel
iltifat beklemesi bu yolda en büyük adapsızlıktır.
Mürşidin
gönlüne girmenin ve kimseyle sıkışmadan onu ziyaret etmenin en güzel yolu, kalp
yoludur.
Mürşid
güneş gibidir; Allah Teâlâ’nın kendisine ikram ettiği nur, sevgi, feyiz ve
rahmetle herkese yönelmiş durumdadır. Artık o ışıktan nasibini almak müride
kalmaktadır. Bunun için mürid kalbini açmalı ve hasretle mürşidden gelecek İlahî
nasibini beklemelidir.
Aslında her
şey İlahî takdire bağlıdır. Kuluna dilediğini verecek olan Allah Teâlâ’dır.
Mürşid İlahî taksimle belirlenen şeyleri yerine ulaştırmakla görevlidir. Mürid
işin kader yönünü bilmekle sorumlu değildir. Ona gereken zahiri edeblere dikkat
etmektir. Bir de maneviyat yolunda gayret ve himmetini yükseltmeli, aza kanaat
etmemeli, Allah Teâlâ’dan daha fazla manevi ilim ve güzel ahlak istemelidir. Şu
da unutulmasın ki Cenab-ı Hakk her şeyi bir ölçüyle vermekte, hikmetle
yaratmaktadır.
Mürşid
Ziyaretinden Dönüş Adabı
Bir mürid,
mürşidini ziyarete gittiği zaman ondan izin almadan yanından ayrılmamalıdır.
Gelmek irade ile fakat gitmek müsaade iledir. Bir arkadaş ve dostunu ziyarete
gidince de bu edebe dikkat etmelidir. Bu konuda Resûlullah (sallallâhu
aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz, kardeşini ziyaret edip
yanında oturduğu zaman, ondan izin almadan kalkıp gitmesin.“ [35]
Vakti
müsait olup, tekkede uzun süre kalmaya niyetli olan kimseler kalmak için izin
almalıdır. Hem amelden hem de hizmetten kaçan kimseler, tembelliği tercih
ederek böyle yapıyorlarsa, hoş karşılanmazlar. Ziyareti uzun tutan kimseler,
eğer bütün vakitlerini ibadet, ilim, zikir, hizmet ve hayırlı bir işle
doldurabiliyor iseler, tekkede uzun süre kalmaktan zarar görmezler. Bir mekânın
hakkı verilemez ise, oradan hemen ayrılmak gerekir. Ancak kendisine görev
verilir ve ondan hizmet istenirse, kalmaya devam eder. Çünkü Allah için Allah
dostlarına hizmet etmek, ibadettir.
Yolculuk
yapan kimse konakladığı ve mola verdiği herhangi bir mekândan ayrılırken vakit
uygunsa iki rekât namaz kılarak ayrılmalıdır. Bu namaz sünnettir. Resûlullah (sallallâhu
aleyhi ve sellem) Efendimiz, konaklamak için inmiş
olduğu her yerden iki rekât namaz kılarak ayrılırdı.“ [36]
Bu edebe Mekke-i
Mükerreme’den ve Medine-i Münevvere’den ayrılırken de dikkat etmelidir.
Yoldan
gelen kimsenin sıhhat ve afiyet içinde dönüş hakkı ve bir şükür olarak
kardeşlerine bir şeyler ikram etmesi, dostlarına ziyafet çekmesi müstehabtır.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem),
Efendimiz Medine’ye geldiklerinde bir deve kurban etmiştir. [37]
Resûlullah (sallallâhu
aleyhi ve sellem) Efendimiz, bir yol dönüşünde ailesinin
yanına geceleyin (geç vakit) gelmezdi. Gelişini ya sabaha ya da akşamdan önceye
rast getirirdi. Seferden genelde kuşluk vakti dönerdi. Önce mescide uğrayıp iki
rekât namaz kılar, biraz oturur, sonra hane-i saadetine teşrif ederdi. [38]
Nitekim
Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)
bu hususta şöyle buyurmuştur: “Sizden
biriniz, seferden döndüğünde haber vermeden, aniden ailesinin yanına gece
girmesin“[39]
buyurmuştur.
Şartlarımız
uygun olduğu sürece bu edeblere dikkat etmelidir. Bunda büyük bir fazilet ve
sünneti ihya sevabı vardır. Ancak, kafilenin ve yolun durumuna göre, gece
gündüz dönüş ve iniş saatleri değişebilir.
Mukaddes
yerleri ve kâmil velileri ziyaretten maksat Allah Teâlâ’ya yaklaşmaktır.
Mürid,
mürşidini ziyaret edip dönerken niyetini, kalbini, durumunu gözden
geçirmelidir. Nasıl bir vaziyette gelip hangi hâlde geri döndüğünü düşünmelidir.
Kazancının ne olduğuna bakmalıdır. Samimi olarak ziyaretinin tekrarını
istemelidir. Ziyaretten sonra yönü memlekete dönse bile, gönlü mürşidinde ve
onda gördüğü güzel hâllerde kalmalıdır.
Onu
kendisine örnek alıp, biraz daha iyi ve samimi kulluk yapmaya niyetlenmelidir.
Mürşidi ile bağını kuvvetlendirecek amellere sarılmalıdır. Onunla arasındaki
güzel hukuku geliştirecek hizmetleri aramalıdır. Muhabbetini artıracak edebleri
öğrenmeli, mürşidini sevindirecek vazifeleri üstlenmelidir. Döndüğü yerlerde,
mürşidinin sadece adını değil, ondaki yüksek ahlakı bir derece olsun yaşayarak
yaymaya çalışmalıdır.
Şu gerçek
unutulmamalıdır: Hakiki mürid, milletin içinde mürşidi ile övünen kimse
değildir. Asıl mürid, mürşidinin kendisiyle Allah’ın huzurunda övündüğü ve
sevindiği kimsedir.
Allah
Teâlâ, sadatların dua ve bereketiyle, büyüklerimizi en güzel şekliyle her daim
ziyaret etmeyi ve onların meclislerinde azami derecede istifade görmeyi bizlere
nasip eylesin inşallah. Âmin.
[1]
Tevbe 119.
[2]
Müslim, Fiten, 130;
Tirmizi, Fiten, 31
[3]
Kuşeyri, Risale, II,
742
[4]
Hâkim, Müstedrek, II,
90. Zehebi de hadis için: Sahihtir demiştir. İbnu Hibban, Sahih No: 372
Ahmed, Müsned, V, 241
[6]
Urvetü'l-vüskâ,
Ku'ân-ı Kerîmde geçen bir ifadedir. Tutununca kopmayan ve sapasağlam olan kulp
demektir. Konu ile ilgili âyete bk. Bakara, 2/256
[8] Mürşid ve Mürid Hukuku,
Mehmet Ildırar, s. 619, Gülzar-ı Samimî
[12]
Müslim, Zekat, 65; Tirmizi, Tefsiru Sure (2); 37
[13]
Müslim, İman, 147, Tirmizi, Birr, 60. Hâkim, Müstedrek, I, 26
[16]
Ahmed, Müsned,
V, 323; Hakim, Müstedrek, I, 122; Aynı konuda biraz
değişik lafızlarla diğer bir hadis için bkz: Ebu Davud,Edeb,58; Tirmizi,
Birr
[17]
Bk. Muhammed Besyûnî, es-Seyyide Fâtımatü’z-Zehrâ, s. 37.
[19]
Müslim, İman, 211; Ebu Yala, Müsned, No: 4128; Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, I, 33
[20]
İbrahim Fasih, Halidiyye Risalesi, 18-22
[24]
Buhari, itisam,
2; Müslim, Hacc, 411; Tirmizi,
İlim, 17; Nesai, Hacc, 1; İbnu Mace, Mukaddime, 1.
[26]
Şarani, Letaifü’l-Minen, I, 218.
[27]
Hal Dili, A.Suat
Demirtaş, Şa’rânî,Tenbîhü’l-Muğterrîn,
s.40
[28]
Yar ile Şimdi, Dr.
Ahmet Çağıl, s.15
[29]
İmam Rabbani, Mektubat, 142. Mektup.
[30]
Ebu Yala,
Müsned, VI, No:3369; Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, I, 34; el-Makâsıdu’l-A’lâ , I, No:28
buyurdu.
[32]
Şeyh Safi, Raşahat, 88. (Sadeleştiren: N.
Fazıl)
[33]
İbrahim Fasih, Halidiyye Risalesi, 22.
[35]
Deylemi, Müsnedü’l-Firdevs,
I,372.(No:1205); Münavi, Feyzü’l-Kadir, I,366.(Had. No:655.
[36]
Münavi, Feyzü’l-Kadir, V, l9l (Had. No:
6923
[37]
Ebu Davud, Etı’me, 4
[38]
Buhari , Cihad, 198; Müslim, Tevbe, 53.
[39]
Müslim, Umre, 56; Buhari, Umre, l6;
Darimi, İsti’zan, 3
Yorumlar
Yorum Gönder